Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, hazret-i Hadîce vâlidemizin vefâtından sonra, ikinci defâ olarak; ellibeş yaşında iken hazret-i Ebû Bekrin kızı hazret-i Âişe vâlidemizle evlendi. Allahü teâlânın emri ile nikâh eylemişti. Âhırete irtihâl edinceye kadar, sekiz sene onunla yaşadı.
Diğer evliliklerini hep dîni, siyâsî sebeplerle veya merhamet ve ihsân ederek yapmıştır. Bunların hepsi dul olup, çoğu yaşlı idi. Meselâ, Mekke'deki kâfirlerin, müslümanlara eziyet ve zararları dayanılamayacak bir dereceye geldikte, Eshâb-ı kirâmın bir kısmı Habeşistan'a hicret etmişti. Habeş pâdişahı Necâşî, hıristiyan idi. Müslümanlara çeşitli şeyler sorup, aldığı olgun cevaplara hayran kalarak îmâna geldi. Müslümanlara çok iyilik yaptı. İmânı zayıf olan Ubeydullah bin Cahş, fakirlikten kurtulmak için papazlara aldanıp mürted olmuş, dînini dünyâya değişmişti. Resûlullah efendimizin halasının oğlu olan bu mel’ûn, karısı Ümm-i Habîbe'yi de (radıyallahü anhâ) dinden çıkıp zengin olmaya cebr ve teşvik etti ise de, kadın, fakirliğe ve ölüme râzı olacağını, fakat Muhammed aleyhisselâmın dininden çıkmayacağını söyleyince, bunu boşadı. Sürünerek, sefâletten ölmesini bekliyordu. Fakat, az zamanda kendi öldü. Ümm-i Habîbe, Mekke’deki Kureyş'in o zamanki başkumandanı Ebû Süfyân'ın kızı idi. Resûlullah efendimiz, o zamanlarda, Kureyş orduları ile çok çetin muhârebelerde bulunuyor ve Ebû Süfyân, İslâmiyeti yok etmek için son gayreti ile çarpışıyordu. Resûlullah, Ümm-i Habîbe'nin dîninin kuvvetini ve başına gelen çok acı hâli işitti. Necâşî'ye mektup yazıp; “Oradaki Ümm-i Habîbe ile evleneceğim. Nikâhımı yap! Sonra kendisini buraya gönder" şeklinde talepte bulundu. Necâşî daha önce müslüman olmuştu. Mektuba çok hürmet edip, oradaki müslümanları sarayına dâvet ederek, ziyâfet verdi. Hicretin yedinci yılında nikâh yapılıp, hediye ve ihsânlarda bulundu. Bu sûretle Ümm-i Habîbe, îmânının mükâfatına kavuşarak, orada zengin ve rahat oldu. Onun sayesinde, diğer müslümanlar da rahat etti. Cennet’de, kadınlar kocalarının yanında bulunacakları için, Cennet’in en yüksek derecesi ile müjdelenmiş oldu ki, dünyânın bütün zevk ve nîmetleri, bu müjde yanında pek küçük kalır. Bu nikâh, Ebû Süfyân'ın ilerde müslüman olmakla şereflenmesini hazırlayan sebeplerden birisi oldu. Görülüyor ki, bu nikâh, Resûlullah'ın aklının, zekâsının, dehâsının, ihsânının ve merhametinin derecesini de göstermektedir.
İkinci misâl olarak; hazret-i Ömer'in kızı Hafsa (radıyallahü anhâ) dul kalmıştı. Hicretin üçüncü yılında hazret-i Ömer, hazret-i Ebû Bekr'e ve hazret-i Osman'a; "Kızımı alır mısın?" dedikde, düşüneyim demişlerdi. Bir gün, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, her üçü ve başkaları yanında iken; “Yâ Ömer! Seni üzüntülü görüyorum, sebebi nedir?" diye sordu. Bir şişedeki mürekkebin rengi kolay görüldüğü gibi, Resûlullah efendimiz de, herkesin düşüncesini, bir bakışta anlardı. Lüzum görürse sorardı. Ona, hattâ herkese doğru söylememiz farz olduğundan, hazret-i Ömer de; "Yâ Resûlallah! Kızımı Ebû Bekr'e ve Osman'a teklif ettim, almadılar" cevâbını verdi. Resûlullah, en çok sevdiği bu üç Eshâbının üzülmesini hiç istemediğinden, onları sevindirmek için, hemen buyurdu ki: “Yâ Ömer! Kızını, Ebû Bekr'den ve Osman'dan daha iyi birisine vermemi ister misin?" Hazret-i Ömer şaşırdı. Çünkü hazret-i Ebû Bekr'den ve hazret-i Osman'dan daha iyi kimse olmadığını biliyordu. "Evet, yâ Resûlallah!" dedi. “Yâ Ömer, kızını bana ver!" buyurdu. Bu sûretle, Hafsa (radıyallahü anhâ), hazret-i Ebû Bekr'in ve hazret-i Osman'ın ve bütün mü’minlerin anneleri oldu ve bunlar, ona hizmetçi oldu ve hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer ve hazret-i Osman birbirlerine daha yakın ve daha sevgili oldular.
Üçüncü bir misâl; hicretin beş veya altıncı senesinde, Benî Mustalak kabîlesinden alınan yüzlerce esir arasında, Cüveyriyye (radıyallahü anhâ), kabîlenin reîsi Hâris'in kızı idi. Bunu satın alıp âzâd ederek, kendilerine nikâh edince, Eshâb-ı kirâmın aleyhimürrıdvân hepsi; "Biz Resûlullah efendimizin âilesinin, annemizin akrabâsını câriye olarak, hizmetçi olarak kullanmaktan hayâ ederiz" dedi. Hepsi, esirlerini âzâd etti. Bu nikâh, yüzlerce esirin âzâd olmasına sebeb oldu. Cüveyriyye (radıyallahü anhâ), bu hâli her zaman söyleyerek öğünürdü. Âişe (radıyallahü anhâ) "Cüveyriyye'den daha hayırlı, daha bereketli bir kadın görmedim" derdi.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Ulemâ-i râsihîn denilen, hem zâhîr ve hem de bâtın bilgilerinde üstâd ve Peygamber efendimize vâris olan yüksek İslâm âlimleri, O'nu bütün güzellikleriyle görmüş ve âşık olmuşlardır. Bunların en başında Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü anh) gelmektedir. O, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizdeki nübüvvet nûrunu görüp; üstünlük, güzellik ve yüksekliklerini idrâk ederek, âşık olmuş ve bunda öyle ileri gitmiştir ki, başka hiç bir kimse onun gibi olamamıştır. Hazret-i Ebû Bekr, her an, her baktığı yerde Resûlullah efendimizi görürdü. Bir keresinde hâlini; "Yâ Resûlallah! Nereye baksam sizi görüyorum" diye arzetmişti. Bir keresinde de; "Bütün iyiliklerimi, sizin bir sehvinize (yanılmanıza) değişirim" demişti. Resûlullah efendimizin güzelliğini en iyi görüp anlayan ve anlatanlardan biri de, mü’minlerin annesi hazret-i Âişe vâlidemiz idi. Hazret-i Âişe; âlim, müctehid, akıllı, zekî, edîb idi. Gayet beliğ ve fasîh konuşurdu. Kur'ân-ı kerîmin mânâlarını, helâl ve haramları, Arab şiirlerini ve hesap ilmini çok iyi bilirdi. Resûlullah'ı medheden şiirleri vardır. Şu iki beyti, hazret-i Âişe vâlidemiz söylemiştir:
"Ve lev semî'ü fî Mısre evsâfe haddihî;
Lemâ bezelû fî sevmi Yûsüfe min nakdin.
Levvâmî Zelihâ lev reeyne cebînehû,
Le âserne bilkat'il kulûbi alel eydî."
Tercümesi:
"Eğer Mısır'dakiler, O'nun (Peygamber efendimizin) yanaklarının güzelliğini işitmiş olsalardı; (güzelliği dillere destan olan) Yûsuf aleyhisselâma hiç para vermezlerdi. Yâni bütün mallarını, onun yanaklarını görebilmek için saklarlardı. Zelihâ'yı, "Yûsuf aleyhisselâma âşık oldu diyerek" kötüleyen kadınlar, Resûlullah'ın nûrlu alnını görselerdi, ellerinin yerine kalblerini keserlerdi de acısını duymazlardı."
Hazret-i Âişe vâlidemiz buyuruyor ki: "Bir gün Resûlullah, mübârek nalınlarının kayışlarını çıkarıyordu. Ben de iplik eğiriyordum. Mübârek yüzüne baktım. Parlak alnından ter damlıyordu. Ter damlası, her tarafa nûr saçıyor, gözlerimi kamaştırıyordu. Şaşa kaldım. Bana doğru bakıp; “Sana ne oldu ki, böyle dalgın duruyorsun" buyurdu. "Yâ Resûlallah! Mübârek yüzündeki nûrların parlaklığına ve mübârek alnındaki ter dânelerinin saçtıkları ışıklara bakarak kendimden geçtim" dedim. Resûlullah, kalkıp yanıma geldi. Gözlerimin arasından öptü ve; “Yâ Âişe! Allahü teâlâ sana iyilikler versin! Beni sevindirdiğin gibi, seni sevindiremedim" buyurdu. Yâni senin beni sevindirmen, benim seni sevindirmemden çoktur buyurdu. Hazret-i Âişe'nin mübârek gözlerinin arasını öpmesi, Resûlullah efendimizi severek, O'nun cemâlini anlayarak gördüğü içindir. Bu sebeple takdir ve taltif edilmiştir.
Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin, mübârek bedeninde toplanan, bâtinî güzellikleri gösteren görünen güzellikler, hiç bir ferdin bedeninde toplanmamıştır. İmâm-ı Kurtubî hazretleri şöyle rivâyet etmiştir: "Resûl-i ekrem efendimizin güzelliği büsbütün görünmemiştir. Eğer hakîkî güzelliği görünseydi, Eshâb-ı kirâm O'na bakmaya tâkât getiremezdi. Şâyet hakîkî güzelliğini gösterseydi, hiç kimse bakmaya dayanamazdı."
Yûsuf aleyhisselâm, zâhirî; Resûlullah efendimiz de, bâtınî güzellikleriyle insanlara göründüler. Yûsuf aleyhisselâmın cemâli görülünce eller kesildi. Resûlullah efendimizin kemâli ile zünnarlar kesildi, putlar kırıldı ve küfür bulutları dağıldı. Eshâb-ı kirâm radıyallahü anhüm, Peygamber efendimize; "Yâ Resûlallah! Siz mi güzelsiniz, Yûsuf aleyhisselâm mı daha güzeldi?" diye sordular. Efendimiz cevap olarak; “Kardeşim Yûsuf benden sabîh (güzel), ben ondan melîhim (sevimliyim). Onun görünen güzelliği, benim görünen güzelliğimden çoktur" buyurdular. Peygamber efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde; Allahü teâlânın gönderdiği her peygamber güzel yüzlü, güzel seslidir. Sizin Peygamberiniz ise, onların en güzel yüzlüsü ve en güzel seslisidir" buyurdular.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin, Kur'ân-ı kerîmde geçen isimlerinden biri de Kur'ân-ı kerîmin kalbi olan Yâsîn sûresindeki "Yâsîn" kelimesidir. Ulemâ-i râsihînin büyüklerinden olan Seyyid Abdülhakim-i Arvasi hazretleri; "Yâsîn, "Ey benim muhabbet deryâmın dalgıcı olan habîbim" demektir" buyurmuştur. Bu deryanın ismini duyanlar, uzaktan görenler, yakınına gelenler, içine girip nasîbi kadar derine inenlerin hepsi, ömürlerinin her safhasında Resûlullah'ın aşkı ile yanıp tutuşmuşlar, yanık feryâdlar, içli gözyaşları ve yakıcı mısralarla bu aşklarını dile getirmişlerdir. Bunların içinde en büyük ve meşhûrlarından biri olan ve bu muhabbet deryâsından büyük pay alan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleridir. O, Resûlullah efendimize olan muhabbet ve aşkını dile getirdiği kasîdelerinden birinde şunları yazmaktadır:
Serveri âlem, sana âşık olup da, yanarım!
Her nerede olsam, o güzel cemâlin ararım.
Kâbe kavseyn tahtının sultânı sen, ben bir hiçim,
Misâfirinim dememi, saygısızlık sayarım.
Her şey cihânda senin şerefine yaratıldı,
Rahmetin bana da yağsa, o ân olur behârım.
Herkes Kâbe'yi tavâf için geliyor Hicaz'a,
Sana kavuşmak şevkiyle, ben dağları aşarım.
Seâdet tâcı giydirildi, rüyâda başıma,
Ayağın toprağı serpildi yüzüme sanırım.
Dostunu öven âşıkların bülbülü, ey Câmî!
Dîvanında şu yazılar, oluyor tercümânım;
"Dili sarkmış, susuz kalmış, uyuz bir köpek gibi,
Senin ihsân denizinden bir damla arzularım."
Peygamber efendimizi medheden parça parça yazılmış şiirler ve medhiyeler bir tarafa, O'nun için pek çok eser yazılmıştır. Bunları yazanlar içinde şöhretleri ve san’atları bütün dünyâyı ve asırları kaplamış olanları bile, Resûlullah'ı medhetmekten âciz olduklarını beyân etmişlerdir. O'nu görüp güzelliğine âşık olanlar, dilleri döndüğü kadar anlatmağa çalışmışlar, o güzelliği bildirmeğe insan gücü yetmez demişlerdir. İslâm âlimlerinin kitaplarında o âşıkların haber verdiklerinden yüzlercesi yazılmıştır. Okuyanlar, Allahü teâlânın, sevgili Peygamberini, düşünülemiyecek bir düzende ve bakmağa doyulamayacak bir güzellikte yaratmış olduğunu hemen anlarlar. Görmeden, O'na gönül verirler. Habîbullah'a âşık olanlar, her nefeste, ciğerlerine giren havanın serinliğinde, O'nun sevgisinin tadını duyarlar. Aya her bakışlarında, O'nun mübârek gözlerinden gelmiş olan ışınların akslerini aramakla zevklenirler. O'nun güzelliği deryâsından bir damlaya kavuşanların her zerresi;
"Güzel yanağını bilen, güle hiç bakmaz,
Senin sevginde eriyen, derman aramaz!"
diye söyler.
Enes bin Mâlik'den (radıyallahü anh) rivâyetle bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Hiç biriniz, ben ona, evlâdından da, pederinden de ve bütün halktan daha sevgili olmadıkça îmân etmiş olmaz."
Bir gün Hazret-i Ömer, Peygamber efendimize; "Yâ Resûlallah! Allahü teâlâya yemîn ederim ki, canım hariç, bana her şeyden sevgilisin" dedi. Resûlullah efendimiz ise; “Ben, kendisine canından daha sevgili olmadıkça, sizden biriniz aslâ îmân etmiş olmaz" buyurdular. Bunun üzerine Hazret-i Ömer; "Yâ Resûlallah! Sana Kur'ân-ı kerîmi gönderen Allahü teâlâya yemin ederim ki, sen bana canımdan daha sevgilisin" deyince, “Ey Ömer, şimdi (tamam) oldu" buyurdular.
Bir kimse, Resûlullah efendimize gelip dedi ki: "Ey Allahü teâlânın Resûlü! Kıyâmet ne zaman kopacaktır?" Peygamber efendimiz“Kıyâmet için ne hazırladın?" buyurdular. O kimse; "Evet, çok namaz kılarak, oruç tutarak, sadaka vererek kıyâmet için hazırlanmadım. Lâkin ben, Allahü teâlâyı ve O'nun Resûlünü seviyorum" dedi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz“Kişi sevdiği ile beraberdir" buyurdular.
Resûlullah'ı sevmek, bütün müslümanlara farz-ı ayndır. O serverin sevgisi bir gönüle yerleşirse, İslâmiyeti yaşamak, îmânın ve İslâmın tadına, doyulmaz zevkine ermek, çok kolay olur. Bu sevgi, iki cihânın Efendisine tam uymaya sebeb olur. Bu sevgi ile, Allahü teâlânın, Habîbine ikrâm ettiği sonsuz ve anlatılması mümkün olmayan nîmetlere ve bereketlere kavuşmakla şereflenilir. Küçük-büyük her müslümanı, doğrudan doğruya Resûlullah'ın sevgisine götüren Ehl-i sünnet âlimleri ve kitapları, bu bereketlerin senetleridir.
Resûl aleyhisselâmın mübârek ismini anan veya duyan mü’minin, Resûlullah'ın şerefli meclisinde bulunuyormuş gibi; sükûnet, edeb, kalb ve bedenle tâzim üzere bulunması vâcibdir.
Vefâtından sonra Peygamber efendimizin ayrılığına dayanamayan Bilâl-i Habeşî hazretleri, Şam'a gitmiş, burada bir müddet kaldıktan sonra, bir gece rüyâsında Peygamber efendimizi görmüş ve; "Beni ziyâret etmeyecek misin yâ Bilâl?" buyurması üzerine Medîne'nin yolunu tutmuştur. Medîne-i münevvereye gelince, doğruca Peygamberimizin kabr-i şerîfine giden, büyük bir hürmet ve hasretle ziyârette bulunan Bilâl-i Habeşî, Resûlullah efendimizle geçirdiği günleri hatırlayıp, hasret ve muhabbet gözyaşları döktü. Uzun müddet ağladıktan sonra, Resûlullah'ın torunları hazret-i Hasen ve hazret-i Hüseyn’in ısrarları ile bir gün, sabah namazı vaktinde ezân okumaya başladı. Onun sesini duyan herkes, sokaklara döküldüler ve Resûlullah ile yaşadıkları seâdetli günleri, Bilâl-i Habeşî'nin okuduğu ezân sadâlarıyla hatırlayıp ağladılar. Bilâl-i Habeşî hazretleri de, ağlamaktan ezânı güçlükle tamamlayabildi.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Habîb-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin görünüşünün anlatılmasına Hilye-i seâdet denir.
İslâm âlimleri, Muhammed aleyhisselâmın görünen bütün uzuvlarını, şeklini, sıfatlarını, güzel huylarını ve bütün inceliklerine varıncaya kadar hayatının tamamını açık bir şekilde senet ve vesikaları ile yazmışlardır. Bu bilgiler, bizzat Peygamber efendimizin kendi beyânları olan hadîs-i şerîflerinden ve Eshâbının bildirdiği haberlerden toplanmıştır. Bunları ihtivâ eden eserlere, siyer kitapları denmektedir. Binlerce siyer kitabı arasında, Peygamber efendimizin hilye-i seâdetini bildiren en meşhûr kitaplar; İmâm-ı Tirmizî'nin "Eş-Şemâil-ür-Resûl"ü ve Kâdı Iyâd'ın "Şifâ-i şerîfi ile İmâm-ı Beyhekî'nin ve Ebû Nuaym İsfehânî'nin "Delâil-ün-Nübüvve"leri, bir de İmâm-ı Kastalânî hazretlerinin "Mevâhib-i Ledünniye" adlı eseridir.
Hadîs-i şerîflerde ve Eshâb-ı kirâmın bildirdiği haberlerde, sevgili Peygamberimizin hilye-i seâdeti şöyle bildirilmektedir:
Fahr-i kâinatın mübârek yüzü ile bütün âzâ-i şerîfesi ve mübârek sesi, bütün insanların yüzlerinden ve âzâlarından ve seslerinden güzel idi. Mübârek yüzü bir miktar yuvarlak idi ve neş'eli olduğu zamanda, ay gibi nûrlanırdı. Sevindiği, mübârek alnından belli olurdu. Resûlullah efendimiz gündüz nasıl görürse, gece de öyle görürdü. Önünde olanları gördüğü gibi, arkasında olanları da görürdü. Yana ve geriye bakacağı zaman, bütün bedeni ile dönüp bakardı. Yeryüzüne, semâdan daha çok bakardı. Mübârek gözleri büyük ve kirpikleri uzun idi. Mübârek gözlerinde bir miktar kırmızılık vardı ve gözlerinin karası gâyet siyah olup, geceleri sürme çekerdi. Fahr-i âlemin sallallahü aleyhi ve sellem alnı açık idi. Mübârek kaşları ince olup, kaşları arası açık idi. İki kaşı arasındaki damar, hiddetlenince kabarırdı. Mübârek burnu gâyet güzel olup, orta yeri bir miktar yüksek idi. Mübârek başı büyük idi. Mübârek ağzı küçük değildi. Mübârek dişleri beyaz olup, öndekiler seyrek idi. Söz söyleyince, sanki dişleri arasından nûr çıkardı. Allahü teâlânın kulları arasında O'ndan daha fasîh ve daha tatlı sözlü kimse görülmedi. Mübârek sözleri gâyet kolay anlaşılır, gönülleri alır ve rûhları çekerdi. Söz söylediği zaman, kelimeler inci gibi dizilirdi. Bir kimse saymak istese, kelimelerini saymak mümkün idi. Bazen iyi anlaşılması için, üç kere tekrar ederdi. Cennet’te Muhammed aleyhisselâm gibi konuşulacaktır. Mübârek sesi, kimsenin sesinin yetişemediği yere ulaşırdı.
Fahr-i âlem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, güler yüzlü idi. Tebessüm ederek güler ve mübârek ön dişleri görünürdü. Gülünce, nûru duvarlar üzerine aks ederdi. Ağlaması da, gülmesi gibi hafif idi. Kahkaha ile gülmez, yüksek sesle de ağlamazdı. Ama üzülünce, mübârek gözlerinden yaş akar, mübârek göğsünün sesi işitilirdi. Ümmetinin günâhlarını düşününce, Allahü teâlânın korkusundan ve Kur'ân-ı kerîmi işitince ve bâzan da namaz kılarken ağlardı.
Fahr-i âlem efendimizin, mübârek parmakları iri ve mübârek kolları etli idi. Mübârek avuçlarının içi geniş idi. Bütün vücûdunun kokusu, miskten güzel idi. Mübârek bedeni, hem yumuşak, hem de kuvvetli idi. Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) diyor ki: "Resûlullah'a on sene hizmet ettim. Mübârek elleri ipekten yumuşak idi. Mübârek teni miskten ve çiçekten daha güzel kokuyordu. Mübârek kolları, ayakları ve parmakları uzun idi. Mübârek ayaklarının parmakları iri, altı da çok yüksek olmayıp yumuşak idi. Mübârek karnı geniş olup, göğsü ile aynı hizada idi. Omuz başının kemikleri iri olup mübârek göğsü genişti. Resûlullah efendimizin kalb-i şerîfi, nazargâh-ı ilâhî idi.
Resûl-i ekrem efendimiz, çok uzun boylu olmadığı gibi, kısa da değildi. Yanına uzun bir kimse gelse, ondan uzun görünürdü. Oturduğu zaman, mübârek omuzu, oturanların hepsinden yukarı olurdu.
Mübârek saçları va sakallarının kılı çok kıvırcık ve çok düz değil, yaratılışda, ondüle idi. Mübârek saçları uzundu. Önceleri kâkül bırakırdı, sonradan ikiye ayırır oldu. Mübârek saçlarını bâzan uzatır, bâzan da keser, kısaltırdı. Saç ve sakalını boyamazdı. Vefât ettiği zamanda, saç ve sakalındaki ak kılların sayısı yirmiden az idi. Mübârek bıyığını kırkardı. Bıyıklarının uzunluğu ve şekli, mübârek kaşları kadar idi. Emrinde husûsi berberleri var idi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, misvâkını ve tarağını yanından ayırmazdı. Mübârek saçını ve sakalını tararken aynaya nazar ederdi. Fahr-i kâinat efendimiz, önüne bakarak, sür’atle yürür ve bir yerden geçtiği, güzel kokusundan belli olurdu. Resûlullah efendimiz, Arab idi. Yâni kırmızı ile karışık beyaz benizli olup, gâyet güzel, nûrlu ve sevimli idi. Bir kimse, Peygamber efendimize siyah dese, kâfir olur.
Arab, lügatda, güzel demektir. Meselâ, lisân-ı Arab, güzel dil demektir. Istılâh mânâsı ise, yâni coğrafyada Arab demek, Arabistan ismindeki yarımadada doğup büyüyen, oranın iklimi, havası, suyu ve gıdası ile yetişen ve onların kanından olan kimse demektir. Anadolu'daki kandan gelenlere Türk, Bulgaristan'da doğup büyüyenlere Bulgar, Almanya'dakilere Alman dedikleri gibi, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem de, Arabistan yarımadasında doğduğu için Arab'dır. Arablar beyaz, buğday benizli olur. Bilhassa Peygamberimizin sülalesi beyaz ve çok güzel idi. Zâten dedeleri İbrâhim aleyhisselâm, beyaz olup, Basra şehri ahâlisinden Târuh isminde beyaz bir müslümanın oğlu idi. Kâfir olan Âzer, İbrâhim aleyhisselâmın babası, değil, amcası ve üvey babası idi.
Sevgili Peygamberimizin babası Abdullah'ın güzelliği, Mısır'a kadar yayılmıştı ve alnındaki nûrdan dolayı, ikiyüze yakın kız, evlenmek için Mekke'ye gelmişti. Fakat, Muhammed aleyhisselâmın nûru, Âmine'ye nasîb oldu.
Amcası Abbâs ile Abbâs'ın oğlu Abdullah da beyaz idi. Peygamberimizin kıyâmete kadar evlâdı da güzel ve beyazdır.
Resûlullah'ın Eshâbı da beyaz ve güzel idi. Osman (radıyallahü anh), beyaz sarışın idi. Resûlullah efendimizin, Rum imparatoru Heraklius hükümetine gönderdiği sefîri Dıhye-i Kelbî çok güzel olup, sokaklarda gezerken, yüzünü görmek için Rum kızları sokaklara çıkardı. Cebrâil aleyhisselâm çok defâ, Dıhye (radıyallahü anh) şeklinde gelirdi.
Mısır, Şam, Afrika, Sicilya ve İspanya yerlileri Arab değildir. Arablar, İslâmiyeti dünyâya yaymak için, Arabistan yarımadasından çıkarak buralara geldiklerinden, bugün buralarda da mevcûttur. Nitekim Anadolu'da, Hindistan'da ve başka memleketlerde de mevcûttur. Fakat, bu gün bu memleketlerin hiç birinin ahâlisini Arab diye isimlendirmek doğru olmaz.
Mısır ahâlisi esmerdir. Habeşistan ahâlisi siyahtır. Bunlara Habeş denir. Zengibâr ahâlisine Zencî denir. Bunlar da siyahtır. Peygamberimizin akrabâsını, torunlarını sevmek ve saymak ibâdettir. Onları her müslüman sever. Anadolu'ya misâfir gelen siyah fellahlar, habeşler, zenciler, hürmet ve ikrâm olunmak için, kendilerini, Arab diye tanıtmışlar, Anadolu'nun saf müslümanları da sözlerine inanıp bunları sevmişlerdir. Çünkü bu sevgide siyah, beyaz ayırımı yoktur. Siyah bir müslüman, beyaz bir kâfirden kat kat daha üstün, daha kıymetli ve sevimlidir. İnsanın siyah olması, îmânın şerefini azaltmaz. Bilâl-i Habeşî hazretleri ve Resûlullah'ın çok sevdiği Üsâme siyah idiler. Kötülükleri ve aşağılıkları herkesçe bilinen Ebû Leheb ve Ebû Cehl kâfirleri beyaz idiler. Allahü teâlâ insanın rengine değil, îmânının kuvvetine ve takvâsına kıymet vermektedir. Fakat, siyahların kendilerini Arab olarak tanıtmaları, İslâm düşmanlarının, yahudilerin işlerine yaradı. Bir yandan, siyah insanları, aşağı ve iğrenç olarak tanıttılar. Bunları köle olarak kullandılar. Bir yandan da kara kedileri, köpekleri, "Arab, Arab" diye çağırarak, gazete ve mecmualara yaptıkları siyah resim ve karikatürlere Arab diyerek, gençliğe, Arabı siyah olarak tanıtmağa, böylece, müslüman yavrularını Peygamberimizden soğutmağa uğraştılar.
Güzel huyların hepsi, sevgili Peygamberimizde toplanmıştı. Güzel huyları, vehbî yâni Allahü teâlâ tarafından verilmiş olup, kesbî yâni çalışarak, sonradan kazanmış değildir. Bir müslümanın ismini söyleyerek hiç bir zaman lânet etmemiş ve aslâ mübârek eliyle kimseyi döğmemiştir. Allah için intikâm almış; kendi için, hiç bir kimseden intikâm almamıştır. Akrabâsına, Eshâbına ve hizmetçilerine tevâzû ederek, iyi muâmele eylerdi. Ev içinde çok yumuşak ve güler yüzlü idi. Hastaları ziyârete gider, cenâzelerde bulunurdu. Eshâbının işlerine yardım eder, çocuklarını kucağına alırdı. Fakat kalbi bunlarla meşgûl olmazdı. Mübârek rûhu, melekler âleminde idi.
Resûlullah efendimizi, ansızın gören kimseyi korku kaplardı. Kendisi yumuşak davranmasaydı, peygamberlik hâllerinden, kimse yanında oturamaz, sözünü işitmeye tâkat getiremezdi. Halbuki kendisi, hayâsından, mübârek gözleri ile kimsenin yüzüne bakmazdı. Fahr-i âlem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, insanların en cömerdi idi. Bir şey istenip de yok dediği görülmemiştir. İstenilen şey varsa verir, yoksa cevap vermezdi. O kadar iyilikleri, o kadar ihsânları vardı ki, Rum imparatorları, İran şahları ve hiç bir hükümdâr, O'nun kadar ihsân yapamazdı. Fakat kendisi sıkıntı ile yaşamağı severdi. Öyle bir hayat sürerdi ki, yemek ve içmek hatırına bile gelmezdi. Yemek getirin yiyelim veya falanca yemeği pişiriniz demezdi. Yemek getirilirse yer, her ne meyve verseler kabûl ederdi Bazen aylarca az yer, açlığı severdi. Bazen da çok yerdi. Yemek sonunda su içmezdi. Suyu otururken içerdi. Başkaları ile yemek yerken, herkesten sonra el çekerdi. Herkesin hediyesini kabûl ederdi. Hediye getirene karşılık olarak kat kat fazlasını verirdi.
Çeşitli elbise giymek âdeti idi. Yabancı devlet sefîrleri gelince süslenip, kıymetli ve nefis elbise giyerek, güzel yüzünü gösterirdi. Taşı akîkten, gümüş yüzük takar ve mühür olarak kullanırdı. Yüzüğü üzerinde "Muhammedün Resûlullah" yazılı idi. Yatağı deriden olup, içi hurma ağacının lifleri ile dolu idi, Bazen bu yatak üzerine, bâzan yere serili deri üzerine, bâzan da hasır veya kuru toprak üzerine yatardı. Mübârek avucunun içini sağ yanağının altına koyup, sağ yanı üzerine yatardı. Zekât malı almaz, çiğ soğan ve sarımsak gibi şeyler yemez ve şiir söylemezdi.
Peygamber efendimizin mübârek gözleri uyur, kalb-i şerîfi uyumazdı. Aç yatıp tok kalkardı. Hiç esnemezdi. Mübârek vücûdu nûranî olup, gölgesi yere düşmezdi. Elbisesine sinek konmaz, sivrisinek ve diğer böcekler mübârek kanını içmezdi. Allahü teâlâ tarafından Resûlullah olduğu bildirildikten sonra, şeytanlar göklere çıkarak haber alamaz ve kâhinler söyleyemez oldular. Server-i âlem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, bizim bilmediğimiz bir hayat ile şimdi hayattadır. Cesed-i şerîfi asla çürümez. Kabrinde bir melek durup, ümmetinin söyledikleri salevât-ı şerîfeleri kendisine haber verir. Minberi ile kabr-i şerîfi arasına Ravda-i mutahhara denir. Burası Cennet bahçelerindendir. Kabr-i şerîfini ziyâret etmek, tâatlerin en büyüğü ve ibâdetlerin en kıymetlisidir.
Peygamber efendimizin güzelliğini, Eshâb-ı kirâmın büyükleri şöyle anlattı: Ebû Hüreyre (radıyallahü anh); "Resûlullah'tan daha güzel bir kimse görmedim, sanki güneş bütün parlaklığı ile yüzünde parlıyordu. Güldüğü zaman, dişleri duvarlara aydınlık saçardı" buyurdu,
İbn-i Ebî Hâle (radıyallahü anh); "Peygamber efendimizin mübârek yüzü, ayın ondördü gibi parıldardı" buyurdu.
Hazret-i Ali; "O'nu aniden gören, heybetinden korkuya kapılırdı. O'nunla sohbet edip tanıyan, hemen ısınıp severdi" buyurdu.
Câbir bin Semüre (radıyallahü anh); "Resûlullah, mübârek elini yüzüme sürdü. Elinde, sanki attârların yâni koku satan kimselerin çantasından yeni çıkarılmış gibi güzel bir koku, serinlik buldum. Resûlullah efendimiz, elini bir kimsenin eline müsâfeha için değdirmiş olsa, bütün gün o kimsenin elinden o güzel koku çıkmazdı" buyurdu.
Hazret-i Âişe vâlidemiz; "Resûlullah, bir çocuğun başını okşadığı zaman, diğer çocuklar arasında o çocuk, güzel kokusundan hemen belli olurdu" buyurdu.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, bir gün evlerinde uyumuşlardı. Enes bin Mâlik'in (radıyallahü anh) annesi Ümm-i Süleym geldi. Resûlullah efendimizin, uyku esnâsında mübârek yüzünde ter damlaları belirmişti. Ümm-i Süleym, Peygamber efendimizjn mübârek terini toplamaya başladı. Uyanıp sebebini sorunca, Peygamber efendimizin süt teyzesi olan Ümm-i Süleym; "Onu kokularımıza katıyoruz. Teriniz, kokuların en güzeli en hoş kokanıdır" dedi.
Ebû Hüreyre (radıyallahü anh); "Yürüyüşünde Resûlullah'tan daha süratli kimseyi görmedim. Sanki yer kendisine dürülüyordu. O'nunla yürürken, biz bütün gücümüzü sarf edip kendimizi zorluyorduk" buyurdu.
Peygamber efendimiz, fevkalâde güzel konuşurdu. Sözün nereden başlatılıp nerede bitirileceğini en mükemmel bir şekilde bilirdi. Sözleri, söyleyiş bakımından berrak, son derece fasîh ve beliğ idi. Söz ve kelimelerinde, mânânın doğruluğu her zaman kendini gösterirdi. İfâde etme gücü, fevkalâde yüksek olduğundan, konuşurken hiç yorulmaz ve külfet çekmezdi.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget