Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Ebû Süfyân Medîne'den ayrılınca, sevgili Peygamberimiz Mekke'yi fethetmeye karar verdi. Çünkü Kureyşliler, ahdlerinde durmamışlar ve muâhedeyi bozmuşlardı. Fakat bu sırrı gâyet gizli tutuyor, müşriklere hazırlanma fırsatı vermeden ve Harem-i şerîfte kan dökülmeden Mekke'yi teslim almak istiyordu. Bu bir harp tedbiri idi. Zirâ, Mekke fethedilince, kim bilir niceleri müslüman olmakla şereflenecekti.
Bu durumu hazret-i Ebû Bekr'e ve Eshâbının ileri gelenlerinden bir kaçına bildirdi. Eshâbına, sefer için hazırlık yapmalarını emredip, nereye gidileceğini bildirmedi. Eshâb-ı kirâm, cihâd için hazırlığa başladılar. Peygamber efendimiz, ayrıca çevredeki müslüman kabîlelerden Eslem, Eşcâ, Cüheyne, Husayn, Gıfâr, Müzeyne, Süleym, Damra ve Huzâaoğullarına haber gönderdi; Allahü teâlâya ve âhıret gününe îmân edenler, Ramazân-ı şerîfin başında Medîne'de bulunsunlar" buyruluyor, harbe katılmaya dâvet ediliyordu.
Habîbullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, bir tedbir olarak, Mekke'ye giden yolları tutup irtibatı kesmek üzere, hazret-i Ömer'e vazife verdi. Hazret-i Ömer, derhal dağ yollarına, geçitlere ve diğer yol başlarına nöbetçiler dikip; "Mekke'ye gitmek isteyen herkesi geri çevireceksiniz!" emrini verdi.
Sevgili Peygamberimiz, bu işin gizlice yürütülmesi için; “Yâ Rabbî! Yurtlarına ansızın varıp, kavuşuncaya kadar, Kureyşlilerin câsus ve habercilerini tut, görmez ve işitmez eyle. Bizi ansızın görüp işitsinler" diyerek Allahü teâlâya duâ ediyordu.
Peygamber efendimiz, kuzeydeki müşrikler veya Bizanslılar üzerine yürünecek intibâını vermek için de, Ebû Katâde hazretlerini askerî bir birlik ile kuzeye, İzâm vâdisine doğru gönderdi.
Bu arada Medîne'deki hazırlıkları, Mekkeli müşriklere bildirmek üzere gönderilen bir mektubu, sevgili Peygamberimiz bir mûcize olarak haber verdi. Hazret-i Ali'yi göndererek yakalattı.
Ramazân ayının ikinci gününe kadar, çevre kabîlelerden yardım gelmiş, Ebû İnebe kuyusu başındaki karargâhda toplanılmıştı. Eshâb-ı kirâmın sayısı onikibine ulaşmıştı. Bunlardan dörtbini Ensâr, yediyüzü Muhâcir, geri kalan da çevredeki müslüman kabîlelerdendi.
Sevgili Peygamberimiz, Medîne'ye vekil olarak, Abdullah bin Ümmi Mektûm hazretlerini bıraktı. Zübeyr bin Avvâm hazretlerini de ikiyüz kişilik bir süvâri birliğinin başında keşif kolu olarak ileri gönderdi.
Âlemlerin efendisi, gönülleri Allahü teâlâ ve Resûlünün muhabbetiyle dolu olan onikibin kişilik muazzam ordusunun başında, Allahü teâlânın ismi ile yola çıktılar. Bundan sekiz sene önce, işkence, zulüm yapılarak hicrete mecbûr bırakıldıkları yurtlarına, Mekke'ye gidiyorlardı. Puthane hâline çevrilen muazzam Kâbe'yi putlardan temizlemeye gidiyorlardı... İnatlarından bir türlü vaz geçmek istemeyen müşriklere, hak, adâlet ve merhamet göstermeye gidiyorlardı… Allahü teâlânın dînini yaymaya, oradakilerin ebedî Cehennem azâbından kurtulmalarına vesile olmaya gidiyorlardı... Aman yâ Rabbî! Bu ne büyük merhametti!...
İslâm ordusu Zü'l-huleyfe'ye geldiği sırada, Mekke'den âilesi ile birlikte hicret eden Peygamber efendimizin amcası hazret-i Abbâs ile karşılaştı. Sevgili Peygamberimiz, amcasının geldiğine çok sevindi ve; “Ey Abbâs! Ben Peygamberlerin sonuncusu olduğum gibi, sen de, Muhâcirlerin sonuncususun" buyurarak gönlünü aldı. Hazret-i Abbâs’ın ağırlıklarını Medîne'ye gönderdi. Abbâs (radıyallahü anh), Peygamber efendimizin yanında kalıp, Mekke'nin fethine katıldı.
Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, Mekke'nin yakınında bulunan Kudeyd'e geldiğinde, şanlı Eshâbına harp düzeni aldırdı. Her bir kabîleye ayrı ayrı sancaklar ve bayraklar verdi. Onları, her kabîlenin bayrakdâr ve sancakdârına teslim etti. Muhâcirlerin bayrağını; hazret-i Ali, Zübeyr bin Avvâm ve Sa'd bin Ebî Vakkâs (radıyallahü anhüm) taşıyordu. Ensârın oniki bayrakdârı, Eşcâların ve Süleymlerin bir bayrakdârı, Müzeynelerin üç, Eslemlerin iki, Huzâaoğullarının üç, Cüheynelerin dört sancakdârı vardı.
Medîne'den ayrılalı on gün olmuştu. Akşam üzeri Mekke'ye iyice yaklaşılmış, yatsı vaktinde Merr-uz-zahrân'a gelinmişti. Peygamber efendimiz, Eshâbına burada durmalarını emir buyurdu. Ayrıca hazret-i Ömer'e vazife verip, her mücâhidin ateş yakmasını da emir verdi. Bir anda onbinden fazla ateş yanınca, Mekke aydınlığa boğuldu. Hiç bir şeyden haberi olmayan Mekkeli müşrikler, şaşkına döndüler. Ne olduğunu anlamak için Ebû Süfyân'ı vazifelendirdiler. O da yanına birini alarak İslâm ordusuna doğru gizlene gizlene yaklaştı. Bu sırada sevgili Peygamberimiz, Eshâbından bâzılarına; “Ebû Süfyân'a göz-kulak olunuz. Mutlaka onu bulursunuz!" buyurdu.
Kureyşliler, ilerledikçe hayretleri artıyor, dehşete düşüyorlardı. Mekke'nin çevresine ne kadar çok asker birikmişti ve ne kadar çok da ateş yakmışlardı... Onlar, bunları konuşa konuşa, Erak isimli yere geldiler. Bu sırada Peygamber efendimiz, yine; “Ebû Süfyân, şu anda Erak'tadır" buyurdu. Hazret-i Abbâs, onları tanıdı ve Peygamber efendimizin huzûruna götürdü. Yolda Ebû Süfyân, hazret-i Abbâs'a; "Haberler nasıldır?" diye sordu. O da; "Ey Ebû Süfyân! Sana yazıklar olsun! Resûl aleyhisselâm, karşı koyamayacağınız bir ordu ile üzerinize geliyor. Yemîn ederim ki, Kureyşlilerin hâli yaman olacak. Vay onların başına geleceklere!" dedi. Ebû Süfyân ve yanındakiler, korku ile mücâhidlerin arasından geçerek sevgili Peygamberimizin huzûr-i şerîflerine geldiler. Kâinatın sultânı, onları güzel karşıladı. Mekkeliler hakkında bilgi aldı. Geç vakitlere kadar konuştuktan sonra, onları İslâm’a dâvet eyledi. Hâkim bin Hizâm ile Büdeyl, derhal kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu. Fakat Ebû Süfyân'ın tereddütü devam ediyordu. Sabah olunca, merhamet deryâsı sevgili Peygamberimiz; “Ey Ebû Süfyân! Yazıklar olsun sana! Allahü teâlâdan başka ilâh bulunmadığını öğrenme zamanı hâlâ gelmedi mi?" buyurdu. O da; "Anam-babam sana fedâ olsun! Yumuşak huylulukta ve şereflilikte ve akrabâ hakkını gözetmekte üstüne yoktur. Sana ettiğimiz bu kadar cefâdan sonra, sen, hâlâ bizi hidâyet yoluna dâvet ediyorsun. Ne güzel kerem sâhibisin. Allah’dan başka ilâh olmadığına inandım... Eğer olsaydı bana bir faydası olurdu. Sen de Allah'ın Resûlüsün" diyerek Eshâb-ı kirâmdan olmakla şereflendi.
Hazret-i Abbâs; "Yâ Resûlallah! Ebû Süfyân'a Mekkelilerce îtibâr kazandıracak bir şey ihsân eder misiniz?" dedi. Peygamber efendimiz, bunu kabûl edip; “Kim Ebû Süfyân'ın evine girer, sığınırsa, ona emân verilmiştir, öldürülmekten kurtulur" buyurdu. Ebû Süfyân hazretleri; "Yâ Resûlallah! Biraz daha genişletir misiniz?" diye istirhâmda bulununca, sevgili Peygamberimiz“Kim Mescid-i Haram'a girer, sığınırsa, ona emân verilmiştir! Kim kapısını kapayıp evinde oturursa, ona emân verilmiştir" buyurdu.
Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, Ebû Süfyân'n (radıyallahü anh), İslâm ordusunun heybetini ve çokluğunu görüp, Mekkeli müşriklere bunu anlatması için hazret-i Abbâs'a; “Onu, vâdinin daraldığı, atların sıkışa sıkışa geçtiği dağ boğazına ilet. Müslümanların, Allahü teâlânın ordusunun ihtişamını görsün" buyurdu. Ebû Süfyân (radıyallahü anh) görmeliydi ki, şâhid olduğu manzarayı müşriklere anlatsın ve karşı çıkan olmasın... Böylece, Harem-i şerîfte kan dökülmesin...
Hazret-i Abbâs, Ebû Süfyân (radıyallahü anh) ile dağ geçidine giderken, mücâhidler harp düzenine girdi. Her kabîle, sancaklarını açmış olduğu hâlde geçitten geçmeye başladılar. Her birinin üzeri zırhlı ve silâhlı idi. Her grup geçerken tekbir getiriyorlardı. Ebû Süfyân hazretleri; "Bunlar kim?" diye soruyor, hazret-i Abbâs da; "Bunlar, Süleymoğulları! Kumandanları Hâlid bin Velîd'dir!" "Bunlar Gıfâroğulları!" "Bunlar Ka'boğulları!..." diyerek cevap veriyordu. Yeri göğü; "Allahü ekber! Allahü ekber!" nidâları dolduruyor, mücâhidlerin çokluğu ve silâhların parıltıları göz kamaştınyordu. Hazret-i Ebû Süfyân'ın en çok merâk ettiği, Fahr-i Âlem sallallahü aleyhi ve sellem efendimizdi. O'nun çevresindeki askerlerin geçişini çok merâk ediyor, diğerlerinden farklı olacağını tahmin ediyordu. Bu sebeple sık sık; "Bunlar Resûlullah'ın birliği midir?" diye sormaktan kendini alamıyordu... Nihâyet peygamberlerin sultânı, Âlemlerin efendisi güneş gibi, nûr saçarak devesi Kusvâ'nın üzerinde göründü. Etrâfında Muhâcirler ve Ensâr bulunuyordu. Her biri tepeden tırnağa Dâvûdî zırhlara bürünmüş, Hindî kılıçlar kuşanmış, cins atlara ve develere binmiş olarak geliyorlardı. Ebû Süfyân hazretleri onları görünce; "Kim bunlar, yâ Abbâs?" diyerek merâkla sordu. O da; "Ortadaki Resûl aleyhisselâm. Etrâfındakiler de şehîd olmak aşkı ile yanan Ensâr ve Muhâcirlerdir!..." dedi.
Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, onların yanından geçerken Ebû Süfyân hazretlerine; "...Bugün, Allahü teâlânın, Kâbe'nin şanını yücelteceği bir gündür. Bugün, Beytullah'a örtü örtüleceği gündür! Bugün, merhamet günüdür... Bugün, Allahü teâlânın Kureyşlileri (İslâm ile) azîz edeceği bir gündür!" buyurdu.
Hazret-i Ebû Süfyân, göreceğini görmüş, işiteceğini de işitmişti; "Ben, Kayser'in de, Kisrâ'nın da saltanatını gördüm. Fakat böyle ihtişamlısını görmedim! Ben, hiç bir zaman bugünkü gibi bir ordu ve cemâat ile karşılaşmadım! Böyle bir orduya hiç kimse karşı koyamaz, onlara güç yetiremez!" diyerek Mekke'nin yolunu tuttu...
Ebû Süfyân (radıyallahü anh), Mekke'ye gelip, kendisini merâkla bekleyen müşriklere müslüman olduğunu açıkladıktan sonra; "Ey Kureyş cemâatı! Muhammed aleyhisselâm, karşısında dayanamayacağınız kadar büyük bir ordu ile yanıbaşınıza gelmiş bulunuyor. Boş yere kendi kendinizi aldatmayınız. Müslüman olunuz ki, kurtulasınız! Ben sizin görmediklerinizi gördüm! Sayısız bahadırlar, atlar ve silâhlar gördüm. Hiç kimsenin onlara gücü yetmez! Kim, Ebû Süfyân'ın evine girerse, ona emân verilmiş, öldürülmekten kurtulmuştur! Kim, Beytullah'a sığınırsa, ona emân verilmiştir. Kim, evine girip kapısını kapatırsa, ona da emân verilmiştir!" dedi. Bunun üzerine müşriklerin azılılarından bâzıları, Ebû Süfyân hazretlerine karşı çıkarak, hakâret ettiler. Hattâ, İslâm ordusuna karşı çıkmak için, acele hazırlığa başladılar. Fakat bunların sayıları çok azdı. Diğerleri, bunlara iltifât etmeyip evlerine koştular. Bir kısmı da Mescid-i Haram'a sığındılar.
Server-i âlem sallallahü aleyhi ve sellem ve şanlı sahâbîler, Zîtuvâ vâdisine gelip toplandılar. Âlemlerin efendisi, mübârek gözleriyle Eshâb-ı kirâmını şöyle bir süzdükten sonra, hatırına, sekiz sene önce Mekke'den ayrılışı, hicreti geldi. O zaman saâdethânelerinin etrâfını müşriklerin sardığını, Yâsîn-i şerîften âyet-i kerîmeler okuyarak çıktığını, hazret-i Ebû Bekr ile kimselere görünmeden Sevr mağarasına girdiklerini; Mekke hudutlarından ayrılmadan son bir defâ dönüp; "(Ey Mekke!) Vallahi, biliyorum ki, sen, Allahü teâlânın yarattığı yerlerin içinde en hayırlısısın. Rabbim katında da benim yanımda da en sevgili olanısın. Senden zorla çıkarılmamış olsaydım; senden çıkmaz, ayrılmazdım" buyurduğunu; bu mahzûnluğu karşısında, Cebrâil aleyhisselâmın Kasas sûresi 85. âyet-i kerîmesini okuyup, mübârek hatırını tesellî ettiğini ve Mekke-i mükerremeye döneceğini müjdelediğini; bir avuç Eshâbı ile Bedr'de, Uhud'da, Hendek'de, Hayber'de, Mûte'de düşmanlara nasıl gâlip geldiğini hatırladı. Şimdi, onikibin Eshâbı etrâfında pervâne olmuş, Mekke'ye girmek için bir emrini bekliyorlardı... Server-i âlem efendimiz, bütün bunları ihsân eden Allahü teâlâya, en derin minnet ve şükran duygularıyla dolu olarak hamd etti. Tevâzu ile mübârek başını önüne eğdi.
Fahr-i kâinat efendimiz, kahraman Eshâbını dört gruba ayırdı. Sağ kol kumandanlığına Hâlid bin Velîd hazretlerini, sol kol kumandanlığına Zübeyr bin Avvâm hazretlerini, piyâdelerin başına Ebû Übeyde bin Cerrâh hazretlerini, diğer gruba da Sa'd bin Ubâde hazretlerini tâyin eyledi. Hazret-i Hâlid, Mekke'nin güneyinden girecek, müşriklerden kim karşı çıkarsa cezâlarını verecek, Safâ tepesinde, Fahr-i kâinat efendimizle birleşecekti. Hazret-i Zübeyr, Mekke'nin kuzeyinden girecek, Hacûn mevkîine bayrağını dikip Server-i âlem efendimizi bekleyecekti. Batıdan, hazret-i Sa'd bin Ubâde hazretleri ilerleyecekti.
Resûl-i ekrem efendimiz, kumandanlarına; “Size saldırılmadıkça, aslâ, hiç kimseyle çarpışmaya girmeyeceksiniz. Hiç kimseyi öldürmeyeceksiniz" buyurdu. Ancak isimleri belirtilen onbeş kişiden kim yakalanrsa, Kâbe'nin örtüsü altına bile gizlenseler, başları uçurulacaktı.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Hicretin sekizinci senesi idi. Hudeybiye sulh-nâmesinin bir maddesi de; "Her iki tarafın dışında kalan Arab kabîleleri, istedikleri tarafın himâyesine girebilecekler, müslümanlar veya müşriklerle birleşmekte serbest olacaklar" idi. Buna göre; Peygamber efendimizin müttefiki olan Huzâa kabîlesi, müslümanlar; Benî Bekr kabîlesi de müşrikler tarafında yer almışlardı. Huzâa kabîlesi ile Benî Bekrler eskiden beri düşman olup, fırsat buldukça birbirlerine saldırırlardı, Hudeybiye sulhuna göre, onlar da bir müddet için saldırılarını durdurmuşlardı. Fakat, buna Benî Bekrler iki sene uyabilmişlerdi.
Bekroğullarından biri, sevgili Peygamberimize hakâret eden bir şiir söylemiş, bunu işiten Huzâa kabîlesinden bir genç, dayanamamış ve başını yarmıştı. Bekroğulları, bunu fırsat bilip andlaşma gereği tehlikeden emîn olan Huzâa kabîlesine saldırmışlardı. Bu saldırıya, Kureyşli müşrikler, silâh vererek ve gizli adam göndererek yardım etmişler, Harem-i şerîfte Huzâa kabîlesinden yirmiden fazla kimseyi öldürmüşlerdi. Çarpışma esnâsında Huzâa kabîlesinden bâzı müslümanlar, Peygamber efendimizden yardım istemişlerdi. Huzâa kabîlesinden, gece yapılan bu baskınlarda, Bekroğulları arasında, Kureyşli müşriklerin de bulunduğunu görenler olmuştu. O gece, Medîne'de, hazret-i Meymûne vâlidemizin evinde bulunan sevgili Peygamberimiz, namaz kılmak için kalkıp abdest alırken; Allahü teâlânın izni ile bir mûcize olarak, Mekke'deki müslümanların kendisinden yardım taleb ettiklerini işitmişti. Onlara cevâb olarak; “Lebbeyk! = Dâvetinize icâbet ediyorum!" buyurdu. Meymûne (radıyallahü anhâ) vâlidemiz, Peygamber efendimizin yanında kimse olmadığı hâlde böyle konuştuğunu görünce; "Yâ Resûlallah! Yanınızda bir kimse mi var?" diye sordu. Sevgili Peygamberimiz ona, Mekke'de meydana gelen hâdiseyi ve Kureyşlilerin bu işe ortak olduklarını haber verdi.
Kureyş müşrikleri Benî Bekrlere yardım ederek, Huzâa kabîlesine baskın yapıp onları öldürmekle, Hudeybiye sulh-nâmesinin maddelerine aykırı hareket etmiş, böylece sulh-nâmeyi bozmuş oluyorlardı. Fakat, bu hâdiseden, o sırada Şam'a ticâret için giden Kureyş lideri Ebû Süfyân'ın haberi olmamıştı. Şam'dan dönünce hâdiseyi ona anlattılar ve; "Bu, mutlaka düzeltilmesi lâzım olan bir iştir. Gizlenmesi mümkün değildir. Eğer düzeltilmezse, Muhammed bizi Mekke'den sürer!" dediler. Ebû Süfyân ise; "Her ne kadar bu hâdiseden benim haberim olmadıysa da, yapılan kıtâl haberi Medîne'ye ulaşmadan, sulhu yenileyip uzatmak üzere acele gitmem lâzım" dedi.
Halbuki, sevgili Peygamberimiz, haberi ânında öğrenmişti. Ayrıca hâdiseden üç gün sonra, Huzâa kabîlesinden Amr bin Sâlim, yanında kırk süvâri ile gelip, durumu Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimize anlattı. Habîbullah efendimiz de; “Huzâa oğullarına yardım etmezsem, bana da yardım olunmasın!" buyurarak bir mektup yazdırdı. Kureyş müşriklerine gönderilen bu mektupda, sevgili Peygamberimiz“... Siz, ya Bekr oğulları ile olan ittifâkınızdan vaz geçip geri durursunuz, yahut da Huzâa oğullarından öldürülenlerin diyetlerini ödersiniz! Şâyet bu söylediklerimden birini yerine getirmeyecek olursanız, sizinle harb edeceğimi bildiririm!..." buyuruyorlardı.
Kureyşliler, bu merhameti dahî anlayamadılar. "Hem ittifâkımızı kesmeyiz, hem de diyeti ödemeyiz! Ancak harbedebiliriz" diye haber gönderdiler. Fakat, böyle yaptıklarına bin defâ pişman olup, korkularından muâhedeyi yenilemek üzere Ebû Süfyân'ı Medîne'ye doğru hemen yola çıkardılar. Daha Ebû Süfyân Medîne'ye gelmeden, sevgili Peygamberimiz, onun geleceğini Eshâb-ı kiramına bildirdi ve; “Şöyle anlarım ki, Ebû Süfyân, sulhü yenileyip, sulh müddetini de uzatmak üzere geliyor. Lâkin, murâdı hâsıl olmayıp geldiği gibi geri döner!..." buyurdu. Henüz müslüman olmayan Ebû Süfyân, Medîne-i münevvereye geldi. Kızı ve Peygamber efendimizin mübârek hanımı, mü’minlerin annesi olan Ümmü Habîbe'nin (radıyallahü anhâ) evine gitti. Sevgili Peygamberimizin döşeği üzerine oturmak istedi. Hazret-i Ümmü Habîbe vâlidemiz, oturmadan yetişip döşeği kaldırdı. Babası buna çok üzülüp; "Ey kızım! Bu döşeği benden mi esirgiyorsun?" diyerek hayretini belirtince, Resûlullah'ın muhabbetini her şeyin üzerinde tutan mü’minlerin annesi hazret-i Ümmü Habîbe, babasına; "Bu döşek, Allahü teâlânın Resûlünün döşeğidir. Ona müşrikler oturamaz! Sen, müşrik ve necissin! Bu döşek üzerine oturman, aslâ lâyık değildir!" diye cevap verdi. Babası; "Ey kızım! Evimden ayrılalı sana bir şeyler olmuş! deyince, o da; "Elhamdülillah ki, Allahü teâlâ bana İslâmiyeti nasîb etti. Sen ise hâlâ, işitmeyen, görmeyen taştan yapılmış putlara tapıyorsun! Ey baba! Senin gibi Kureyş'in büyüğü ve yaşlısı olan bir kimse, nasıl olur da İslâm’a uzak kalır?..." dedi. Babası, çok hiddetlenip; "Bana bu kadar hürmetsizlik edip câhillikle suçluyorsun! Demek ben, atalarımın senelerdir taptıklarını bırakıp, Muhammed'in dînine mi gireceğim?!" diyerek oradan ayrıldı.
Sevgili Peygamberimizin huzûruna gelen Kureyş lideri; "Ben, Hudeybiye sulh-nâmesini yenilemek ve müddetini de uzatmak için geldim. Haydi, aramızdaki bu muâhedeyi bir yazı ile yenileyelim!" dedi. Habîb-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz; "Biz, Hudeybiye sulh-nâmesine aykırı bir davranışta bulunmayız ve onu değiştirmeyiz!" buyurdu. Kureyş lideri, tekrar tekrar; "Sulh-nâmeyi değiştirelim! Yenileyelim!..." dediyse de, sevgili Peygamberimiz, ona hiç bir cevabda bulunmadı. Kureyş lideri gösterdiği bütün çabaların hiç bir fayda vermediğini görünce, Mekke'ye dönüp, müşriklere durumu anlattı. Müşrikler; "Demek hiç bir şey yapamadan geri döndün öyle mi?!." diyerek onu kınadılar. Artık onlar için, beklemekten başka yapacak bir şey kalmamıştı.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Âlemlere rahmet olarak gönderilen Habîb-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz Mekke'ye umre için gittiklerinde, Eshâbından Velîd bin Velîd hazretlerine; “Hâlid nerelerde? Onun gibi birinin İslâmiyeti tanımaması, bilmemesi olamaz. Keşke o, bütün gayret ve kahramanlıklarını müslümanların yanında, müşriklere karşı gösterseydi ne kadar hayırlı olurdu. Kendisini sever, üstün tutardık" buyurmuştu. Velîd bin Velîd (radıyallahü anh), daha önce de ağabeyine zaman zaman mektup yazar, müslüman olmasını teşvik ederdi. Peygamber efendimizin bu mübârek sözlerini de ulaştırınca, İslâmiyete olan meyli gittikçe fazlalaştı. Umre ziyâretini yapan sahâbîler, Medîne'ye dönmüşlerdi. Aradan günler geçmiş, hicretin sekizinci yılına girilmişti. Hâlid bin Velîd ise, artık yerinde duramıyor, bir an önce Medîne'ye ulaşmak, Âlemlerin efendisinin huzûrunda diz çöküp, müslüman olmakla şereflenmek için yanıp tutuşuyordu. Kendisi şöyle anlatmıştır:
"Allahü teâlâ bana Peygamber efendimizin muhabbetini ihsân etti. Kalbime İslâmın sevgisini yerleştirdi. Hayrı ve şerri ayıracak hâle getirdi. Kendi kendime; "Ben, Muhammed aleyhisselâma karşı bütün savaşlarda bulundum. Ama her savaş yerini terk ederken, bozuk ve yanlış bir hâl üzere olduğumu ve O'nun bir gün mutlaka bize gâlip geleceğini biliyor ve bu hislerle ayrılıyordum. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, Hudeybiye'ye geldiği zaman da, düşman süvârilerinin komutanı idim. Usfân'da onlara yaklaşıp gözüktüm. Resûlullah, bizden emîn bir şekilde, Eshâbına öğle namazı kıldırıyordu. Üzerlerine ânî baskın yapmak istedik, ama mümkün olmadı. Böyle olması da hayırlı oldu. Resûlullah, kalbimizden geçenleri anlamış olmalı ki, ikindi namazını temkinli kıldılar. Bu durum bana çok tesir etti. Bu zât her hâlde, Allah tarafından korunuyor olmalı dedim. Birbirimizden ayrıldık. Ben, çeşitli düşünceler içindeyken, Muhammed aleyhisselâm umre için Mekke'ye gelince, O'na görünmedim. Kardeşim Velîd'le birlikte gelmişler ve beni bulamamışlardı. Kardeşim şöyle bir mektup bırakmıştı: "Bismillâhirrahmânirrahîm! Allahü teâlâya hamd ü senâ ve Resûlullah'a salât-ü selâmdan sonra derim ki, hakîkaten ben, senin İslâmiyetten yüz çevirip gitmen kadar şaşılacak bir şey bilmiyorum. Halbuki, gittiğin yolun yanlış olduğunu anlamaktan âciz değilsin. Niye aklını kullanmıyorsun? İslâmiyet gibi bir dîni tanıyıp anlayamaman ne kadar tuhaf! Peygamber efendimiz, bana seni sordu. Senin, İslâmiyeti tanıyıp, gayret ve kahramanlığını müslümanların arasında, müşriklere karşı kullanmanı arzu ediyorlar. Ey kardeşim! Çok fırsatları kaçırdın; artık daha fazla gecikme!"
Kardeşimin mektubu bana ulaşınca, müslüman olma arzusu bende çok kuvvetlendi. Gitmek için acele ediyordum. Resûlullah'ın söyledikleri beni çok sevindirmişti. O gece uyurken, rüyâmda sıkıntılı, dar ve çöl gibi susuz yerlerden, yemyeşil, geniş ve ferah bir yere çıkmıştım. Medîne'ye varınca, bu rüyâmı hazret-i Ebû Bekr'e anlatıp, tabirini ondan sormaya karar verdim.
Ben, Resûlullah'a gitmek için toparlanırken; "Acabâ, oraya giderken bana kim arkadaş olabilir?" diye düşünüyordum. O sıra Safvân bin Ümeyye'ye rastladım. Vaziyeti ona anlattım. Teklifimi reddetti. Daha sonra İkrime bin Ebû Cehl'e rastladım. O da reddedince evime gittim. Hayvanıma binip, Osman bin Talha'nın yanına vardım. Ona da müslüman olmak üzere, Resûlullah'a gideceğimi ve bana arkadaşlık yapmasını söyledim. Tereddütsüz kabûl etti ve ertesi günü seher vakti birlikte yola çıktık. Hadde denilen yere vardığımızda, Amr bin Âs ile karşılaştık. O da müslüman olmak için Medîne'ye gidiyordu.
Medîne'ye vardık. Elbisemin en güzelini giyip, Resûlullah efendimizle görüşmeye hazırlandım. O sırada kardeşim Velîd geldi ve; "Acele et. Çünkü Peygamber efendimize sizin geldiğiniz haber verilmiş O da çok sevinmiştir. Şimdi sizi bekliyor" dedi. Acele ile, O yüce peygamberin huzûruna vardım. Gülümsüyordu. Selâm verdim; "Allahü teâlâdan başka ilâh olmadığına ve senin de Allahü teâlânın peygamberi olduğuna şehâdet ediyorum" dedim. “Seni hidâyete erdiren, doğru yolu gösteren Allahü teâlâya hamd olsun" buyurdu. Sonra günâhlarımın affı için Allahü teâlâya duâ etmesini istedim. Benim için duâ etti ve; “İslâmiyet, kendisinden önce işlenmiş olan günâhları kesip atar" buyurdu. Diğer iki arkadaşım da müslüman oldular."
Böylece, Mekke'nin en bahadırlarından, gözünü budaktan esirgemeyen, gayeleri uğrunda canlarını vermekten zerre kadar çekinmeyen bu üç pehlivan, gönüllerinden coşan bir samîmiyetle Resûl-i ekrem efendimizin huzûrunda Eshâb-ı kirâmdan olmakla şereflenmişlerdi. Artık, bütün güçleriyle küfrü yok etmek için çalışacaklardı. Onların müslüman olmalarına, sahabiler çok sevinmişler, sevinçlerini; "Allahü ekber!" diye tekbirlerle açığa vurmuşlardı.
Hicretin sekizinci yılında, âlemlere rahmet olan Server-i Kâinat aleyhi efdâlüs salevât efendimiz, İslâmiyetin yayılması için yine çeşitli kabîlelere, devletlere elçiler gönderdiler. Bunların bâzılarından müsbet netîceler gelmiş, fakat Busrâ valisine gönderilen Hâris bin Ümeyr hazretleri, Şam'ın Belkâ nahiyesinin Mûte köyünde hıristiyan askerleri tarafından tutuklanmıştı. Şam valisi Şürahbil bin Amr'ın yanına götürülen hazret-i Hâris, elçi olduğu hâlde, alçakça katledilip, şehîd edilmişti.
Bu habere sevgili Peygamberimiz çok üzülmüşler ve derhal kahraman Eshâbının toplanmasını emir buyurmuşlardı. Bu emri alan Sahâbîler, çocuklarıyla helâllaşıp acele Cürf ordugâhında toplandılar. Habîb-i ekrem efendimiz öğle namazını kıldırdıktan sonra; “Cihâda çıkacak olan şu insanlara, Zeyd bin Hârise'yi kumandan tâyin ettim! Zeyd bin Hârise şehîd olursa, yerine Ca'fer bin Ebî Tâlib geçsin. Ca’fer bin Ebî Tâlib şehîd olursa, Abdullah bin Revâha geçsin. Abdullah bin Revâha da şehîd olursa, müslümanlar aralarında münâsip birini seçsin ve onu kendilerine kumandan yapsın!" buyurdu. Bunun üzerine Eshâb-ı kirâm, isimleri sayılan kahramanların şehîd olacağını anlayarak ağlamaya başladılar; "Yâ Resûlallah! Keşke sağ kalsalar da kendilerinden istifâde etseydik!..." dediler. Peygamber efendimiz onlara cevap vermeyip sustular.
Bunları, orada bulunan hazret-i Zeyd, Ca’fer ve Abdullah (radıyallahü anhüm) da işitmişler ve büyük bir sevince gark olmuşlardı. Çünkü en büyük gayeleri Allahü teâlânın dînini yayarken şehîd olmaktı. Artık müjde verilmiş ve bunu bizzat kendi kulakları ile işitmişlerdi. Mücâhidler hazırlıklarını bitirmişler, kumandanlarını bekliyorlardı. Sevgili Peygamberimiz, beyaz İslâm sancağını Zeyd bin Hârise hazretlerine teslim etti. Ona, Hâris bin Ümeyr'in (radıyallahü anh) şehîd edildiği yere kadar gitmesini ve İslâm’ı tebliğ etmesini emretti. Kabûl etmezlerse düşmanla çarpışmasını emir buyurdular.
Abdullah bin Revâha hazretleri, yanındaki kumandan arkadaşlarıyla birlikte vedalaştıkları sırada, ağladı. Ona; "Ey Revâha'nın oğlu! Ne için ağlıyorsun?" diye sordular. Şâir olan Abdullah bin Revâha (radıyallahü anh);
"Ağlamamın sebebi, değil dünyâ sevgisi,
Ve değildir vallahi, özleyeceğim sizi.
Asıl sebep şudur ki, Kur'ân-ı kerîminde,
Şöyle buyurmaktadır, Rabbimiz bir âyette:
“Muhakkak biliniz ki, sizlerin içinizden,
Hiç bir kimse yoktur ki, geçmesin Cehennem’den..."
İşittim bu âyeti, Resûlullah okurken,
Cehennem’e uğrarsam, nasıl sabrederim ben!"
dedi. Arkadaşları; "Allahü teâlâ seni, sevgili kulları zümresine ilhâk etsin, sâlihlerden olasın!" diye duâ ettiler. Sonra Abdullah bin Revâha hazretleri; "Fakat ben, Allahü teâlâdan mağfiret olunmak diliyorum. Bir de, kanları fışkırtıp köpürten bir kılıç darbesiyle veya ciğer ve barsaklarımı kasıp kavuran bir mızrak saplanmasıyla şehîd olmak istiyorum!..." dedi.
Ordu gitmeye hazırlandığı sırada, hazret-i Abdullah bin Revâha, Peygamber efendimizin yanına varıp vedalaştıktan sonra; "Yâ Resûlallah! Bana ezberliyeceğim ve aklımdan hiç çıkarmayacağım bir şey tavsiye buyurur musunuz?" dedi. Peygamber efendimiz ona; “Sen, yarın Allahü teâlâya pek az secde edilen bir ülkeye varacaksın. Orada secdeleri, namazları çoğalt" buyurdu. Abdullah bin Revâha; "Yâ Resûlallah! Bana, nasîhatinizi çoğaltır mısınız?" deyince, sevgili PeygamberimizAllahü teâlâyı dâimâ zikret. Çünkü, Allahü teâlâyı zikr, umduğuna ermende sana yardımcı olur" buyurdu.
Üçbin kişilik İslâm ordusu; "Allahü ekber! Allahü ekber!" tekbirleri arasında yürümeye başladı. Sevgili Peygamberimiz ve Medîne'de kalan sahâbîler, mücâhid gazileri Vedâ yokuşuna kadar tâkib ettiler. Burada Âlemlerin efendisi, mübârek İslâm ordusuna şöyle hitâb ettiler: “Ben size, Allahü teâlânın emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınmanızı, yanınızdaki müslümanlara karşı hayırlı olmanızı ve onlara iyi davranmanızı tavsiye ederim. Allahü teâlânın yolunda, O'nun ismini söyleyerek harbediniz. Ganîmet alınan mallara hıyânet etmeyiniz. Ahde vefâsızlık göstermeyiniz. Çocukları öldürmeyiniz. Orada hıristiyanların kiliselerinde, insanlardan ayrılıp kendilerini ibâdete vermiş bâzı kimseler bulacaksınız. Onlara dokunmaktan sakınınız! Onların dışında, başlarında şeytanların yuvalandıkları bâzı kimselere de rastlayacaksınız ki, onların başlarını kılıcınızla koparınız. Siz, kadınları, yaşlanmış pîr-i fânîleri öldürmeyiniz. Ağaçları yakmayınız ve kesmeyiniz. Evleri de yıkmayınız!" Baş kumandan Zeyd bin Hârise'ye de; “Müşriklerden düşmanınla karşılaştığın zaman, onları üç husustan birine dâvet et!... (Eğer müslüman olurlarsa,) onları, Muhâcirler yurdu olan Medîne'ye hicret etmeye dâvet et! Dâvetini kabûl ederlerse, Muhâcirlerin sâhip oldukları haklara kendilerinin de sâhip olacaklarını ve onların mükellef oldukları vazifelerle kendilerinin de mükellef olacaklarını bildir. Şâyet müslüman olup ülkelerinde oturmayı tercih ederlerse, müslümanlardan göçebe Arablar gibi olacaklarını ve onlar hakkında uygulanan ilâhî hükmün, kendileri için de uygulanacağını, harp ganîmetlerinden kendilerine bir şey ayrılamayacağını ve ganîmetten ancak müslümanların yanında harbedenlerin faydalanacağını bildir! Eğer İslâm’ı kabûl etmezlerse, onları cizye vermeye dâvet et! İçlerinde bunu kabûl edenlere dokunma! Cizye vermeye de yanaşmazlarsa, Allahü teâlânın yardımına sığınarak onlarla harb et!..." buyurdular.
Bu nasîhatlerden sonra mücâhidlerle vedalaştılar. İslâm ordusu, tekbîr sadâlarıyla ayrıldı. Geride kalanlar, gidenlere el sallayıp; "Allahü teâlâ sizi her türlü tehlikeden muhâfaza buyursun, yine sağ salim geri çevirsin..." diye duâ ediyorlardı. Ufuktan kayboluncaya kadar, yaşlı gözlerle arkalarından gıbta ile baktılar... Zeyd bin Hârise'nin (radıyallahü anh) elindeki mukaddes sancak dalgalanıyor, mücâhidler bilinmeyen uzun bir yolculuğa Allahü teâlânın dînine hizmet için gidiyorlardı.
İslâm ordusu, hızla Suriye'ye doğru ilerliyordu. Yolculuk hâdisesiz ve neş'eli geçiyordu. Mücâhidler, bir an önce düşmanla karşılaşmak için sabırsızlanyorlardı. Şehîdliği isteyenlerin içinde en arzulu olanlardan biri de Abdullah bin Revâha hazretleriydi. Bunu Zeyd bin Erkam (radıyallahü anh) şöyle anlattı:
"Ben Abdullah bin Revâha'nın terbiyesi altında yetişmiş bir yetimdim. O, Mûte seferine çıktığında, beni de devesinin arkasına bindirmişti. Geceleyin bir müddet gidince, dudaklarından şu beytler dökülüyordu.
"Ey devem! Kumluktaki, kuyuya eğer beni,
Oradan da dört konak, götürürsen ileri.
Çıkarmam artık seni, bundan başka sefere,
Sâhipsiz kalacaksın, az sonra, ona göre.
Ben herhâlde evime, geri dönmeyeceğim,
Umarım ki bu harpte, ben şehîd düşeceğim.
Son konakta mü’minler, geçti beni hız ile,
Ey Revâha'nın oğlu, en yakınların bile.
Kardeşlik bağlarını, kopararak geçtiler,
Seni Hak teâlâya bırakıp da gittiler.
Artık düşünmüyorum, geride ne malım var?
Hiç umurumda değil, ağaçlarla hurmalar!"
Bunları, işitince, ağladım. Abdullah bin Revâha bana kamçısıyla dokunarak; "Ey yaramaz! Sana ne oluyor? Böyle söylememin sana, ne zararı var? Allahü teâlâ, bana şehitlik nasîb ederse, sen de hayvan üzerinde geri dönüp, yerine ulaşırsın. Ben ise dünyânın bütün dertlerinden, tasa ve üzüntülerinden, hâdiselerinden kurtulur, rahata kavuşurum" dedi. İnip iki rekat namaz kıldı. Sonunda uzunca bir duâ yaptıktan sonra bana; "Ey çocuk!" diye seslendi. "Buyur" dediğimde; "Bu seferde inşâallah şehitlik nasîb olacaktır!" dedi.
Kahraman sahâbîler, Suriye'ye yaklaşırlarken Şam valisi Şürâhbil bin Amr, İslâm ordusunun yaklaşmakta olduğunu çoktan haber almıştı. Hemen Bizans kayseri Herakliüs'e durumu bildirip, büyük bir yardım alarak rahatlamıştı. Çünkü yaptığı istihbarata göre, müslümanlar ancak üç-beş bin kişiydi. Buna karşı kendi ordusu, yüzbini aşıyordu. Silahların ise, haddi hasâbı yoktu.
Eshâb-ı kirâm aleyhimürrıdvân, Şam topraklarından Muân'a vardıkları sırada, Rumların yüzbin kişilik bir ordu ile üzerlerine geldiklerini öğrendiler. Orada konaklayıp iki gece kaldılar. Kumandan Zeyd bin Hârise hazretleri, arkadaşlarını toplayıp durumu bildirdi. Rum ordusuna karşı ne yapmak lâzım geldiği hakkındaki görüşlerini sordu. Sahâbîlerden bâzıları; "Rum ordusuyla karşılaşmadan, ülkelerine ânî baskınlar düzenleyelim. İnsanlarını esir alıp Medîne'ye dönelim"; bâzıları da; "Resûl aleyhisselâma mektup yazıp, düşmanın sayısını bildirelim. Bize acele asker göndermesini, veya ne yapmamız gerektiğini soralım" diyorlardı. İkinci görüşün daha uygun olduğuna karar verdikleri sırada, Abdullah bin Revâha hazretleri söze karışarak;
"Ey Kavmim ne sebepten, tereddüt edersiniz?
Şehîd olmak kasdiyle, cenge gelmedik mi biz?
Silahça, süvârice, çokluk olduğumuzdan,
Dolayı savaşmadık, kâfirlerle hiç bir an.
Allahü teâlânın, bize ihsân ettiği,
Şu din kuvveti ile, savaştık aslan gibi.
Gidiniz, çarpışınız, muhakkak iyilik var,
Bu işin netîcesi, ya şehâdet ya zafer.
Bedr günü vallahi, vardı iki atımız,
Uhud'da tek at ile, pek azdı silâhımız.
Bu cenkte gâlip gelmek, varsa eğer kaderde,
Zâten böyle vâdetti, Allah ve Peygamber de.
Hak teâlâ vâdinden, dönmez aslâ geriye,
Ey mü’minler öyleyse, yürüyün ileriye.
Şehîdlik varsa eğer, bizim kaderimizde,
Kavuşuruz Cennet’te, şehîd kardeşimize."
dedi. Hazret-i Abdullah bin Revâha'nın bu sözleri, mücâhidleri cesâretlendirmişti. "Vallahi Revâha'nın oğlu, doğru söylüyor" dediler.
Artık karar alınmıştı. Şehîd oluncaya kadar harbe devam edeceklerdi, Şanlı sahâbîler, Mûte isimli köye geldiklerinde, yüzbin kişilik Rum ordusuyla karşılaştılar. Dağ taş düşman askeri ile dolmuştu. Bir tarafta, Allahü teâlânın dînini yaymak için tâ Medîne'den kalkıp Şam'a kadar gelen üçbin kişilik bir İslâm ordusu; öte yanda, İslâm’ı boğmak için toplanan yüzbin kişilik bir kâfir sürüsü bulunuyordu... Görünüşte, mukayese kabûl etmez bir kuvvet dengesi vardı. Buna göre, bir müslümanın otuzdan fazla Rum ile çarpışması icâb ediyordu.
Her iki taraf da harp düzenine girdiler. Bu sırada, Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem emri gereği, İslâm ordusundan bir heyetin, Rum ordugâhına doğru ilerlediği görüldü. Bunlar Rum ordusuna, İslâm’a gelmelerini, yoksa cizye vermelerini teklif ettiler. Fakat onlar, bu dâveti reddettiler. Artık kaybedilecek zaman yoktu. Kumandan Zeyd bin Hârise hazretleri, elinde mukaddes İslâm sancağı olduğu hâlde, ordusuna hücûm emrini verdi. Bu ânı bekleyen mücâhidler; "Allahü ekber!" nidâları ile ok gibi ileri fırladılar. Şimşek gibi kılıçlarını çekip, fırtına gibi düşmanın ortasına daldılar... At kişnemeleri, kılıç şakırtıları, tekbir sadâları ve vurulanların feryâdları ayyuka çıkıyor, daha harbin başında, meydan, kan gölü hâline geliyordu. Şanlı sahâbîler, her kılıç sallayışlarında ya bir baş, ya bir kol düşürüyorlardı. Elinde Resûlullah'ın beyaz sancağı olan hazret-i Zeyd, düşmanın tâ ortalarında; "Allah Allah" diyerek vuruşuyordu. Salladığı kılıçlarla etrâfını bir anda açıyor, düşmanı karşısına çıktığına pişman ediyordu. Kumandanlarının kahramanca çarpışmasını gören şanlı sahâbîler, ondan geri kalmıyor, tek başına otuz düşmana kılıç yetiştirip onları tepelemeye çalışıyorlardı. Bir ara, bir kaç mızrağın birden, kumandan hazret-i Zeyd'in mübârek göğsüne saplandığı görüldü. Arkasından diğer mızraklar, onu tâkib etti. Şanlı sahâbînin vücûdu, delik deşik olmuştu. Derken Zeyd bir Hârise'nin sıcak toprağa düştüğü ve çok özlediği şehâdet şerbetini içtiği görüldü.
Zeyd bin Hârise'yi (radıyallahü anh) tâkib eden hazret-i Ca'fer, hemen sancağı kaptı. İslâm sancağının dalgalandığını gören mücâhidler, yeni bir aşk ile savaşa devam ediyorlardı. Hazret-i Ca'fer de, Zeyd bin Hârise gibi kahramanca çarpışıyordu. Bir taraftan düşmana saldırıyor, diğer yandan da arkadaşlarına cesâret ve heyecan veriyordu. Yiğitçe çarpışan bu yeni kumandan, daha hızlı, daha serî hareketlerle kılıç sallıyor, düşmana göz açtırmıyordu. Hazret-i Ca'fer, kendisinden geçmiş bir hâlde çarpışırken, arkadaşlarından bir hayli ileri gitmişti. Rumların ortasında tek başına dövüşüyor, her birine ayrı ayrı kılıç vuruyordu. Fakat bu gidişin, dönüşü olmadığını anlamakta gecikmedi. Kahraman kumandan; "Bana düşen, kâfirlerin her birine kılıcımla vurmaktır!" diyor, Allahü teâlânın mübârek ismini dilinden düşürmüyor ve bitmez bir güçle çarpışıyordu. Nihâyet bir düşman askeri, hazret-i Ca'fer'in sağ koluna bir kılıç vurdu. Sağ eli kesilen hazret-i Ca'fer, mukaddes İslâm sancağını sol eliyle yere düşmeden yakaladı. Kaldırıp yine dalgalandırdı. Derken bir kılıç darbesi daha... Sol eli de kesilmişti. Bu defâ sancağı, kesik kollarının arasında göğsüne bastırarak dalgalandırmaya çalıştı. Fakat bir biri peşinden şiddetle inen düşman kılıçları ile çok özlediği şehâdet mertebesine kavuştu. Mübârek rûhu, Cennet’in en yüksek derecelerine uçmuştu... Bedeninde doksandan ziyâde kılıç ve mızrak yarası sayılmıştı.
Kumandanlarının şehîd düştüğünü gören kahraman mücâhidler, yere düşen İslâm sancağını kaptıkları gibi, Abdullah bin Revâha hazretlerine teslim ettiler. O da, atının üzerinde sancağı dalgalandırarak düşmana şiddette saldırdı. Bir taraftan önüne gelen düşmanı tepeliyor, bir taraftan da, şöyle diyordu:
"Ey nefsim, bana boyun eğeceksin elbette,
Bugün şehîd olurum, yemîn ettim bu harpte.
Ya sen kendiliğinden, râzı olursun buna,
Ya kabûl ettiririm, bunu ben, zorla sana.
Eğer öldürülmezsen, şâyet sen bu savaşta,
Hiç ölmeyecek misin, ey nefsim söyle bana.

Ca'fer bin Ebî Tâlib ve Zeyd bin Hârise'nin,
Yaptığını yaparsan, bil ki iyi edersin.
Onlar şehîd oldular, ey nefsim durma geri,
Sonra bedbaht olursun, haydi atıl ileri."
Hazret-i Abdullah da; "Allahü ekber!" nidâları arasında düşmanla amansız bir mücâdeleye tutuşmuştu. Bir ara bir kılıç darbesi parmağına isabet etti ve kesik parmak elinde sallanmaya başladı. Allahü teâlânın ve Resûlünün aşkıyla yanan bu mübârek kumandan, derhal atından yere atladı, çarpışmasına engel olan yaralı parmağını, ayağının altına alıp; "Sen sâdece, yaralı bir parmak değil misin? Zâten bu kazâya da Allahü teâlânın yolunda uğramış bulunuyorsun!" diyerek çekip kopardı. Şimşek gibi atına atlayıp, olanca gücü ile yine çarpışmaya başladı. Fakat bu kadar çarpışmasına rağmen, şehitlik mertebesine kavuşamadığı için kendi kendini kınamaya başladı... Tekrar tekrar düşmana saldırdı. Sonunda bir mızrak darbesi ile yere düştü. Allahü teâlâ ve Resûlü yolunda çarpışırken şehîd olup, mübârek rûhu Cennet’e uçtu...
O anda hazret-i Abdullah'ın yanında çarpışan Ebü'l-Yüsr Ka'b bin Umeyr (radıyallahü anh), sancağı dalgalandırmaya çalıştı. Gözlerini Eshâb arasında dolaştırarak kendisinden daha yaşlı ve olgun birini araştırdı. Sâbit bin Ekrem'i (radıyallahü anh) görünce, sancağı ona teslim etti. Hazret-i Sâbit, sancağı mücâhidlerin önüne dikdikten sonra; "Ey kardeşlerim! Acele içinizden birini kumandan seçiniz ve ona tâbi olunuz" dedi. Onlar; "Seni seçtik" dedilerse de, hazret-i Sâbit bunu kabûl etmedi. Gözleri Hâlid bin Velîd hazretlerine takıldı. Ona; "Ey Ebû Süleymân! Sancağı sen al!" dedi. Müslümanlar arasına yeni katılan hazret-i Hâlid, edebinden mukaddes sancağı almak istemedi ve mübârek dudaklarından; "Ben bu sancağı senden alamam! Sen buna benden daha çok lâyıksın. Zirâ daha yaşlısın ve Bedr gazâsında Resûlullah'ın yanında çarpışmakla şereflenmişsin!..." sözleri dökülmüştü. Fakat zaman kıymetli idi. Etrâflarındaki Eshâb-ı kirâm, düşmanla kıyasıya vuruşuyor, yüzbin kişilik düşmanı geriletmeye çalışıyordu. Hazret-i Sâbit, sözünü tekrarladı: "Ey Hâlid! Resûlullah'ın mukaddes sancağını çabuk al! Vallahi, bunu sana vermek için almıştım. Sen, harbin usûlünü benden daha iyi bilirsin!" dedi ve etrâfındaki mücâhidlere; "Ey kardeşlerim! Hâlid'in kumandan olmasındaki görüşünüz nedir?" diye sordu. Onlar da hep bir ağızdan; "Onu başımıza kumandan yaptık" dediler. Bunun üzerine hazret-i Hâlid, Âlemlerin efendisinin mübârek eliyle teslim ettiği sancağı, büyük bir hürmet ve edeb ile alıp öptü. Atına allayıp düşmana bütün haşmet ve heybetiyle saldırdı.
Kahraman sahâbîler yeni kumandanlarının peşinde tekrar hücûma geçtiler. Hazret-i Hâlid görülmemiş bir cesâret ve maharetle çarpışıyordu, önüne geleni devirip düşürüyordu. Bir ara Kutbe bin Katâde hazretleri, düşman kumandanlarından Mâlik bin Zafile'nin başını gövdesinden ayırdı. Rumların mânevîyatları bozulmuştu. Fakat vakit daralmış, akşam olmuş ve hava kararmaya başlamıştı. Karanlıkta savaşmak oldukça tehlikeliydi. Çünkü yanlışlıkla kendi arkadaşlarını vurabilirlerdi...
Bu sebeple her iki taraf da karargâhlarına çekildi. Yaralılar tedavi altına alındı. Hazret-i Hâlid, harp san’atında dahî idi. Sabahleyin düşmanın karşısına yeni bir taktikle çıkmak ve onları şaşırtmak istiyordu. O gece, askerlerin yerlerini değiştirdi. Sağ taraftakileri sola, soldakileri sağa, öndekileri arkaya, arkadakileri de öne aldı.
Sabahleyin tekrar hücûma kalkan kahraman mücâhidler, "Allahü ekber" nidâları arasında çarpışmaya başladı. Düşman askerleri, kendilerine saldıran askerleri ilk defâ görüyordu. Bunlar dünkü çarpıştıkları kimseler değildi. Herhâlde, Müslümanlara yeni bir ordu yardıma gelmişti!... Bunları büyük bir korku içinde düşünen Rum askerlerinin mânevîyatları bozuldu. Paniğe kapıldılar. Bunu fırsat bilen hazret-i Hâlid ve kahraman sahâbîler, o gün çok daha güzel çarpışarak düşmana kılıç vurdular ve binlercesinin canını Cehennem’e gönderdiler. O gün Hâlid bin Velîd hazretlerinin elinde dokuz kılıç kırılmıştı. Allahü teâlânın ihsânı, Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin duâları bereketiyle üçbin mücâhid gazi, yüzbin düşman askerini bozguna uğratmıştı. Bu büyük meydan muhârebesinde onbeş şehîd verilmişti. Böylece, Bizans imparatorluğuna, haddi bildirilmiş, daha güneye akınlar düzenlemelerine engel olunmuştu...
Resûl-i ekrem ve Nebiyy-i muhterem efendimiz, kendisine harp meydanından bir haber gelmeden önce, Mûte'de olanları bildirmek üzere Eshâbını mescide toplamıştı. Sevgili Peygamberimizin mübârek yüzlerinden çok üzüntülü olduğu anlaşılıyor, daha çok üzülür korkusu ile kimse bir şey soramıyordu. Nihâyet Eshâb-ı kirâmdan biri; "Canımız sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Sizde olan üzüntüyü gördüğümüzden beri içimiz kan ağlıyor, üzüntümüzün derecesini ancak cenâb-ı Hak bilir!" dedi. Sevgili Peygamberimizin mübârek gözlerinden yaşlar boşandı ve buyurdular ki: “Bende gördüğünüz üzüntü, beni hüzün içinde bırakan şey, Eshâbımın şehîd olmaları idi. Bu hâl, onları, Cennet’te karşılıklı tahtlar üzerinde oturmuş kardeşler olarak görünceye kadar devam etti. Zeyd bin Hârise, sancağı eline aldı. Nihâyet şehîd edildi. O şimdi Cennet’e girdi. Orada koşup duruyor. Sonra sancağı Ca'fer bin Ebî Tâlib aldı. Düşman ordularına saldırdı. Çarpıştı ve nihâyet o da şehîd oldu. O, şehîd olarak Cennet’e girdi ve yâkuttan iki kanat ile dilediği gibi uçup duruyor. Ca’fer'den sonra sancağı, Abdullah bin Revâha aldı. Elinde sancak olduğu hâlde düşmanlarla çarpıştı ve şehid oldu ve Cennet’e girdi. Onlar, Cennet’te altından tahtlar üzerinde bana gösterildi. Ey Allah'ım! Zeyd'i mağfiret eyle!... Ey Allah'ım! Ca'fer'i mağfiret eyle! Ey Allah'ım Abdullah bin Revâha'yi mağfiret eyle!"
Âlemlerin efendisinin mübârek gözlerinden hâlâ yaşlar boşanıyordu. Göz yaşları arasında şöyle devam ettiler: “Abdullah bin Revâha'dan sonra sancağı Hâlid bin Velîd aldı. İşte şimdi harp şiddetlendi. Ey Allah'ım! O (Hâlid bin Velîd), senin kılıçlarından bir kılıçtır. Onu yardım eyle!..." buyurdular.
Sevgili PeygamberimizAllahü teâlânın izni ile bin kilometreden daha uzak olan harp meydanındaki durumu, bir mûcize olarak görmüş ve Eshâbına bildirmişti. Ca'fer bin Ebî Tâlib hazretlerinin şehîd düştüğü gün bu hâdiseyi anlattıktan sonra kalktılar, hazret-i Ca'fer'in evine gittiler. Hanımı Esmâ, evinin işlerini bitirmiş, çocuklarını yıkayıp saçlarını taramıştı. Sevgili Peygamberimiz“Ey Esmâ! Ca'fer'in oğulları nerede? Onları bana getir!" buyurdular. Esmâ Hâtun (radıyallahü anhâ) çocukları getirince, Resûlullah efendimiz onları bağrına bastı ve doya doya öpüp kokladı. Mübârek kalbleri dayanamadı, mübârek gözlerinden yaşlar sicim gibi akmaya başladı. Bunu gören hazret-i Ca'fer'in hanımı; Anam-babam, canım sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Niçin oğullarıma yetimlere yaptığınız merhameti gösteriyorsunuz? Yoksa Ca'fer ve arkadaşlarından acı bir haber mi aldınız?!" diye yalvararak sordu. Âlemlerin efendisi, çok müteessir olmuştu: “Evet!... Onlar, bugün şehîd oldular!..." buyurdu. Hazret-i Esmâ vâlidemiz de yetim yavrularını bağrına basarak ağlamaya başladı. Bu manzaraya sevgili Peygamberimiz fazla dayanamamış, oradan ayrılmışlardı.
Seâdethanelerine dönen Habîb-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, zevce-i mutâhharalarına; “Ca'fer'in âilesi için yemek hazırlamayı ihmâl etmeyiniz!" buyurdu. Üç gün şehîd âilelerine yemekler gönderildi.
Aradan günler geçmişti ki, Medîne'ye müjde haberini Ya’lâ bin Ümeyye hazretleri ulaştırdı. Olup bitenleri daha söylemeden Resûl-i ekrem efendimiz, ona; “İstersen olanları sen haber ver, istersen ben sana söyleyeyim!" buyurarak harp meydanında olanları teferruâtıyla anlattılar. Bunun üzerine Ya’lâ bin Ümeyye (radıyallahü anh); "Seni hak din ve Kitab'la peygamber olarak gönderen Allahü teâlâya yemîn ederim ki, mücâhidlerin başından geçen hâdiselerden anlatmadık bir tek hâdise bırakmadın" dedi. Efendimiz de; Allahü teâlâ, benim için aradaki mesâfeyi kaldırdı da, harp meydanını gözlerimle gördüm" buyurdular.
Bir kaç gün sonra haberciler, İslâm ordusunun Medîne'ye yaklaştığını bildirdiler. Peygamber efendimiz, Eshâbı ile kalktılar, Medîne'nin dışına karşılamaya çıktılar. Uzaklardan bir toz bulutu kalkıyor, mukaddes İslâm sancağı dalgalanyordu. Kılıç, kalkan parıltıları, etrâfı ayna gibi ışıldatıyordu... Herkesde, derin bir heyecan göze çarpıyordu. Biraz sonra başlarında Hâlid bin Velîd hazretleri olduğu hâlde, mücâhid gâzîler Medîne'ye girdiler.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget