Tâiflileri îmâna dâvet
Müşrikler, sevgili Peygamberimizden pek çok mûcizeler gördükleri hâlde, inâdlarından îmân etmiyorlar, üstelik müslüman olan çocuklarına, kardeşlerine, akrabâ ve arkadaşlarına eziyet ve zulümden geri kalmıyorlardı. Onların gittikçe şiddetlenen bu zulüm ve işkencelerine, sevgili Peygamberimiz çok üzüldüler. Mekke yakınlarında bulunan Tâif’e giderek, halkını İslâm'a dâvet etmeyi düşündüler. Bu sebeple, yanlarına Zeyd bin Hârise'yi alıp Tâif’e vardılar. Tâif’in ileri gelenlerinden Amr'ın oğulları; Abd-i Yâlîl, Habîb ve Mes’ûd ile görüştüler. Onlara İslâm’ı anlatıp, Allahü teâlâya îmân etmelerini istediler. Onlar îmân etmedikleri gibi, hakârette bulundular, üstelik; "Allahü teâlâ peygamber göndermek için, senden başka kimse bulamadı mı? Allahü teâlâ senden başkasını peygamber göndermeye âciz mi? Memleketimizden çık git de, nereye istersen oraya git!.. Senin kavmin, söylediklerini kabûl etmedi de onun için buraya geldin değil mi? Yemîn ederiz ki, biz de senden uzak duracağız. Hiç bir isteğini kabûl etmeyeceğiz" dediler.
Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, onların yanından üzüntü ile ayrıldılar. Sekîf kabîlesini on gün veya bir ay İslâmiyete dâvet ettiler, fakat hiç biri îmân etmediği gibi, ayrıca alay ettiler, işkence yaptılar ve yuhaladılar. Çocukları ve gençleri, geçeceği yol kenarlarına dizerek taşa tuttular ve üzerine saldırttılar. Tâifli gençlerin attığı taşlara, hazret-i Zeyd, vücûdunu siper ederek Peygamberimize bir zarar gelmesini önlemeye çalışıyordu. Zeyd hazretleri, sevgili Peygamberimizin etrâfında dört dönüyor, taşların O'na değmemesi için çırpınıyordu. O'nun mübârek vücûduna bir zarar gelmesin diye kendisine gelen taşlara aldırmıyordu. Canını bu günlerde fedâ etmek için fırsat beklemiyor muydu? İşte, Âlemlerin efendisini taşlıyorlar, eziyet, işkence yaparak yurtlarından çıkarmaya çalışıyorlardı.
Hazret-i Zeyd, Peygamber efendimizi korumak için sağa-sola koşturdukça, taşlar; başına, vücûduna, ayaklarına birbiri peşinden değiyordu. Bu sebeple, hazret-i Zeyd'in her tarafı kan içinde kalmıştı. Sevgili Peygamberini korumak için varını yoğunu harcıyor, taş atan zâlimlere karşı âvâzı çıktığı kadar; "Yapmayın!.. Vurmayın!.. O âlemlerin efendisidir! Resûlullah'tır O!.. Benim vücûdumu parça parça yapın, fakat Peygamberime bir zarar gelmesin!" diye bağırıyordu. Zeyd bin Hârise’yi (radıyallahü anh) aşarak Resûlullah efendimize gelen taşlar, Efendimizin mübârek ayaklarını kan içinde bırakmıştı.
Sevgili Peygamberimiz, üzüntülü, yorgun ve yaralı bir hâlde, Utbe ve Şeybe ismindeki iki kardeşin bağına yaklaştılar. Orada, bütün mü’minlerin canlarını fedâ etmek istediği Resûlullah efendimiz, mübârek ayaklarından akan kanları sildiler. Abdest alıp, ağacın altında iki rekat namaz kıldılar. Sonra mübârek ellerini kaldırıp münâcâtta bulundular.
Bu hâli, bağ sâhipleri seyrediyordu. Resûlullah efendimizin başına gelenleri görmüşler, garibliğine şâhid olmuşlardı. Merhamet damarları harekete geldi. Addâs ismindeki köleleri ile üzüm gönderdiler. Sevgili Peygamberimiz, üzümü yerken Besmele çekti. Üzümü getiren köle hıristiyan idi. Besmeleyi işitince şaşırdı. "Yıllardır buralardayım, kimseden böyle bir söz duymadım. Bu nasıl kelâmdır?" diye sordu.
Resûlullah; “Sen neredensin?" buyurdu. Addâs; "Nineveliyim" dedi. Resûlullah; “Yûnus'un (aleyhisselâm) memleketinden imişsin" buyurdu. Addâs; "Sen Yûnus'u nerden tanıyorsun? Onu, buralarda kimse bilmez" dedi. Resûlullah; “O, benim kardeşimdir. O da, benim gibi peygamber idi" buyurdu.
Addâs; "Bu güzel yüzün, bu tatlı sözlerin sâhibi yalancı olamaz. Ben inandım ki, sen Allah'ın Resûlüsün" dedi. Müslüman oldu; "Yâ Resûllallah! Yıllardır bu zâlimlere, bu yalancılara kölelik ettim. Herkesin hakkını yiyorlar. Herkesi aldatıyorlar. Hiç iyi tarafları yok. Dünyâlık toplamak ve şehvetlerini tatmin için her alçaklığı göze alıyorlar. Onlardan nefret ediyorum. Sizinle birlikte gitmek, size hizmetle şereflenmek, câhillerin, ahmakların size yapacağı saygısızlıklara hedef olmak, mübârek vücûdunuzu korumak için fedâ olmak istiyorum" dedi.
Resûlullah efendimiz, tebessüm ederek; “Şimdi efendilerinin yanında kal! Az zaman sonra, adımı her yerde işitirsin. O zaman bana gel" buyurdu. Bir müddet istirâhat edip, Mekke'ye yürüdüler. Mekke'ye iki konaklık bir mesâfe kaldığında, bir bulutun kendilerini gölgelemekte olduğunu gördüler. Dikkatle baktıklarında. Cebrâil aleyhisselâm olduğunu anladılar. Bu hâdiseyi sevgili Peygamberimiz, Âişe-i Sıddîka vâlidemize (radıyallahü anhâ) anlatmışlardı.
"Sahîh-i Buhârî"de ve Ahmed bin Hanbel'in "Müsned’inde bildirildi ki: Bir gün Hazret-i Âişe vâlidemiz; "Yâ Resûlallah! Senin başından Uhud gününden daha ızdıraplı bir gün geçti mi?" diye sormuştu da, Resûlullah efendimiz şöyle cevap vermişti: “Vallahi senin kavminden öyle cefâ çektim ki, Uhud Gazâsı’nda bulunan kâfirlerden onu çekmedim. İbn-i Abd-i Yâlîl bin Abd-i Külâl'e nefsimi arz ettiğimde (yani nübüvvetimi bildirip onu dîne dâvet ettiğimde) kabûl etmedi. Yanlarından öyle büyük bir ızdırapla ayrıldım ki, tâ Karn-ı Seâlib denilen yere varıncaya kadar kendime gelemedim. Orada başımı yukarı kaldırdım. Bir bulutun üzerime gölgesini saldığını gördüm. Baktım ki, bulutun içinde Cebrâil (aleyhisselâm) duruyor. Bana nidâ edip dedi ki: “Yâ Muhammed! Hak teâlâ hazretleri, kavminin senin hakkındaki sözlerini işitti. Seni korumak istemediklerine de vâkıf oldu. Sana, dağlara me’mûr olan şu meleği gönderdi ki, ne istersen ona emredersin." O melek de bana nidâ edip selam verdikten sonra; “Yâ Muhammed! Hak teâlâ hazretleri, Cibrîl'in dediği gibi, dağların meleği olan beni sana gönderdi ki, ne istersen bana emredesin. Emrine âmâdeyim. Eğer şu iki yalçın dağın (Kuaykıan Dağı ile Ebû Kubeys Dağı’nın) Mekkeliler üzerine kapanırcasına birbirine kavuşmasını (ve müşrikleri tamâmiyle ezmesini) istiyorsan, emret kavuşturayım!" dedi. Ben râzı olmadım ve dedim ki: "(Hayır! Ben âlemlere rahmet olarak gönderildim.) Allahü teâlânın bu müşriklerin sulbünden, yalnız cenâb-ı Hakk'a ibâdet eden ve Allahü telaya hiç bir şeyi ortak koşmayan bir nesil meydana çıkarması için duâ ederim."
Peygamber efendimiz Tâif’den Mekke'ye dönerken, Nahle mevkîinde birazcık istirâhat buyurdular. Bir ara namaza durmuşlardı. Nusaybin cinlerinden bir grup oradan geçerken, sevgili Peygamberimizin okuduğu Kur'ân-ı kerîm âyetlerini duyunca, durup dinlediler. Sonra Peygamber efendimizle görüşüp müslüman oldular. Peygamber efendimiz onlara; “Kavminize varınca, benim îmâna dâvetimi onlara da söyleyin. Onları da îmâna dâvet edin" buyurdu. O cinnîler, kavimlerine gidip bunu bildirince, işiten cinnîlerin hepsi îmân ettiler. Bu husûs, Kur'ân-ı kerîmde Cin sûresinde ve "Buhârî" ve "Müslim" adındaki meşhûr hadîs-i şerîf kitaplarında bildirilmektedir. Bu hâdiseden sonra Mekke'ye yürüdüler.