Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Bu esnada tetikte bekleyen, her fırsatı değerlendirmeye çalışan Kureyş okçu birlik kumandanı Hâlid bin Velîd, geçitteki mücâhidlerin azaldığını görünce, emrindeki süvârileri harekete geçirdi. İkrime bin Ebî Cehl'le birlikte bir anda Ayneyn geçidine geldiler. Abdullah bin Cübeyr hazretleri ile vefâkar, sâdık arkadaşları saf hâlinde dizilip açıldılar. Sadaklarındaki oklar bitinceye kadar düşmana ok yağdırdılar. Sonra mızraklarıyla, göğüs göğüse gelince de; "Allahü ekber! Allahü ekber!" diye diye kılıçlarıyla nice kahramanlıklar gösterdiler. Îmânlı ile îmânsızlar arasında, bire yirmibeş gibi çok nispetsiz bir durum vardı. Şanlı Eshâb-ı kirâm, Peygamberlerinin emrini yerine getirmek için, kanlarının son damlasına kadar çarpıştılar. Birbiri arkasından şehâdet şerbetini içip, mübârek vücûdları toprağa düştü ve rûhları Cennet’e uçtu (radıyallahü anhüm).
Müşrikler, kinlerinden hazret-i Abdullah'ın elbisesini soyarak, mübârek vücûdunu mızraklarla delik deşik ettiler. Karnını yarıp, iç organlarını dışarı çıkardılar.
Hâlid bin Velîd ve İkrime, geçitteki mücâhidlerı şehîd edince, sür’atle İslâm ordusunun arkasından saldırdılar. Eshâb-ı kirâm, bir anda arkalarında, peydâ olan düşmanı görünce, toparlanmaya fırsat bulamadı. Çünkü birçoğu silâhlarını bile bırakmıştı. Her şey birden bire değişti. Önde kaçan Kureyşli müşrikler, Hâlid bin Velîd'ın arkadan hücûma geçtiğini görünce, tekrar döndüler. Mücâhidler, iki ateş arasında kalmıştı. Düşman önden ve arkadan hücûma geçerek mücâhidleri sıkıştırmaya başladı. Sahâbenin birbirleriyle irtibatları kesildi. Dağılmak mecbûriyetinde kaldılar.
Hazret i Ali şöyle anlattı: "Aralarında İkrime bin Ebî Cehl'in de bulunduğu bir müşrik birliğinin ortasına daldım. Etrâfımı sardılar, çoğunu kılıçtan geçirdim. Başka bir birliğin içine daldım, onlardan da pek çoğunu saf dışı ettim. Ecelim gelmediği için bana bir şey olmamıştı. Bir ara Resûlullah'ı göremedim. Kendi kendime; "Yemîn ederim ki, O, harp meydanını bırakıp gidecek bir kimse değildir. Her hâlde Allahü teâlâ yaptığımız uygunsuz hareketlerden dolayı O'nu aramızdan çekip, kaldırmıştır! Artık benim için çarpışa çarpışa ölmekten başka yol kalmamıştır" dedim ve kılıcımın kınını kırdım. Müşriklerin üzerine hücûm edip, onları dağıttığımda, Resûlullah'ın onların arasında kaldığını gördüm. Anladım ki, Resûlullah'ı Allahü teâlâ melekleriyle koruyordu."
Düşman askerleri, Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizin yanına kadar yaklaşmışlardı. Durum çok tehlikeliydi. Sevgili Peygamberimiz, tıpkı askerî bir birlik gibi sebât ediyor, yerinden ayrılmıyordu. Bir taraftan düşmanla çarpışıyor, diğer taraftan da dağılan Eshâbını toparlamaya çalışarak; "Ey filan, bana doğru gel! Ey filan, bana doğru gel! Ben Resûlullah'ım. Buna dönüp gelene Cennet var" buyuruyordu. Hazret-i Ebû Bekr, Abdurrahmân bin Avf, Talha bin Ubeydullah, Ali bin Ebî Tâlib, Zübeyr bin Avvâm, Ebû Dücâne, Ebû Ubeyde bin Cerrâh, Sa'd bin Mu'âz, Sa'd bin Ebî Vakkâs, Habbâb bin Münzir, Üseyd bin Hudayr, Sehl bin Hanîf, Âsım bin Sâbit, Hâris bin Simme (radıyallahü anhüm) bir anda sevgili Peygamberimizin etrâfında halkalanıp O'nu korumak için canlı bir kale duvarı meydana getirdiler.
Bu sırada Abbâs bin Ubâde hazretlerinin, dağılan Eshâb-ı kirâmın toparlanması için; "Ey kardeşlerim! Bu uğradığımız musîbet, Peygamberimizin emrini yerine getirmeyişimizin bir netîcesidir. Dağılmayınız! Peygamberimizin etrâfına geliniz! Eğer bizler, koruyucuların yanında yer almaz da, Resûlullah'a bir zarar gelmesine sebep olursak, artık Rabbimizin katında bizim için ileri sürülecek bir mâzeret bulunmaz" diye bağırdığı duyuldu. Hazrel-i Abbâs bin Ubâde, yanında Hârice bin Zeyd ve Evs bin Erkam (radıyallahü anhüm) olduğu hâlde, düşmanın içine "Allahü ekber!" nidâları ile yalın kılıç daldılar. Resûlullah'ın uğrunda, O’nu korumak için kahramanca çarpıştılar. Hârice bin Zeyd, ondokuz yerinden yara almıştı. Diğerlerininki de ondan az değildi. Nitekim üçü de çok özledikleri şehidlik mertebesine ulaştılar.
Eshâb-ı kirâm, bu çok tehlikeli anda, Peygamber efendimizin etrâfında yavaş yavaş toplanmaya başladı. Müşrikler, sevgili Peygamberimizi ve O'na gövdelerini siper eden şanlı Eshâbını çember içine aldılar. Her taraftan birlik hâlinde ilerleyerek çemberi daraltıyorlardı. Kureyşlilerden bir grubun ileri atıldığını gören Âlemlerin efendisi, yanında bulunan ve canlarını fedâ etmeye hazır olan Eshâbına; “Şu birliği kim karşılar?" buyurunca, Vehb bin Kâbûs hazretlerinin; "Canım sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Ben karşılarım" deyip, ileri fırladığı görüldü. Allahü teâlânın şerefli ismini dilinden düşürmeyen bu kahraman, yalın kılıç müşriklerin arasına daldı. Peygamber efendimiz“Seni Cennet’le müjdelerim" buyurdu. Onun düşman karşısında gösterdiği sebât ve gayretini görünce de; “Allah'ım! Ona rahmet eyle! Ona acı." buyurdular. Müşriklerin hazret-i Vehb'i ortalarına alıp mızrakla şehîd etliklerini gören Sa'd bin Ebî Vakkâs, ona yardım etmek için ileri atıldı, düşmanın ortasına girip, görülmemiş kahramanlıklar gösterdi. Bir çok kâfiri saf dışı etti. Diğerlerini de geri püskürterek, sevgili Peygamberinin yanına geldi. Resûl-i ekrem efendimiz, hazret-i Vehb için; “Ben senden râzıyım. Allahü teâlâ da râzı olsun" buyurdular.
Habîb-i ekrem efendimiz, mücâhidlerin çemberini yarıp, kendisine doğru bir müşrik bölüğünün ilerlediğini görünce, hazret-i Ali’ye; “Onlara hücûm et!" buyurdular. Hazret-i Ali, hücûm edip, Amr bin Abdullah'ı öldürüp, diğerlerini kaçırdı. Kılıcı kırılınca, Peygamberimiz, zülfikârı ona verdi. Başka bir grup gelirken, Peygamber efendimiz“Yâ Ali! Bunların şerrini benden def eyle" buyurdular. Cânını Resûlullah'a fedâ eden Allahü teâlânın aslanı, derhal hücûma geçti. Şeybe bin Mâliki öldürüp, diğerlerini geri püskürttü. O anda Cebrâil aleyhisselâm gelip, Peygamber efendimize; "Yâ Resûlallah! Bu iş, Ali’den zuhûr eden fevkalâde bir civân mertliktir” deyince, Resûlullah efendimiz; "O benden, ben de ondanım" buyurdular. Cebrâil aleyhisselâm da; "Ben de ikinizdenim" dedi. O esnada bir ses; "Ali gibi yiğit, zülfikâr gibi kılıç bulunmaz" diyordu.
Müşrikler, sevgili Peygamberimizin yanına yaklaşamıyacaklarını anlayınca, ok atmaya başladılar. Atılan oklar, ya üzerinden geçiyor, ya önüne, ya sağına, veya soluna düşüyordu. Düşmanı geriye püskürtmek için canlarını dişine takarak çarpışan Eshâb-ı kirâm, bu hâli görür görmez, Âlemlerin efendisinin etrâfına toplanarak, gelen oklara mübârek vücûdlarını siper etmeye başladılar. Peygamber efendimiz Eshâbına, okla mukabele etmesini emir buyurunca, sahâbîler de düşmana ok atmaya başladılar. Sevgili Peygamberimiz, Sa'd bin Ebî Vakkâs hazretlerini önüne oturttular. Çok keskin nişâncı olan hazret-i Sa'd, sür’atle, peş peşe düşmana ok yağdırmaya başladı Sadağından yâni ok çantasından her ok çekişte. "Yâ Rabbî! Bu senin okundur. Onunla düşmanı vur!" diyor, Peygamber efendimiz de: “Allah'ım! Sa'd'ın duâsını kabûl et! Allah’ım! Sa’d’ın okunu doğrult!... Devâm et, Sa’d! Devam et! Anam-babam sana fedâ olsun." buyuruyordu. Bu şekilde her ok atışta, Peygamber efendimiz aynı duâlarını tekrar ediyorlardı. Hazret-i Sa'd'ın oku bitince, sevgili Peygamberimiz, kendi oklarını ona verip attırdı. Sa'd bin Ebî Vakkâs hazretlerinin her oku ya bir düşmana, veya bindiği hayvana isabet ediyordu.
Müşriklerin ok atışlarında, Ebû Talha hazretleri, sevgili Peygamberimizin önüne gerilerek, gelecek her oka kendi vücûdu ve kalkanı ile siper oluyor, arada bir düşmanı şaşkına çeviren naralar atıyordu. Peygamber efendimiz“Asker içinde Ebû Talha'nın sesi, yüz kişiden hayırlıdır" buyurdu. Ebû Talha fırsat buldukça, müşriklere ok atmaktan geri durmuyor, sert ve çok serî ok atıyor, attığı boşa gitmiyordu. Attığı okları Resûl-i ekrem efendimiz, merâk edip, mübârek başını yukarı kaldırdıkça, EbûTalha, Resûlullah'a bir ok isabet eder korkusuyla; "Anam-babam, canım sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Mübârek başınızı kaldırmayınız. Size bir düşman oku isabet edip zarar vermesin! Vücûdum, mübârek vücûduna siper ve sana fedâdır! Beni boğazlamadıkça, sana ulaşamazlar! Ben ölmedikçe, size bir şey olmaz!..." diyerek sevgili Peygamberimizi kendi nefsine tercih ederdi.
Uhud meydanının her tarafında amansız, müthiş bir çarpışma bütün şiddetiyle devam ediyor, bâzıları atlı, bâzıları da yaya olarak îmân-küfür mücâdelesini sürdürüyorlardı. Eshâb-ı kirâm daha toparlanamamıştı. Peygamber efendimizin etrâfında ancak otuz kadar sahâbî, pervâne gibi dönüyor; gelen oklara, mızraklara, kılıçlara kendi vücûdlarını kalkan ediyorlardı. Tek arzuları; Peygamber efendimizin emrini yerine getirmek ve O'na gelecek her türlü zararı uzaklaştırmaktı. Yiğitlerin serdârı hazret-i Hamza, o hengamede Peygamber efendimizden ayrı düşmüş, bir kalabalığın ortasında iki elinde iki kılıç ile çarpışıyor; "Allahü ekber!..." nidâlarıyla düşmanın kalbine korku salıyordu. Şimdiye kadar, tek başına tam otuzbir müşrik öldürmüş, pek çoğunu da ya kolundan veya bacağından etmişti. Ortasına düştüğü müşrik sürüsünü dağıttığı bir sırada, Sibâ' bin Ümmü Enmâr; "Bana karşı koyabilecek bir yiğit var mı?" diyerek hazret-i Hamza'ya meydan okudu. Hazret-i Hamza; "Yanıma gel ey sünnetçi kadının oğlu! Demek sen Allah'a ve Resûlüne meydan okuyorsun öyle mi?" deyip, onu göz açtırmadan bacaklarından tutup yere serdi. Üzerine çöküp, kafasını gövdesinden ayırdıktan sonra, karşı kayanın arkasında Vahşi'nin elinde mızrak ile kendisine nişân aldığını gördü. Derhâl üzerine yürüdü, önündeki sellerin açtığı çukura gelince, ayağı kaydı ve arkası üzere düştü. O anda karnından zırhı açılmıştı. Fırsatı yakalayan Vahşi, mızrağını fırlattı!... Mızrak, uçarak hazret-i Hamza'nın mübârek vücûduna saplandı ve diğer taraftan çıktı. Kahramanların büyüğü; "Allah'ım!" diyerek oraya çöktü. Şehîd olmuş, özlediği makâma kavuşmuştu... Allahü teâlânın yolunda, sevgili Peygamberinin uğrunda canını fedâ etmişti... (radıyallahü anh).
Bu sırada, düşman saflarında birisi; "Ey Kureyş cemâati! Akrabâlık haklarını gözetmeyen, kavminizi bölen Muhammed ile çarpışmaktan geri durmayınız. Eğer Muhammed kurtulursa, ben kurtulmayayım!..." diyerek müşrikleri Kâinatın efendisine sallallahü aleyhi ve sellem saldırmaya teşvik ediyordu. Bu ses, Âsım bin Ebî Avf'ın idi. Ebû Dücâne hazretleri bu sesi işitmişti. Çarpışa çarpışa Âsım bin Ebî Avf'ı buldu ve hemen öldürdü. Fakat arkasındaki müşrik Ma'bed, bütün gücüyle kılıcını hazret-i Ebû Dücâne'ye salladı. Allahü teâlânın bir ihsânı olarak ânî ve çok çabuk bir hareketle yere çöken Ebû Dücâne, öldürücü darbeden kurtuldu. Derhâl kalkıp, kılıcını Ma'bed'e vurarak öldürdü.
Kureyşli müşriklerin hedefleri, Âlemlerin efendisi idi. O'na yaklaşabilmek için bütün güçlerini harcıyorlardı. Fakat, etrâfında pervâne gibi dönen, bir zarar olur korkusu ile canlarını fedâ etmekten zerre kadar kaçınmayan şanlı, şerefli Eshâbı bir türlü geçemiyorlardı. Bu kahraman otuz yiğit, Resûlullah efendimizin önünde; "Yâ Resûlallah! Yanından hiç ayrılmamak üzere yüzümüz, mübârek yüzünün önünde siper ve kalkan; vücûdumuz, mübârek vücûduna fedâdır; yeter ki sen selâmette ol" dediler. Müşrikler, gruplar hâlinde hücûm ediyorlardı. Fahr-i âlem efendimiz, yanında bulunan ve vücûdlarını kendisine siper eden kahraman Eshâbına, bir grubu göstererek; Allahü teâlânın yolunda vücûdunu bize kim fedâ eder?" buyurunca, Medîneli beş sahâbî ileri fırlamıştı. Resûlullah efendimizin mübârek gözleri önünde; tekbirler alarak döne döne çarpıştılar. Nihâyet bunlardan dördü şehîd oldu. Beşincisi ondört yerinden yaralanıp yere düşünce, Âlemlerin efendisi; “Onu, benim yanıma yaklaştırınız" buyurdu. Vücûdunun her yerinden kanlar akıyordu. Sevgili Peygamberimiz oturarak, mübârek ayaklarını başına yastık yaptılar. O hâlde şehîd olmak şerefine kavuşan bu mutlu sahâbî, Umâre bin Yezîd hazretleriydi (radıyallahü anh).


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Mücâhidlerin tarafında ise, duâlar ediliyor; "Allahü ekber! Allahü ekber!.." diye tekbirler getiriliyor, "Dîn-i İslâm’ın korunması ve yayılması için Allahü teâlâdan yardım taleb ediliyordu. Sevgili Peygamberimiz de, kahraman Eshâbını, cihâda, cenâb-ı Hakk'ın yolunda çarpışmaya teşvik ediyor, bu uğurda kazanacakları sevâbları anlatarak; “Ey Eshâbım! Sayıları az olan kişilere, düşmanla çarpışmak güç gelir. Eğer onlar, sebât ve gayret gösterirlerse, Allahü teâlâ onları ferahlığa erdirir. Çünkü Allahü teâlâ, kendisine itâat edenlerle beraberdir... Allahü teâlânın size vâd ettiği mükâfatı isteyiniz..." buyuruyordu. Uhud gazâsıyla ilgili âyet-i kerîmelerde de meâlen; (Ey mü’minler!) Allahü teâlâya ve Resûlüne (emrettiklerine) itâat edin ki, merhamet olunasınız. Rabbinizden mağfiret istemeye ve Cennet’e girmeye koşunuz. Bunun için çalışınız! Cennet’in büyüklüğü, gökler ve yer küresi kadardır. Cennet, Allahü teâlâdan korkanlar için hazırlandı. Bunlar, az bulunsa da, çok bulunsa da, mallarını Allah yolunda verirler, öfkelerini belli etmezler. Herkesi affederler. Allahü teâlâ, ihsân edenleri sever." (Âl-i İmrân sûresi: 132-134)
“İşte onların mükâfatı, Rablerinden bir mağfiret ve ağaçları altından ırmaklar akan Cennetlerdir, Onlar, orada ebedîyyen kalacaklardır. Böyle yapanların, Allahü teâlâya ve Resûlüne itâat edenlerin mükâfatı ne güzeldir!" buyuruluyordu. (Âl-i İmrân sûresi: 136)
Gönülleri îmânla dolu, gözlerinden cesâret kıvılcımları sıçrayan, şehîd olmak arzusuyla yanan Eshâb-ı kirâm yerlerinde duramıyor, bir an önce düşmana atılmak için emir bekliyordu. Bedr gazâsında olduğu gibi hazret-i Ali beyaz, Zübeyr bin Avvâm sarı, Ebû Dücâne de kırmızı renkteki sarıklarını başlarına bağladılar. Hazret-i Hamza da deve kuşu kanadından yapılmış tuğunu taktı.
İki ordu birbirlerine iyice yaklaştı. Artık heyecan son noktasına gelmişti. Biraz sonra, bir tarafta, Allahü teâlânın dînini yaymak için en yakınları ile savaşmaktan hiç tereddüt etmeyen İslâm mücâhidleri; diğer tarafta, bâtıl yollarında ısrâr eden İslâm düşmanları arasında büyük bir meydan savaşı başlıyacaktı.
Bir ok atımı yaklaştıklarında, düşman saflarından devesini ileri süren zırhlı bir müşrik, mücâhidlerden, çarpışmak üzere er talebinde bulundu. Herkesin kendisinden çekindiğini zannederek, dileğini üç defâ tekrarladı. Bunun üzerine İslâm ordusundan, uzun boylu, sarı sarıklı bir kahraman mücâhidin, yaya olarak meydana yürüdüğü görüldü. Bu, Peygamber efendimizin halası oğlu Zübeyr bin Avvâm idi. İslâm ordusundan; "Allahü ekber!..." nidâları yükseliyor, hazret-i Zübeyr'in muzaffer olması için duâ ediliyordu. Zübeyr bin Avvâm'ın, müşrike yaklaşır yaklaşmaz, devesi üzerine sıçradığı görüldü. Deve üzerinde müthiş bir mücâdele başladı. Bu sırada sevgili Peygamberimizin; “Onu yere düşür!" buyurduğu işitildi. Hazret-i Zübeyr, bu emri alır almaz, rakibini aşağı itti. Arkasından kendi de atlayıp, kılıcını boynuna çaldı. Müşrikin tolgalı başı zırhlı gövdesinden ayrıldı. Efendimiz, Zübeyr hazretlerine duâ ettiler.
Sonra, müşriklerin sancakdârı Talha bin Ebî Talha meydana fırladı; "İçinizde karşıma çıkacak bir kimse var mıdır?" diye bağırdı. Karşısına Allahü teâlânın aslanı hazret-i Ali çıktı. Bir vuruşta, baştan ayağa zırhlara bürünmüş müşrik sancakdârının başını çenesine kadar yardı. Bunu gören sevgili Peygamberimiz“Allahü ekber!... Allahü ekber!..." diye tekbir getirdi. Buna Eshâb-ı kirâm da katılınca, tekbir sadâları yeri göğü inletti.
Müşrik sancağının yere düştüğünü gören Talha'nın kardeşi Osman bin Ebî Talha, meydana koştu. Sancaklarını kaldırıp, er diledi. Ona da Hazret-i Hamza çıktı; "Yâ Allah!" diyerek Osman'ın omuzuna öyle bir kılıç indirdi ki, sancak tutan kolu kopan müşrik yere düşüp can verdi.
Yine müşriklerden, Ebû Sa'd bin Ebî Talha yaya olarak meydana yürüdü. O da baştan ayağa zırhlı idi. Küfür sancağını yerden kaldırdı ve İslâm ordusuna dönüp; "Ben, Kusam'ın babasıyım. Benim karşıma kim çıkabilir?!..." diyerek bağırmaya başladı. Peygamber efendimiz, onun karşısına yine hazret-i Ali'yi çıkardı. Ali (radıyallahü anh), o müşriki de öldürüp sancaklarını yere düşürdükten sonra, mücâhidlerin safları arasında yerini aldı.
Bundan sonra pek çok müşrik sıra ile meydana çıkıp yere düşen sancaklarını kaldırarak, mücâhidlerden, karşılarına çıkacak yiğit taleb ettiler. Fakat, her defâsında kahraman sahâbîler, Allahü teâlânın izniyle gâlip geldi. Her sancakdâr öldürüldüğünde, İslâm askerinden tekbir sadâları yükseliyor, düşman saflarına büyük bir üzüntü ve yeis çöküyordu. Hattâ şamataları ayyuka çıkan müşrik kadınlar bile; "Yazıklar olsun size!..." diyerek, kendi askerlerine bir taraftan hakâret ediyorlar, bir taraftan da; "Daha ne duruyorsunuz?" diyerek savaşa teşvik ediyorlardı.
Her iki tarafın yerinde duramadığı bir anda, sevgili peygamberimizin, elinde tuttuğu ve üzerinde; "Korkaklıkta ar, ilerlemekte şeref ve îtibâr var. İnsan korkmakla kaderden kurtulmaz" beyti yazılı olan kılıcını göstererek; “Bu kılıcı benden kim alır?" buyurduğu işitildi. Bunu duyan Eshâb-ı kirâmdan birçokları hep birden almak için, ellerini uzattılar. Peygamberimiz tekrar; “Bunun hakkını vermek üzere kim alır?" deyince, Eshâb-ı kirâm sustular ve geri durdular. Kılıcı harâretle isteyenlerden Zübeyr bin Avvâm (radıyallahü anh); "Ben alırım yâ Resûlallah" dedi. Peygamberimiz kılıcı hazret-i Zübeyr'e vermedi. Ebû Bekr, Ömer, Ali'nin (radıyallahü anhüm) istekleri de Peygamberimiz tarafından kabûl edilmedi. Ebû Dücâne (radıyallahü anh); "Yâ Resûlallah! Bu kılıcın hakkı nedir?" diye sordu. Sevgili Peygamberimiz“Onun hakkı; eğilip bükülünceye kadar, onu düşmana vurmaktır. Onun hakkı, müslüman öldürmemen, onunla kâfirlerin önünden kaçmamandır. Onunla Allahü teâlâ sana zafer yahut şehitlik nasîb edinceye kadar, Allah yolunda çarpışmandır." buyurunca, Ebû Dücâne (radıyallahü anh); "Yâ Resûlallah! Ben onun hakkını yerine getirmek üzere alıyorum" dedi. Peygamberimiz de elindeki kılıcı ona teslim etti. Ebû Dücâne (radıyallahü anh) çok cesâretli, kahraman olduğu hâlde, harp meydanlarında çok kurnaz davranır; “Harp hiledir" hadis-i şerîfine eksiksiz riâyet ederdi. Ebû Dücâne hazretleri kılıcı alınca, harp meydanına doğru çalımlı, vakârlı ve gururlu bir şekilde, beytler söyleyerek yürümeye başladı. Üzerinde, bir gömleği ve başında kırmızı sarığından başka bir şeyi yoktu.
Ebû Dücâne hazretlerinin bu yürüyüşü, Eshâb-ı kirâm arasında pek hoş karşılanmadı. Bunun üzerine Peygamber efendimiz“Bu bir yürüyüştür ki, bu yerler (harp meydanları) dışında Allahü teâlânın gadabına sebeptir" buyurarak, yalnız düşmana karşı çalımlı yürümenin câiz olduğunu bildirdiler.
Daha fazla bekleyemeyen müşrik saflarından Hâlid bin Velîd, emrindeki kuvvetlerle hücûma kalktı. Yerinde duramayan Eshâb-ı kirâma, sevgili Peygamberimiz de hücûm emrini verdiler. Bir anda; "Allahü ekber" sadâları harp meydanını doldurmuştu. En önde hazret-i Hamza ellerindeki kılıçlarıyla, zırhsız kuvvetlerin başında olduğu hâlde her gelen kâfire kılıç sallamaya başladı. Büyük bir hırsla gelen Hâlid bin Velîd'in kuvvetleri, derhal geriye püskürtüldü. Hâlid bin Velîd, bu defâ dağ geçidindeki yerden dolaşıp, arkadan vurmak üzere geniş bir kavis çizerek Ayneyn tepesine vardı. Fakat hazret-i Abdullah bin Cübeyr ve emrindeki elli yiğit, onları şiddetli bir ok atışıyla püskürttü.
Artık savaş kızışmıştı. Her iki taraf, olanca güçleriyle çarpışıyordu. Bir sahâbî, en az dört müşrik ile mücâdele ederek, ilerlemeye çalışıyorlardı. Hazret-i Hamza, bir taraftan; "Allahü ekber! Allahü ekber!" nidâlarıyla sesleniyor, bir taraftan da; "Ben, Allahü teâlânın aslanıyım!" diyor ve düşmanı kıra kıra, ilerliyordu. Safvân bin Ümeyye, etrâfındakilere; "Hamza nerededir? Bana gösteriniz" diyor, savaş meydanını araştırıyordu. Bir ara gözleri, iki kılıç ile vuruşan birini gördü ve; "Bu çarpışan kim?" diye sordu. Çevresindekiler; "Aradığın kimse! Hamza!" dediler. Safvân; "Ben bu güne kadar kavmini öldürmek için saldıran, onun gibi hırslı ve gözü pek başka bir kimse görmedim" dedi.
Harbin iyice kızıştığı sırada Muhâcirinden Zübeyr bin Avvâm (radıyallahü anh), kılıcın kendisine verilmemesinden dolayı üzgün olduğundan, kendi kendine; "Ben, Resûlullah'tan kılıcı istedim, lâkin Ebû Dücâne'ye verdi. Halbuki, ben, halası Safiyye'nin oğluyum. Üstelik de Kureyşliyim. Halbuki önce ben istemiştim. Gidip bakayım Ebû Dücâne benden fazla ne yapacak?" dedi. Daha sonra Ebû Dücâne'yi (radıyallahü anh) tâkibe başladı. Ebû Dücâne hazretleri; "Allahü ekber!" diyerek tekbir alıyor, müşriklerden kime rastlarsa, onu vurup öldürüyordu. Müşriklerin en azılılarından, iri cüsseli, her tarafı zırhlarla kaplı sâdece gözleri görünen biri, Ebû Dücâne ile karşılaştı. Evvela kendisi, Ebû Dücâne hazretlerine hücûm etti. Ebû Dücâne (radıyallahü anh), onun darbesinden kalkanıyla korundu. Müşrikin kılıcı Ebû Dücâne'nin kalkanına gömüldü. Kılıcına asıldı, fakat çıkaramadı. Sıra Ebû Dücâne'ye gelmişti. Bir kılıç darbesiyle rakibini öldürdü. Bundan sora Ebû Dücâne (radıyallahü anh), her önüne çıkan îmânsızı devirerek, dağın eteğinde defleriyle müşrikleri kışkırtan kadınların yanına kadar geldi. Fakat kılıcını kaldırdığı hâlde, Ebû Süfyân'ın hanımı Hind'i öldürmekten vaz geçti. Bunu gören Zübeyr bin Avvâm kendi kendine; "Kılıcın kime verileceğini Allah ve Resûlü benden daha iyi bilir" diye söylendi. "Vallahi ben ondan daha üstün çarpışan, vuruşan bir kimse görmedim" buyurdu.
Mikdâd bin Esved, Zübeyr bin Avvâm, hazret-i Ali, hazret-i Ömer, Talha bin Ubeydullah, Mus’ab bin Ümeyr (radıyallahü anhüm) hepsi de geçilmez bir kale idiler. Peygamber efendimizin düşmana çok yakın çarpıştığını, tekrar tekrar hücûm ettiğini gören şanlı Eshâb, yerinde duramıyordu. Resûlullah'a bir zarar erişebilir diyerek, etrâfına toplanyorlar, zırhlara bürünmüş düşmana göz açtırmıyorlardı. Bu sırada, Abdullah bin Amr hazretlerinin şehîd olduğu görüldü. Bu, Uhud'un ilk şehidiydi. Onun şehîd olduğunu gören arkadaşları aslan kesilerek, Allahü teâlânın rızâsı için düşmanın ortalarına dalmışlardı.
Savaşın çok kızıştığı bir anda yiğitliğin sembolü hazret-i Abdullah bin Cahş ile okçuların piri Sa'd bin Ebi Vakkâs hazretleri karşılaştılar. Çeşitli yerlerinden yaralanmışlardı. Sa'd bin Ebî Vakkâs hazretleri diyor ki: "Uhud’da, savaşın şiddetli bir ânıydı. Birdenbire Abdullah bin Cahş yanıma sokuldu, elimden tuttu ve beni bir kayanın dibine çekti. Bana; "Şimdi burada sen duâ et, ben "âmin" diyeyim. Ben duâ edeyim, sen de "âmin" de!" dedi. Ben de; "Peki" dedim. Ben şöyle duâ ettim: "Allah'ım, bana çok kuvvetli ve çetin düşmanları gönder. Onlarla kıyasıya vuruşayım. Hepsini öldüreyim. Gazi olarak, geri döneyim." Benim yaptığım bu duâya bütün kalbiyle; "Âmin" dedi. Sonra kendisi duâ etmeye başladı; "Allah'ım, bana zorlu düşmanlar gönder kıyasıya onlarla vuruşayım. Cihâdın hakkını vereyim. Hepsini öldüreyim. Sonunda biri beni şehîd etsin. Sonra dudaklarımı, burnumu, kulaklarımı kessin. Kanlar içinde senin huzûruna geleyim. Sen; "Abdullah! Dudaklarını, burnunu, kulaklarını ne yaptın?" diye sorduğunda; "Allah'ım, ben onlarla çok kusur işledim, yerinde kullanamadım. Huzûruna getirmeye utandım. Sevgili Peygamberimin bulunduğu bir savaşta, toza toprağa bulandım, öyle geldim" diyeyim" dedi. Gönlüm böyle bir duâya "âmin" demeyi arzu etmiyordu. Fakat o istediği ve önceden söz verdiğim için, istemeyerek; "Âmîn" dedim. Daha sonra, kılıçlarımızı çekerek, savaşa devam ettik. İkimiz de önümüze geleni öldürüyorduk. O, son derece bahâdırâne saldırıyor ve düşman saflarını darmadağın ediyordu. Düşmana tekrar tekrar vuruyor, şehîd olmak için tükenmez bir arzu ile yeniden saldırıyordu. "Allahü ekber! Allahü ekber!..." diye çarpışırken kılıcı kırıldı. O anda sevgili Peygamberimiz ona bir hurma dalı uzatarak, savaşa devam etmesini buyurdu. Bu dal bir mûcize olarak kılıç oldu ve önüne gelenle vuruşmaya devam etti. Pek çok düşman öldürdü. Savaşın sonuna doğru Ebü'l-Hakem isminde bir müşrikin attığı oklarla arzu ettiği şehâdete kavuştu. Şehîd olunca, kâfirler cesedine hücûm ederek; burnunu, dudaklarını ve kulaklarını kestiler. Her tarafı kana boyandı."
Mücâhidler safında, kılıcının kınını kırıp; "Ölmek, kaçmaktan çok daha iyidir!" diyerek, müşriklerin arasına yalın kılıç dalan Kuzman, nice yiğitlikler, kahramanlıklar gösterdi. Tek başına yedi-sekiz kâfir öldürdü. Sonunda yaralanıp yere düştü. Eshâb-ı kirâm, onun bu kahramanlığına şaşıp, Peygamber efendimize bildirince; “O cehennemliktir" buyurdular. Katâde bin Nu'mân hazretleri, Kuzman'ın yanına varıp; "Ey Kuzman! Şehâdet sana mübârek olsun!" deyince, Kuzman; "Ben din gayreti için değil; Kureyşlilerin Medîne'ye gelip, hurmalığımı harâb etmemeleri için döğüştüm!" dedi. Sonra ok ile bilek damarlarını delip, intihar etti. Peygamber efendimizin; “O cehennemliktir!" buyurmasının hikmeti anlaşıldı.
Savaşın başından beri, başta âlemlerin efendisi sevgili Peygamberimiz olmak üzere, bütün Eshâb-ı kirâm büyük bir mücâdele verdiler. Şiddetli taarruzlar ile müşrik ordusunu geriye püskürttüler. Taştan, ağaçtan yaptıkları ve "Lat, Uzzâ, Hübel!" diye taptıkları putlardan fayda ve yardım isteyen müşrik gürûhu, mücâhidlerin bu kahramanlıkları karşısında bozulup kaçmaya başladı. Onları harbe teşvik etmek için gelen kadınlar, feryâdlar kopararak, kaçan askerlere yetişmeye çalışıyorlardı.
Kureyşli müşrikler, harp meydanını terk edip yanlarında getirdikleri malları bırakıp Mekke'ye doğru kaçmaya başlayınca, İslâm askerleri sevinerek, Allahü teâlânın kendilerine vâd ettiği zafere kavuştukları için hamdettiler. Sayı ve kuvvetçe kat kat üstünlüklerine rağmen müşrikler, müslümanlar karşısında perişân olmuşlardı. Birbirlerini çiğneyerek kaçarlarken, şanlı Eshâb da kovalıyor, yetiştiklerini vurarak öldürüyordu. Bu hengamede yeni evlenen Hanzala bin Ebû Âmir hazretleri, atı ile kaçmaya çalışan müşrik ordusunun baş kumandanı Ebû Süfyân'a yetişti. Atının bacaklarına kılıç vurarak atı yere çökertti. Yere düşen Ebû Süfyân, bütün gücüyle; "Ey Kureyşliler!... Yetişin!'... Ben Ebû Süfyân'ım! Hanzala beni kılıçla doğramak istiyor!..." diye feryâda başladı. Onunla birlikte kaçmaya çalışan müşrikler, bu hâli gördükleri hâlde can derdine düşmüşler, kumandanları ile ilgilenmemişlerdi. Ancak, o anda hazret-i Hanzala'nın hemen arkasında bulunan Şeddad bin Esved müşriki, mızrağını Hanzala'nın (radıyallahü anh) arkasına sapladı. Hazret-i Hanzala; "Allahü ekber!" diyerek bir hamle yapmak istediyse de yere yıkılıp şehîd oldu ve mübârek rûhu Cennet’e uçtu. Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz; “Ben, Hanzala'yı, meleklerin, gökle yer arasında, gümüş bir tepsi içinde yağmur suyu ile yıkadıklarını gördüm" buyurdu. Ebû Üseydî şöyle anlattı: "Resûlullah'ın bu sözünü işitince, Hanzala'nın yanına vardım. Başından yağmur suyu damlıyordu. Dönüp bunu Resûl-i ekreme haber verdim." Hazret-i Hanzala'ya, Gasîl-ül-melaike dediler."
Müşriklerin kaçtığını gören Ayneyn geçidindeki okçuların bâzıları, harbin bittiğini zannederek yerlerini terk ettiler. Kumandanları Abdullah bin Cübeyr ve oniki kişi yerlerinde kaldılar.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Mekkeli müşrikler, Bedr gazâsında uğradıkları bozgundan ders almadıkları gibi, bunun acısını da bir türlü unutamıyorlardı. Kureyş, ileri gelenlerinden bir çoğunu bu savaşta kaybetmişti. Ayrıca, Şam ticâret yolunun, müslümanların kontrolüne geçmesi, çileden çıkmalarına sebeb oluyordu.
Ebû Süfyân'ın başkanlığındaki ticâret kervanı, Mekke'ye yüzde yüz kârla dönmüştü. Sermâyeye iştirâk edenlerin çoğu, Bedr gazâsında öldüğünden, kervanın kârı Dâr-ün-Nedve denilen, müşriklerin karar almak için toplandıkları binâda muhâfaza ediliyordu.
Saffân bin Ümeyye, İkrime bin Ebî Cehl, Abdullah bin Rebîa gibi babalarını, kardeşlerini, kocalarını, oğullarını Bedr'de kaybedenler; "Müslümanlar, bizim büyüklerimizi öldürdü. Bizleri perişân etti. Artık onlardan intikâm almak zamanı geldi. Kervanın kârıyla, bir ordu hazırlıyalım. Medîne'yi basalım, intikâmımızı alalım" diye Ebû Süfyân'a başvurdular.
Ebû Cehl, Utbe, Şeybe gibi azılı kâfirler daha önce öldürüldüğü için, müşriklerin başında, henüz müslüman olmayan Ebû Süfyân bulunuyordu. Şam ticâretinde yüzbin altın elde edilmişti. Bunun yarısı sermâye, yarısı da kâr idi. Sermâye, sâhiplerine hemen dağıtılıp, kâr da ikiye ayrılarak yarısı ile silâh diğer yarısı ile de asker toplandı. Ayrıca şâir ve hatiplere de verildi. Hatipler ve şâirler halkı galeyana getirip, savaşa teşvik etmek için şiirler, mersiyeler okuyorlar; kadınlar def, dümbelek çalarak onlara iştirâk ediyorlardı. Müslümanları Medîne'den çıkarmak, sevgili Peygamberimizi ortadan kaldırmak ve İslâmiyeti yok etmek gayesinde olan müşrikler, civar kabîleleri de dolaşarak asker topladılar.
Nihâyet Mekke'de, 3000 kişilik büyük bir ordu hazırlandı. Bunların 700'ü zırhlı, 200'ü atlı olup, 3000 de develeri vardı. Çalgıcıların ve kadınların da iştirâk ettiği bu büyük orduya Ebû Süfyân komuta ediyordu. Hanımı Hind de kadınların başında olup, müşrikleri savaşa teşvikte pek ileri gidiyordu. Çünkü Bedr gazâsında babasını ve iki kardeşini kaybetmişti. Bunun acısını unutamıyor, kadınların harbe katılmamasını isteyenlere karşı; "Bedr harbini hatırlayın! Kadınlarınıza, çocuklarınıza kavuşmak için Bedr'den kaçtınız!... Bundan sonra kaçmak isteyenler, karşılarında bizleri bulacaklardır'…" diyerek onları susturuyordu. Bu şekilde Kureyşlileri tahrik ederek bütün gücüyle onları savaşa teşvik etti.
Müşriklerden Cübeyr bin Mut’im'in mızrak atmakta çok usta, pek mâhir olan Vahşî adlı bir kölesi vardı. Attığını vuran keskin bir nişâncı idi. Hind, babası Utbe'yi, Cübeyr de amcası Tuayma'yı Bedr'de öldürdüğü için, Hazret-i Hamza'ya karşı müthiş bir intikâm ateşi ile yanıp tutuşuyorlardı. Cübeyr, kölesi Vahşî’ye; "Eğer Hamza'yı (radıyallahü anh) öldurürsen, seni âzâd eder, serbest bırakırım!" dedi. Hind de; "Onu öldürürsen sana pek çok altın ve mücevherler vereceğim!" diyerek vâdlerde bulundu.
Bütün hazırlıklarını tamamlayan Kureyş ordusu, sancaklarını açarak; birini Talha bin Ebî Talha'ya, birini Ehâbîş'tan birine, birini Üveyf oğlu Süfyân'a verdiler.
Mekke'de hazırlıklar tamamlanmıştı. Hazret-i Abbâs; müşriklerin üçbin kişilik bir ordu kurduklarını, bunların yediyüzünün zırhlı, ikiyüzünün atlı olduğunu, üçbin develerinin ve sayısız silâhlarının bulunduğunu bildiren ve yola çıkmak üzere olduklarını haber veren, buna göre tedbir alınmasını isteyen bir mektubu, güvendiği bir kimseyle hemen Medîne'ye gönderdi.
Bunun üzerine Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, durumu incelemek üzere bir kaç arkadaşına vazife verdi. Bu sahâbîler, Mekke'ye doğru yol aldılar. Yolda müşrik ordusunun geldiğini haber alarak araştırmaya koyuldular. Kısa zamanda işlerini bitirerek sür’atle Medîne'ye döndüler. Gördükleri ve elde ettikleri bilgiler ile gelen mektup birbirine uyuyordu.
Âlemlerin efendisi, derhal hazırlığa başladı. Ayrıca ânî bir baskına uğramamak için, Medîne'nin çevresine nöbetçiler koyarak, tedbir aldı. Eshâb-ı kirâm, kısa zamanda toparlanarak, hazırlıklarını bitirdi. Evde kalanlarla vedalaşıp helâllaşarak, Sultân-ı enbiyâ efendimizin etrâfında toplandılar.
O gün Cumâ idi. Peygamber efendimiz, Eshâbına Cumâ namazını kıldırdı. Hutbede Allahü teâlânın dînini yaymak için cihâd etmenin, fî-sebîlillah çarpışmanın ehemmiyeti üzerinde durdular. Bu uğurda ölenlerin şehîd olup, Cennet’e gideceğini müjdelediler. Düşman karşısında sebât edenlere, güçlüklere karşı göğüs gerenlere, Allahü teâlânın yardım edeceğini haber verdiler.
Resûli ekrem efendimiz, Eshâb-ı kirâmıyla harbin nerede yapılması gerektiği üzerinde istişâre etmek istediğini ve o gece gördüğü bir rüyâyı anlattılar. Buyurdular ki: “Rüyâmda, kendimi sağlam bir zırh içinde gördüm. Kılıcım Zülfikâr'ın ağzında bir gedik açıldığını, boğazlanmış bir sığırı, arkasından da bir koçun getirildiğini gördüm." Eshâb-ı kirâm; "Yâ Resûlallah! Bu rüyâyı nasıl yordunuz?" diye sorduklarında ise; “Sağlam zırh giymek, Medîne'ye, Medîne'de kalmaya işârettir. Orada kalınız... Kılıcımın ağzında bir gedik açıldığını görmem, bir zarara uğrayacağıma işârettir. Boğazlanmış sığır, Eshâbımdan bâzılarının şehîd düşeceğine işârettir. Onun arkasından bir koçun getirilmesine gelince, koç, askerî bir birliğe işârettir ki, inşâallah onları cenâb-ı Hak öldürecektir" buyurdu.
Başka bir rivâyette de; “Rüyâmda kılıcımı yere çarptım, ağzı kırıldı. Bu Uhud günü Eshâbımdan bâzılarının şehîd düşeceklerine işârettir. Kılıcımı tekrar yere çarptım, eski düzgün hâline döndü. Bu da, Allahü teâlâdan bir feth geleceğine, mü’minlerin toplanacağına işârettir" buyruldu.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem kendisine vahiyle bildirilmeyen husûslarda, Eshâbıyla istişâre yapar, ona göre hareket ederdi. Düşmanı nerede karşılamak lâzım geldiği üzerinde, Eshâbdan bâzıları; "Medîne'de kalarak müdâfaa savaşı yapalım" dediler. Bu teklif, Peygamber efendimizin arzularına da uygundu. Hazret-i Ebû Bekr, Ömer, Sa'd bin Mu'âz (radıyallahü anhüm) gibi Eshâbın büyükleri, Peygamber efendimiz gibi düşünüyorlardı.
Ancak Bedr gazâsında bulunamayan kahraman ve genç sahâbîler; Bedr gazâsına katılan sahâbîlerin kazandığı ecir ve sevâbı, Bedr şehidlerinin ulaştığı yüksek dereceleri Peygamber efendimizden işittikçe, o harpde bulunamadıklarına son derece üzülmüşlerdi. Bunun için düşmanı Medîne dışında karşılamak ve göğüs göğüse çarpışmak istiyorlardı. Hazret-i Hamza, Nu'mân bin Mâlik, Sa'd bin Ubâde (radıyallahü anhüm) bunlardan idi. Hazret-i Hayseme izin alarak; "Yâ Resûlallah! Kureyşli müşrikler, çeşitli Arab kabîlelerinden asker topladılar. Develerine, atlarına binip topraklarımıza girdiler. Bizi evlerimizde ve kalelerimizde kuşatacak, sonra da dönüp gidecekler. Arkamızdan pek çok lâflar edecekler. Bu hâl onların cesâretlerinin artmasına sebep olacak, yeni baskınlar düzenleyeceklerdir. Şimdi onların karşısına çıkmazsak, diğer Arab kabîleleri bize göz dikecekler. Allahü teâlânın bize, müşriklerin karşısında zafer ihsân edeceğini umarım.
Şâyet ikincisi olursa ki şehîdliktir. Bedr beni ondan mahrûm eyledi. Halbuki ben onu pek özlemiştim. Oğlum Bedr gazâsına katılmayı istediğimi işittiğinde, benimle kur'a çekmişti. O benden daha talihli imiş, şehîdlik şerefine ulaştı.
Yâ Resûlallah! Şehîdliği çok özledim. Dün gece rüyâda oğlumu güzel bir sûrette gördüm. Cennet bahçeleri ve ırmakları arasında dolaşıyor ve bana; "Cennet eshâbına katıl! Ben, Allahü teâlânın vâd ettiği gerçeğe kavuştum!" diyordu.
Yâ Resûlallah! Vallahi, sabahleyin, oğluma Cennet arkadaşı olmayı ziyâdesiyle arzu etmeğe başladım. Artık yaşım da ilerledi. Rabbime kavuşmaktan başka murâdım kalmadı.
Canım sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Şehîd olup, oğluma Cennet’te arkadaş olmakla şereflenebilmem için, Allahü teâlâya duâ et!..." diyerek yalvardı. Onun bu isteğini, kırmadılar ve şehîd olması için duâ buyurdular.
Çoğunluğun bu fikirde olduğunu gören sevgili Peygamberimiz, düşmanı Medîne dışında karşılamak üzere karar verdiler. Sonra; (Ey Eshâbım!) Sabır ve sebât ederseniz, bu sefer de cenâb-ı Hak, size yardımını ihsân eder. Bize düşen, azm ve gayret göstermektir!" buyurdular.
İkindi namazını kıldıran Kâinatın sultânı, saâdetli ve mübârek evine vardılar. Arkalarından hazret-i Ebû Bekr ve Ömer (radıyallahü anhümâ), izin alarak girdiler. Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin sarığını sarmasına, zırhını giymesine yardım ettiler. Efendimiz, kılıcını kuşandı, kalkanını sırtına yerleştirdi.
Bu sırada dışarda Eshâb-ı kirâm toplanmış, Peygamber efendimizi bekliyorlardı. Medîne’de kalmak ve müdâfaa savaşı yapmak isteyenler, diğerlerine; "Resûlullah, Medîne dışına çıkmak fikrinde değildi. Sizin sözünüzle bunu kabûl etti. Halbuki Resûlullah, emri Allahü teâlâdan alır. Siz, bu işi O'na bırakınız. O'nun emrettiği şeyi işleyiniz" dediler. Diğerleri de yaptıklarına pişman oldular ve; "Resûl-i ekreme muhâlefet etmiş olmayalım" diyerek, bu fikirlerinden vaz geçtiler. Sevgili Peygamberimiz, saâdethânelerinden çıkınca, huzûr-ı şerîfine varıp; "Canımız sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Sen nasıl istiyorsan öyle yap. Medîne'de kalmak istiyorsan, kalalım. Biz senin emrine muhâlefet etmekten cenâb-ı Hakk'a sığınırız" diye özür dilediler. Habîb-i ekrem efendimiz de; “Bir peygamber, giymiş olduğu zırhını harbetmeden çıkarmaz. Tâ ki, cenâb-ı Allah onunla düşmanı arasında hükmedinceye kadar. Size nasîhatim şudur ki, emrettiğim şeyleri yapar, Allahü teâlânın ismini anarak sabredip sebât gösterirseniz, Allahü teâlâ size yardım edecektir..." buyurdular.
Bu sırada Amr bin Cemûh hazretleri, evinde dört oğluna; "Evladlarım! Beni de bu gazâya götürünüz!" diyor, oğulları da: Babacığım! Ayağının ârızalı olması sebebiyle, Allahü teâlâ seni mâzeretli saydı. Resûlullah, senin sefere gitmemene müsâde etti. Cihâda çıkmakla mükellef değilsin. Senin yerine biz gidiyoruz!" diyerek babalarını iknâya çalışıyorlardı. Fakat hazret-i Amr; "Yazıklar olsun sizin gibi evlâda! Bedr gazâsında da böyle diyerek, Cennet’i kazanmaktan beni alıkoymuştunuz. Bu seferden de mi mahrûm edeceksiniz?..." dedi. Sonra sevgili Peygamberimizin huzûruna çıktı ve; "Canım sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Oğullarım, bâzı özürler ileri sürerek, beni bu gazâdan mahrûm etmek istiyorlar. Vallahi ben, seninle beraber sefere çıkıp, Cennet’e girmekle şereflenmek istiyorum. Yâ Resûlallah! Sen, benim Allah yolunda çarpışmamı ve şehîd düşerek şu topal ayaklarımla Cennet’te gezmemi uygun görmez misin?" dedi. Fahr-i âlem efendimiz de; “Evet, uygun görürüm" buyurdular. Buna çok sevinen Amr bin Cemûh hazretleri, hazırlanarak orduya katıldı.
Medîne'de namaz kıldırmak üzere, Abdullah bin Ümmi Mektûm (radıyallahü anh) bırakıldı. Resûllerin sultânı, üç sancak bağladılar. Birini Habbâb bin Münzir'e, birini Üseyd bir Hudayr'a, diğerini de Mus’ab bin Ümeyr'e (radıyallahü anhüm) verdiler. Bin kişi civarında olan orduda; iki atlı, yüz de zırhlı bulunuyordu.
Zırhlarını giyen Sa'd bin Ubâde ile Sa’d bin Mu’âz hazretleri önde, sağda Muhâcirîn, solda Ensâr olmak üzere yola çıkan sevgili Peygamberimiz, Cumâ günü ikindiden sonra; "Allahü ekber!" tekbir sesleri arasında bayrama gider gibi, Uhud'a doğru yola çıktılar.
Yolda, yahudilerden meydana gelen altıyüz kişilik askerî bir birlikle karşılaştılar. Bunlar, münâfıkların başı Abdullah bin Übey bin Selûl'ün müttefikleri olup, İslâm ordusuna katılmak istiyorlardı. Peygamber efendimiz“Onlar, müslüman olmuşlar mıdır?" diye sordular. "Hayır, yâ Resûlallah" diyerek cevap verdiler. Efendimiz bu defâ; “Onlara gidip söyleyiniz, geri dönsünler. Çünkü biz müşriklere karşı, kâfirlerin yardımını istemeyiz" buyurdular.
Nebiyy-i muhterem sallallahü aleyhi vesellem efendimiz, Medîne ile Uhud arasındaki Şeyhayn denilen yere geldiler. Burada, geceyi geçirmek üzere konakladılar. Henüz güneş batmamıştı. Ordu içinde, düşmanla çarpışmak, ve şehitlik mertebesine kavuşmak isteyen çocuk yaşta sahâbîler de vardı. Sevgili Peygamberimiz, burada orduyu teftiş edince, onyedi kadar çocuğun bulunduğunu gördüler. İçlerinden Râfi' bin Hadîc, ayaklarının ucuna basarak yüksek görünmeye çalışıyordu. Hazret-i Züheyr'in; "Yâ Resûlallah! Râfi’ iyi ok atar" sözü üzerine, onu orduya aldılar. Bunu gören Semüre bin Cündüp; "Ben, güreşte Râfi'i yenebilirim. Onun için ben de gazâda bulunmak isterim" dedi. Peygamber efendimiz tebessüm buyurup, ikisini güreştirdi. Hazret-i Semüre, Râfi'i (radıyallahü anh) yenince, onu da mücâhidler arasına aldılar. Diğer çocuklar, Medîne’ye, orada bulunanları korumak üzere gönderildiler.
Akşam ve yatsı ezânını, Bilâl-i Habeşî (radıyallahü anh) yanık sesiyle okudu. Sevgili Peygamberimiz, namazı kıldırdıktan sonra, Muhammed bin Mesleme'yi (radıyallahü anh) elli kişilik bir birliğin başına verdiler ve sabaha kadar nöbet tutmalarını emir buyurdular. Eshâb-ı kirâm istirâhata çekildi. O gece, Peygamber efendimizin başucunda nöbet tutma şerefi hazret-i Zekvân'a nasîb olmuştu.
Bu arada düşman ordusu, İslâm ordusunun Şeyhayn'da istirâhata çekildiğini öğrenip, İkrime kumandasında bir süvâri birliğini devriye kolu kolarak vazifelendirdi. Henüz müslüman olmayan İkrime, birliğiyle Hare mevkiine kadar İslâm ordusuna sokulduysa da mücâhid devriyesinden korkarak, geri çekildi.
Fecirden sonra Âlemlerin efendisi, Eshâbını uyandırdı. Uhud Dağı’na geldiler. Burada iki ordu birbirini görebiliyordu. Bilâl-i Habeşî (radıyallahü anh), rûhları coşturan, içleri eriten yanık sesiyle sabah ezânını okudu. Mücâhidler, silâhlı olarak sevgili Peygamberimizin arkasında namazlarını kıldılar, duâlarını yaptılar. Kâinatın sultânı, üzerlerine ikinci bir zırh ve mübârek başlarına da miğferini giydiler.
Bu sırada, münâfıkların başı Abdullah bin Übey; "Biz, buraya kendimizi öldürtmeye mi geldik? Bunu baştan niye anlayamadık" diyerek, 300 kadar münâfıkla birlikte İslâm ordusunu terk ederek Medîne'ye geri döndü.
İnanan, gönül birliği yapan, canlarını, başlarını bu yola koyan ve gözünü kırpmayan, şehâdet rütbesine ulaşmak için can atanların sayısı yediyüz kadardı. Hepsi de, sevgili Peygamberimizi, kanlarının son damlasına kadar korumak üzere söz verdiler.
Peygamberlerin efendisi sallallahü aleyhi ve sellem, mücâhidleri nizâma soktu. Orduyu, arkası Uhud Dağı’na, önleri Medîne'ye gelecek şekilde yerleştirdi. Sağ kanada Ukâşe bin Mihsan'ı, sol kanada Ebû Seleme bin Abdülesed'i kumandan tâyin etti. Sa'd bin Ebî Vakkâs ile Ebû Ubeyde bin Cerrâh önde, okçu birliklerinin başında yer aldılar. Zırhlı kuvvetlerin başına Zübeyr bin Avvâm, öndeki zırhsız kuvvetlerin başına hazret-i Hamza geçtiler. Mİkdâd bin Amr'a, arkadaki kuvvetlerin başında vazife verildi (radıyallahü anhüm).
İslâm ordusunun sol tarafında Ayneyn tepesi vardı. Bu tepede dar bir geçit bulunuyordu. Resûl-i ekrem efendimiz, bu geçide Abdullah bin Cübeyr (radıyallahü anh) kumandasında, elli okçu koydu. Okçular geçitte yerlerini aldılar. Sevgili Peygamberimiz, yanlarına gelerek şu kesin emrini verdi; “Bizi arkamızdan koruyunuz. Yerinizde durunuz ve buradan hiç ayrılmayınız. Düşmanı yendiğimizi görseniz de size haber vermedikçe, adam göndermedikçe yerlerinizden aslâ ayrılmayınız. Düşmanın bizi öldüreceklerini, öldürdüklerini görseniz de, gelip bize yardımcı olmayınız. Onlardan bizi korumaya çalışmayınız. Size yöneldikçe, düşman süvârilerini oka tutunuz. Çünkü süvâriler, atılan oklara doğru gelemezler. Allah'ım! Bunları onlara tebliğ ettiğime seni şâhid tutarım!" Bu emirlerini bir kaç defâ tekrarlayan sevgili Peygamberimiz“Kuşların, cesedlerimizi kapıştıklarını görseniz dahi, ben size adam göndermedikçe kesinlikle yerinizden ayrılmayınız. Eğer bizim, kâfirleri kırıp, ayaklarımız altında çiğnediğimizi görseniz bile, yine ben size haber göndermedikçe aslâ yerinizi terk etmeyiniz!..." buyurdular. Sonra oradan ayrılıp, ordunun başına geçtiler.
Sancağı Mus’ab bin Ümeyr'e verdiler. Hazret-i Mus’ab, elinde sancak olduğu hâlde Peygamber efendimizin önünde yerini aldı. Bu sırada yeni evlenen hazret-i Hanzala, Medîne'den sür’atle Uhud'a gelip, mücâhid saflarına katıldı.
Uhud'a üç gün önce gelen müşrik ordusuna Ebû Süfyân kumanda ediyordu. Onlar Medîne'yi arkalarına alacak şekilde yerleştiler. Sağ kanattaki süvârileri Hâlîd bin Velîd, sol kanattaki süvârileri de İkrime kumanda edecekti. Saffân bin Ümeyye'nin de süvâri birliklerinin başında vazife aldığı rivâyet edilmiştir. Müşrik sancağını Talha bin Ebî Talha taşıyordu.
İki ordu arasındaki güç dengesi çok farklıydı. Kureyş ordusu; sayı, silâh ve teçhîzât yönünden, İslâm ordusunun dört mislinden fazlaydı. Kureyş ordusunda; gürültü ve şamatadan geçilmiyor, intikâm hırslarıyla gözleri dönen kadınlar def, dümbelek çalıyor, şarkılar söyleyerek askeri savaşa teşvik ediyor, taptıkları putlardan yardım istiyorlardı.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget