Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Server-i âlem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, Medîne-i münevvereyi teşrîf ettikten sonra, çeşitli devletlere elçiler gönderip onları İslâm’a dâvet eyledi. Umman, Bahreyn hükümdârları teb’asıyla müslüman olmakla şereflendiler. Ayrıca bir çok kabîlelerden heyetler gelerek, Âlemlerin efendisine tâbi olduklarını bildirdiler ve saâdete kavuştular.
Artık İslâmiyet büyük bir hızla yayılıyordu. Çevre kabîlelere, devletlere dînin esaslarını öğretmek üzere muallimler, onları idâre etmek için vâliler gönderiliyordu. Hicretin dokuzuncu senesinde, Medîne, müslüman olan heyetlerin akınına uğradı.
Hicretin dokuzuncu senesinin Receb ayı idi. Bir gün Resûlullah efendimiz, Eshâbına; “Bugün, sâlih bir kardeşiniz vefât eyledi. Kalkınız, onun namazını kılınız" buyurdu. Peygamber efendimiz imâm olup gâib cenâze namazını kıldırdı. Sonra buyurdular ki: “Kardeşiniz Necâşi Eshame için Allahü teâlâdan mağfiret taleb ettik." Bir müddet sonra Habeşistan'dan gelen haberde, Necâşi Eshame'nin (radıyallahü anh) vefât ettiği öğrenildi. Peygamber efendimizin cenâze namazını kıldırdığı güne rastlıyordu.
İslâmiyetin Arab yarımadasında hızla yayıldığı bu dokuzuncu senede "İslâm Devleti’ni kıskanan ve büyümesini engellemek isteyen Bizans imparatoru Herakliüs'a, hıristiyan Arablar; "Şu peygamberlik dâvâsı ile ortaya çıkmış bulunan kişi vefât etti. Müslümanlar şimdi kıtlık ve yokluk içindeler. Eğer, onları dînine çevirmek istiyorsan, şimdi tam sırasıdır!" diye mektup yazdılar. Bu mektup üzerine Herakliüs, kırkbin kişilik bir orduyu, Kubad'ın kumandasında müslümanlarla savaşmak için yola çıkardı.
Bu durumu haber alan Fahr-i kâinat efendimiz, Eshâbını toplayarak harbe hazırlanmalarını emir buyurdu. O sene kuraklık olduğundan sahâbîler maddî yönden büyük bir darlık içinde bulunuyorlardı. Sâdece, ticâret yapanların durumu, biraz iyi idi. Peygamber efendimiz, Eshâbının, harbe katılacak olan askerin teçhîzâtı için mâlî yardımda bulunmalarını da arzu buyurmuşlardı. Efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem bu arzuları, sahâbîleri harekete geçirdi. Herkes elinde avucunda ne varsa getiriyor, malı ve canı ile cihâda hazırlanmağa çalışıyordu.
Peygamber efendimizin mağara arkadaşı hazret-i Ebû Bekr malının tamamını getirmişti. Resûl-i ekrem efendimiz "Âile efrâdına ne bıraktın, yâ Ebâ Bekr?" buyurunca, o; "Allahü teâlâyı ve Resûlünü bıraktım" diye cevap vermişti. Hazret-i Ömer malının yarısını yardım olarak getirmiş, Peygamber efendimiz ona da; "Âilene ne bıraktın, yâ Ömer?" diye suâl edince; "Getirdiklerim kadar bıraktım" diye cevap vermiş, Peygamber efendimiz de; “İkinizin arasındaki fark, sözleriniz arasındaki fark gibidir" buyurmuştu. Bunun üzerine hazret-i Ömer; "Anam-babam sana fedâ olsun yâ Ebâ Bekr! Hayır yolundaki bütün yarışlarda beni geçiyorsun. Artık hiç bir şeyde seni geçemeyeceğimi iyice anladım" diye onu takdir etmişti.
Eshâb-ı kirâm, gücü yettiği kadar yardım etmeğe çalışıyordu. Fakat münâfıklar; "Siz gösteriş için veriyorsunuz" diye Eshâb-ı kirâm ile alay ediyorlardı. Peygamber efendimiz“Kim bugün, bir sadaka verirse, sadakası kıyâmet günü Allahü teâlâ katında, onun lehinde şâhidlik yapacaktır" buyurdu. Peygamber efendimizin bu mübârek sözleri üzerine, mü’minler daha fazla yardım etmeye başladılar. Hazret-i Osman bin Affân, ordunun üçte birini teczhîz etti. Böylece, müslümanların en fazla yardım edeni oldu. Hazret-i Osman ordunun ihtiyaçlarını o şekilde karşılamıştı ki, su tulumlarını tâmir ederken kullanacakları çuvaldızı bile koymayı ihmâl etmemişti. O'nun bu yardımı üzerine, Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz; “Bugünden sonra, Osman'a günâh yazılmaz" buyurdu. Maddî durumu çok zayıf olan sahâbîlerden biri de, cihâda yardım sevâbına kavuşmak için, o gece sabaha kadar bir hurma bahçesinde su çekmiş, kazandığı hurmayı Peygamber efendimize getirmiş ve; "Yâ Resûlallah! Rabbimin rızâsını kazanmak için elimde olan getirdim. Kabûl buyrunuz" demişti.
Müslüman erkekler, ellerinden geldiği kadar yardıma çalışırken, kadınlar da bu yolda kendilerine düşen vazifeyi hakkıyla yapıyorlardı.
Tebük seferine hazırlandıkları zaman, müslümanlar, çok sıkıntılı bir zamanda idiler. Kıtlık öyle şiddetli idi ki, elinde avucunda bir şeyi kalmayan Eshâb-ı kirâmdan (radıyallahü anhüm) pek çok kimseler, Resûlullah efendimizin huzûruna gelip; "Yâ Resûlallah! Yaya kaldık! Yiyecek bir şeyimiz de yok! Bu gazâda sizden ayrılmayıp cihâd sevâbına kavuşmak isteriz" diyorlardı. Sevgili Peygamberimiz, onlara, kendilerini bindirecek bir şeyin kalmadığını üzülerek bildiriyorlardı. Bir defâsında Sâlim bin Umeyr, Abdullah bin Mugaffel, Ebû Leylâ Mâzînî, Ulbe bin Zeyd, Amr bin Hümâm, Heremî bin Abdullah, İrbâd bin Sâriye (radıyallahü anhüm), sevgili Peygamberimizin huzûruna gelerek aynı dilekte bulunmuşlardı. Efendimiz de onlara büyük bir üzüntü içinde; “Sizi bindirecek bir şey bulamıyorum" buyurunca, onlar, Peygamber efendimizden ayrı kalma ve cihâda katılamamanın verdiği üzüntü ile ağlamaya başladılar. Bunun üzerine Allahü teâlâ, şu âyet-i kerîmeyi gönderdi. Meâlen; “Bir de o kimselere günâh yoktur ki, kendilerini, bindirip savaşa sevkedesin diye sana geldikleri zaman onlara; “Sizi bindirecek bir hayvan bulamıyorum" demiştin. Bu uğurda sarfedecekleri şeyi bulamadıklarından dolayı kederlerinden, gözleri yaş döke döke döndüler " (Tevbe sûresi: 92) buyruluyordu. Sonunda onları da hazret-i Abbâs ile hazret-i Osman, gazâya hazırladılar.
Hazırlıklar tamamlanınca Peygamber efendimiz, orduyu Seniyyet-ül-Vedâ'da topladı. Gazaya katılmayan yok denecek kadar azdı. Resûl-i ekrem efendimiz, orduyu toplayıp harekete karar verince, Muhammed bin Mesleme'yi Medîne'de kendi yerine bıraktı. Sefere başlıyacağı sırada, Peygamber efendimiz“Yanınıza fazla ayakkabı alınız. Yedek ayakkabınız bulunduğu müddetçe sıkıntı çekmezsiniz" buyurdu. Ordu hareket ettiği zaman, münâfıkların başı Abdullah bin Übeyy, müslümanları korkutmak için, olmayacak sözler söyledi. Hattâ; "Yemîn ederim ki, sanki O'nu ve Eshâbını ikişer ikişer iplere bağlanmış hâlde görür gibi oluyorum..." diyordu. Fakat bu sözlere, Eshâb-ı kirâm hiç aldırış etmiyor, cihâda katılma aşkı gittikçe artıyordu. Bunu gören münâfıklar kahroluyorlardı.
Resûlullah efendimiz, Seniyyet-ül-Vedâ'dan Tebük'e hareket edeceği zaman, ordunun bayraklarını ve sancaklarını açtırdı. En büyük sancağı hazret-i Ebû Bekr'e, en büyük bayrağı da Zübeyr bin Avvâm hazretlerine verdi. Evs kabîlesinin bayrağını Üseyd bin Hudayr'a, Hazrec kabîlesinin sancağını Ebû Dücâne'ye verdi (radıyallahü anhüm). Peygamber efendimizin kumandasındaki Eshâb-ı kirâmın sayısı, onbini süvâri olmak üzere, otuzbin kişi idi. Sağ kol kumandanlığına hazret-i Talha bin Ubeydullah, sol kola da Abdurrahmân bin Avf hazretleri tâyin edildi.
Şanlı sahâbîler, pek sıcak bir havada ve Peygamberlerinin kumandası altında harekete geçtiler. Başlarında Allahü teâlânın Habîbi olduktan sonra, yiyecek ve içeceklerinin olmaması onları yollarından döndüremez; gidecekleri yolun uzaklığı, düşman askerlerinin çokluğu da gözlerini korkutamazdı. Bu hâlde her yere gidilirdi.
Sevgili Peygamberimiz ve kahraman sahâbîler, her konak yerinde bir müddet istirâhattan sonra tekrar yollarına devam ediyorlardı. Sekizinci konak yerleri, Sâlih aleyhisselâmın kavminin helâk edildiği Hicr'di. Peygamberlerinin emrini dinlemedikleri için Allahü teâlâ, şiddetli bir sayha yâni ses ile onları helâk etmişti. Kâinatın sultânı, Eshâbına; “Bu gece kuvvetli ve ters istikametten bir fırtına esecektir. Kimse, yanında arkadaşı olmadıkça ayağa kalkmasın. Herkes devesinin dizini bağlasın. Burası azâb inen yerdir. Kimse bu sudan içmesin ve abdest almasın!..." buyurdular. Herkes bu emre uydu. Gece çıkan kuvvetli bir fırtına her tarafı alt-üst etmeğe başladı. Bu sırada devesini bağlamayı ihmâl eden biri, aramak için tek başına ayağa kalktığında fırtınaya kapılarak sürüklenip Tayy Dağı’nın eteklerine atıldı. Birisi de çok sıkışmıştı. Abdest bozmak için gittiği yerde, Hunak denilen bir hastalığa yakalandı. Peygamber efendimizin duâ buyurması ile yeniden sıhhate kavuştu.
O sabah su kaplarında hiç su kalmamıştı. Susuzluktan herkes ölecek hâle gelmişti. Münâfıklar bunu fırsat bilip; "Muhammed gerçekten peygamber olsaydı, duâ edip yağmur yağdırırdı" dediler. Durum Âlemlerin efendisine arzedildiğinde, mübârek ellerini kaldırdılar ve Allahü teâlâya yağmur ihsân etmesi için yalvardılar. Sıcak ve bulutsuz bir havada derhal yağmur bulutları peydâ oldu. Şiddetli bir yağmur başladı. Herkes kaplarını doldurarak abdest alıp, hayvanlarını suladı. Yağmur durup bulutlar dağılınca, yağmurun yalnız ordunun üzerine yağdığı, görülmüştü. Sevgili Peygamberimiz ve sahâbîler tekbir getirdiler. Allahü teâlâya hamd ettiler. Münâfıklara da; "Artık bir özrünüz kalmadı. Allahü teâlâya ve Resûlüne îmân edin ve sâlih bir müslüman olun!..." dediler. Fakat hayâsız münâfıklar; "Ne olmuş ki?!... Bir bulut, geçerken yağdı ve gitti!..." diye karşılık verdiler.
Açlık da son haddine gelmişti, öyle ki, bir hurmayı iki kişi bölüşür vaziyete düşmüşlerdi. Şiddetli sıcağa, çekilen açlık ve susuzluğa rağmen, Tebük'e yaklaşılmıştı. Habîb-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz; “Yarın inşâallah kuşluk vaktinde Tebük kaynağına varacaksınız. Ben gelinceye kadar o suya el uzatmayınız" buyurdular. Ertesi gün oraya vardılar. Kaynağın suyu oldukça azdı. Sevgili Peygamberimiz, o sudan, bir kaba koydurdular ve içine mübârek elini sokup duâ ettiler. Sonra kaynağa döktüler. Sular bir anda kabarıp çoğaldı. Otuzbin kişilik İslâm ordusu içtiği hâlde hiç eksilmedi. Sonradan Fahr-i kâinat efendimizin bir mucizesi olan bu su ile, her taraf sulandı. O bölge yemyeşil bir sahra olup, bereketlerle dolup taştı.
Resûl-i ekrem efendimiz, şanlı Eshâbı ile Tebük'e geldiklerinde, Bizanslılarla, Âmile, Lahm ve Cüzâm gibi hıristiyanlaştırılmış Arab kabîlelerinden müteşekkil Rum ordularını karşılarında bulamadılar. Mûte'de üçbin mücâhide karşı yüzbin kişilik Rum ordusu mağlûb olmuştu. Şimdi ise, karşılarında otuzbin mücâhid vardı ve komutanları Kâinatın efendisi idi. Rumlar, sevgili Peygamberimizin kahraman Eshâbını toplayıp geldiğini duyunca, her biri kaçacak yer aramışlardı.
Resûlullah efendimiz, Eshâbıyla istişâre ederek Tebük'ten öte gitmediler. Bu sırada o bölgede oturan bâzı kabîleler ve devletler, İslâm ordusunun geldiğini işitmişlerdi. Korkularından Peygamber efendimize birer heyet gönderip, cizye vermek üzere emân dilediler. Peygamber efendimiz, merhamet buyurup tekliflerini kabûl eyledi ve her biriyle ayrı ayrı andlaşma maddeleri yazılarak, emniyette oldukları söylendi.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Server-i âlem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, Mekke'yi fethetmek niyetiyle Medîne'den çıktıkları zaman, Mekke çevresinde oturan Hevâzin ve Sakîf ismindeki iki büyük kabîle, müslümanlar bizim üzerimize yürüyecek zannı ile savaşmak için hazırlık yapmaya başladılar. Âlemlerin efendisinin, Mekke'yi fethetmek için geldiğini öğrendiklerinde biraz rahatlamışlarsa da; "Kureyşlilerden sonra sıra muhakkak bize gelecektir" düşüncesiyle hazırlıklarına hız verdiler. Ayrıca; "Yemîn ederiz ki, müslümanlar iyi çarpışan bir kavimle karşılaşmadılar. O, bizim üzerimize yürümeden, biz O'nun üzerine yürüyelim de harbetmek nasıl olurmuş gösterelim!" dediler. Hevâzin reîsi Mâlik bin Avf kumandasında, yirmibin kişilik çok güçlü bir ordu ile harekete geçtiler. Askerlerinin cesâretini artırmak ve zoru görünce kaçmamaları için bütün kıymetli mallarını, kadın ve çocuklarını da beraber götürüyorlardı.
Bu haber kısa zamanda Mekke'de duyuldu. Fahr-i kâinat efendimiz, haberin doğruluğunu anlamak için Abdullah bin Ebî Hadred'i (radıyallahü anh) Hevâzin kabîlesine gönderdi. Hazret-i Abdullah, kılık kıyafetini değiştirerek düşmanın içine girdi. Fikirlerini ve hareket tarzlarını öğrenip durumu hemen sevgili Peygamberimize bildirdi.
Resûl-i ekrem efendimiz, derhal şanlı Eshâbını topladı. Mekke'ye yirmi yaşındaki Attab bin Esîd hazretlerini vali yaparak sür’atle yola çıktı. Onikibin kişilik ordusu ile müşrik Hevâzin ve Sakîf kabîlelerini karargâhlarında bastırmak istiyorlardı. Mücâhidlerin sancağını hazret-i Ali taşıyor, öncü kuvvetlerin kumandanlığını da Hâlid bin Velîd hazretleri yapıyordu. Âlemlerin efendisi, miğferini ve üst üste zırhını giymiş, Düldül ismindeki katırına binmişti. Şevvâl ayının onbirinci günü Huneyn vâdisine varıldı. O gece, Server-i âlem efendimiz ordusunu teftiş edip, harp düzenine soktu. Sabah namazını kıldırdıktan sonra, harekete geçti. Müşriklerin kumandanı, geceden istifâde ederek Huneyn vâdisinin iki yamacına ordusunu yerleştirmiş, pusu kurmuştu. Önde, birlikleri ile giden Hâlid bin Velîd hazretleri, pusudan habersiz, geçide doğru atını sürmüştü. Sabahın alaca karanlığı düşmanı görmeyi engelliyordu. Bir anda binlerce ok, mücâhidlerin üzerine yağmaya başladı. Bu beklenmedik ok yağmurundan kurtulmak için, mücâhidler geri çekilmek mecbûriyetinde kaldı. Bu hızlı geri dönüş, arkadan gelen askerlerin düzenini karıştırdı. Onlar da geri çekilmek için dönüş yaptığında, yirmibin kişilik düşman birliklerinin, sel gibi vadiye akmaya başladığı görüldü.
Sevgili Peygamberimiz tek başına, hücûma kalkan müşriklere doğru ileri atıldı. Yalnız hazret-i Abbâs, hazret-i Ebû Bekr ve yüz kadar kahraman sahâbî ölmeği göze alıp Resûl-i ekrem efendimize yetiştiler. Vücûdlarını, sevgili Peygamberimize kalkan yaptılar. Hazret-i Abbâs, katırın dizginini, Süfyân bin Hâris hazretleri de üzengisini tutarak hızını kesmeye, Resûlullah efendimizin düşman birliklerinin arasına dalmasına mâni olmaya çalışıyorlardı. Âlemlerin efendisi, Allahü teâlânın dîninin yok olacağına üzüldüğünden; “Yâ Abbâs! Sen onlara; “Ey Medîneliler! Ey Semüre ağacının altında bî'at eden sahâbîler!" diyerek seslen!" buyurdu. Hazret-i Abbâs, iri yapılı ve heybetli idi. Bağırdığı zaman sesi çok uzaklardan duyulurdu. Bütün gücü ile; "Ey Medîneliler! Ey Semüre ağacının altında, Peygamberimize söz veren eshâb! Dağılmayınız! Buraya toplanınız!" diyerek bağırdı. Bunu işiten Eshâb-ı kirâm, geri dönmek istediler. Fakat hayvanlarının pek ziyâde ürkmesi geri dönmelerine mâni oluyordu. Nihâyet zırhını, kılıcını mızrağını alıp hayvanlarından kendilerini atmak mecbûriyetinde kaldılar. Sür’atle Resûlullah efendimizin yanına yetişip, düşmanla müthiş bir çarpışmaya girdiler. "Allahü ekber! Allahü ekberi" sadâları yeri göğü inletiyor, düşmanı korkutup dehşete düşürüyordu. Bedr'de, Uhud'da, Hendek'de ve Hayber'de pek büyük kahramanlıklar gösteren Eshâb, bilhassa hazret-i Ali, Ebû Dücâne, Zübeyr bin Avvâm (radıyallahü anhüm), döne döne çarpışıyor, düşmanı saf dışı edip geri püskürtüyorlardı. Âlemlerin efendisi, Eshâbının canla başla yaptığı bu çarpışmayı tâkib ediyor, mübârek dudaklarından; “Allah'ım! Bize yardımını indir! Şüphesiz sen, onların bize gâlip gelmesini istemezsin!" duâları işitiliyordu. Sevgili PeygamberimizAllahü teâlâya olan yalvarmaları arasında, yerden bir avuç kum aldı. “Yüzleri kara olsun!" buyurarak müşriklerin üzerine savurdu. Sevgili Peygamberimizin bir mûcizesi olarak, düşman askerlerinden gözlerine kum dolmadık kimse kalmadı. Melekler de yardıma gelmişti. Peygamber efendimizAllahü teâlâya and olsun ki, onlar, bozguna uğradılar" buyurdular. Müşrikler, bozulmaya, geri dönüp kaçmaya başlamışlardı. Geri döndükçe peşlerinde şanlı sahâbîleri görüyorlar, harp meydanına getirdikleri hanımlarını, çocuklarını ve mallarını bırakarak son sür’atle kaçıyorlardı.
Harp meydanında yetmiş ölü, altıbin esir ve hadsiz hesapsız mal bırakmışlardı. Kaçanların bir kısmı Tâif kalesine sığındı, bir kısmı da Nahle'ye, Evtas'a gittiler. Kumandanları Mâlik bin Avf, Tâife sığınanlar arasında idi. Eshâb-ı kirâm onları bir müddet tâkib etti. Evtas'da yine şiddetli çarpışmalar oldu. Düşman yine bozguna uğradı.
Bu gazâda Allahü teâlânın izni, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin himmeti bereketi ile zafer yine müslümanların olmuştu. Dört şehîd verilmiş, bâzı sahâbîler de yaralanmıştı. Hâlid bin Velîd hazretlerinin de yaralı olduğunu işiten sevgili Peygamberimiz, onun yanına varmış, yarasını mübârek elleri ile sıvazlayınca yara ânında iyi olmuştu.
Kâinatın sultânı sallallahü aleyhi ve sellem Tâife kaçan düşmanın da üzerine yürüyerek kesin netîceyi almak istiyordu. Mekke'ye yakın olan bu kale, küfrün son, fakat en muhkem kalelerinden biri idi. Peygamber efendimiz, hicretten önce Tâif’e gelip, bir ay onlara nasîhat etmişti. Fakat Tâifliler, Âlemlerin efendisine görülmedik işkence ve zulümde bulunmuşlardı. Hattâ mübârek ayaklarını kan içinde bırakmışlardı. Efendimiz, burada Zeyd bin Hârise hazretleri ile hayatının en acıklı ve en ızdıraplı günlerini yaşamıştı. Sevgili Peygamberimiz, Hâlid bin Velîd hazretlerini önden gönderdi. Şanlı Eshâbıyla, kendileri arkadan Tâif önlerine geldiler. Sakîf kabîlesi, muhkem olan kalelerine, önceden bol miktarda yiyecek depo etmişlerdi. Eshâb-ı kirâmın geldiğini görünce, kapılarını kapatıp savunmaya geçtiler. Kalenin yakınlarına kadar sokulan mücâhidlere ok atışları ile karşılık veriyorlardı ve savaş bu şekilde devam ediyordu. Tâifliler bir türlü kaleden çıkıp, meydanda göğüs göğüse çarpışmaya cesâret edemiyorlardı. Eshâb-ı kirâmdan bâzıları, kalenin içine mancınıkla taş atılmasını teklif ettiler. Peygamber efendimiz, uygun görüp, mancınıklar yaptırdı. Onlarla müşriklere taş attırarak muhâsaraya devam etti. Eshâb-ı kirâm, canla başla uğraşıyor, bir an önce kaleyi fethetmeye çalışıyorlardı. Bu arada ondört sahâbî şehadet mertebesine kavuşmuştu. Fakat kalenin çok muhkem olması fethi engelliyordu.
Muhâsaranın yirminci gününe doğru bir gece, Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, rüyâsında, kendisine hediye edilen bir kap dolusu tereyağının bir horoz tarafından gagalanarak yere döküldüğünü gördü. Bunu, Tâifin bu sene fethedilemeyeceğine yorarak muhâsarayı kaldırdı.
Merhamet deryâsı olan sevgili Peygamberimiz, bundan sekiz sene önce kendisine eziyet eden Tâifliler için; "İzin verirsen, şu dağları başlarına çevireyim" diyen meleğe; “Ben âlemlere rahmet olarak gönderildim. İstediğim tek şey, Allahü teâlânın, bu müşriklerin sulbünden, Hak teâlâya hiç bir ortak koşmaksızın ibâdet edecek bir nesil ortaya çıkarmasıdır" buyurmuştu. Şimdi de merhamet buyurup; “Yâ Rabbî! Sakîflilere doğru yolu göster! Onları bize getir!" diye duâ ediyordu.
Habîb-i ekrem efendimiz, Eshâbı ile Tâif’ten ayrılıp Huneyn'de ele geçirilen esirler ve ganîmetlerin toplandığı Cirâne'ye geldi. Altıbin esirin yanı sıra yirmibinden ziyâde büyük ve kırkbinden ziyâde küçük baş hayvan ile hesapsız zînet eşyası, ganîmet alınmıştı. Onları, hak sâhibi mücâhidlere paylaştırmıştı. O sırada Hevâzin kabîlesinden bir heyetin, huzûra kabûl edilmek için istirhâmda bulundukları öğrenildi. Sevgili Peygamberimiz, onları kabûl etti. Heyet, Hevâzin kabîlesinin toptan müslüman olduğunu bildirince, Âlemlerin efendisi, çok memnun olmuşlardı. Bunun üzerine kendisine düşen esirleri, derhal âzâd edip, geri verdi. Eshâb-ı kirâm da aynı şekilde sevgili Peygamberimizi tâkib etti. Resûlullah efendimizin bir merhameti, bir anda altıbin esirin hürriyetine kavuşmasına sebeb olmuştu. Bu haber, Tâif’e sığınan Hevâzin kabîlesinin reîsi, Mâlik bin Avf a ulaştırıldığında, o da gelip müslüman olmuş, Peygamber efendimiz, onu ihsânlara boğmuştu.
Artık, burada yapılacak iş kalmamıştı. Kâinatın sultânı her zaman olduğu gibi muzaffer olarak, Eshâbı ile Mekke'ye döndü. Attâb bin Esîd'i (radıyallahü anh), Mekke'ye vali yaptı. Mu’âz bin Cebel hazretlerini de din işlerini öğretmek için bıraktı. Kâbe-i muazzamayı tavâf edip, umresini yaptıktan sonra şanlı Eshâbı ile tekrar Medîne'nin yolunu tuttular...
Bir sene sonra, Tâifliler müslüman olmak için altı kişilik bir heyeti, Medîne'ye sevgili Peygamberimizin huzûruna gönderdiler. Âlemlerin efendisi, bir sene önce Tâif’ten ayrılırken; “Yâ Rabbî! Sakîflilere doğru yolu göster. Onları bize getir" diye duâ etmişti. İşte şimdi Sakîfliler, müslüman olmak için gelmişlerdi. Resûl-i ekrem efendimiz, onların müslüman olmalarına çok sevinip, kendilerine bâzı imtiyazlar vererek Tâif’e gönderdi. Başlarına Osman bin Ebi’l-Âs hazretlerini vali tâyin eyledi.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Ramazân-ı şerîfin onüçü, Cumâ günü idi. Mücâhidlerden en önce harekete geçen, Hâlid bin Velîd hazretleri oldu. Mekke'nin güneyinden Handeme Dağı’nın eteklerine geldiklerinde, azılı Kureyş müşriklerinin kendilerine ok yağdırdıklarını gördü. İki mücâhid, şehîd olmuştu. Hazret-i Hâlid, savaş düzenindeki askerlerine; "Ancak, bozguna uğrayıp kaçanlar öldürülmeyecektir?" emrini verdikten sonra, ileri atıldılar. Bir anda müşrikleri geriye püskürttüler. Çarpışma esnâsında yetmiş müşrik öldürüldü. Diğerleri, dağ başlarına, evlerine kaçtılar.
Mukaddes Mekke'ye diğer yönlerden giren şanlı sahâbîler, herhangi bir direnişle karşılaşmadılar, öldürülmesi emredilenler içinde beş tanesi yakalanıp cezâları verildi. Diğerleri Mekke'den kaçtılar. Mücâhidler, büyük bir heyecanla, dalga dalga; "Allahü ekber! Allahü ekber!" tekbirleri arasında Mekke'ye giriyorlardı. Server-i âlem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, devesi Kusvâ'nın üzerinde, terkisinde Üsâme bin Zeyd (radıyallahü anhümâ) olduğu hâlde büyük bir tevâzû içinde, doğduğu belde mukaddes Mekke'ye giriyordu. Kendisine bu günleri gösteren Allahü teâlâya hamdediyor, Mekke'nin fethini müjdeleyen, Fetih sûresini tilâvet buyuruyordu.
Fahr-i kâinat efendimiz, büyük bir sürûr içinde, muzaffer Eshâbının arasında Kâbe-i muazzamaya doğru yöneldiler. Sağında hazret-i Ebû Bekr, solunda Üseyd bin Hudayr hazretleri olduğu hâlde Kâbe-i muazzamaya yaklaştılar. Hacer-ül esved'i ziyâret ettikten sonra, telbiye ve tekbir getirdiler. Bunu sahâbîler tâkib etti ve; "Allahü ekber! Allahü ekber!" sesleri ile Mekke-i mükerreme semâları inlemeye başladı. Bu ulvî manzara karşısında müslümanlar sevinç gözyaşları döküyor, Harem-i şerîfe sığınmış, evlerine kapanmış müşrikler, korku ile bekleşiyorlardı.
Sonra Âlemlerin efendisi ve şanlı Eshâbı tavâfa başladılar. Tavâfın yedinci devresini bitirdikten sonra, devesinden inen sevgili Peygamberimiz, Makâm-ı İbrâhim'de iki rekat namaz kıldı. Sonra hazret-i Abbâs'ın kuyudan çıkardığı zemzemden içti. Zemzem ile abdest almayı arzu buyurdular. Fahr-i kâinat efendimiz abdest alırken, Eshâb-ı kirâm, sevgili Peygamberimizin mübârek vücûduna değen abdest suyunu yere düşürmeden havada kapışmaya başladılar. Bu durumu gören müşrikler; "Biz, hayatımızda böyle bir hükümdâr ne gördük, ne de işittik!.." diyerek hayrete düştüler.
Server-i âlem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, Kâbe'nin çevresine taştan ve tahtadan yapılmış bütün putların yıkılmasını murâd ettiler. İsrâ sûresinin meâlen; “Hak gelince bâtıl gider, bâtıl her zaman gidicidir" 81. âyet-i kerîmesini okuyarak, mübârek elindeki asâyı putlara doğru uzattılar. Asânın değdiği her put, birer birer yüzü üzere yıkılıverdi. Üçyüzaltmış put yerle bir edildi.
Öğle vakti girdiğinde, Resûl-i ekrem efendimiz hazret-i Bilâl'e, Kâbe'de Ezân-ı şerîfi okumasını emir buyurdu. O da, derhal bu mukaddes vazifeyi îfâ eyledi. Ezân okunurken, mü’minlerin kalbinde engin bir sürûr meydana geliyor, müşrikler ise ziyâde elem ve üzüntü içinde kahroluyorlardı.
Sevgili Peygamberimiz, Kâbe'nin anahtarını istedi. Getirdiler. İçerdeki resimleri ve yıkılan bütün putları temizlettikten sonra, yanında hazret-i Üsâme bin Zeyd, hazret-i Bilâl, hazret-i Osman bin Talha olduğu hâlde, Kâbe'ye girdiler. Peygamber efendimiz, içerde kapıyı arkasına alarak iki rekat namaz kıldı. Her köşede tekbir getirip duâ eyledi. Hâlid bin Velîd hazretleri kapının önünde duruyor, halkın oraya yığılmasına mâni olmaya çalışıyordu.
Kâinatın sultânı, Kâbe'nin kapısının iki kanadından iki mübârek eliyle tutmuştu. Bütün Kureyşliler Mescid-i Haram'a dolmuşlar, korku ile karışık ümîdle, sevgili Peygamberimize bakıyorlardı. Zirâ onlar, Peygamber efendimize ve Eshâbına hertürlü işkenceyi yapmışlardı. Boyunlarına ip bağlayıp, sürümüşlerdi!... Ateşe atıp, yakmaya çalışmışlardı!... Kızgın kayaları göğüslerine koyup, bayılıncaya kadar işkence yapmışlardı!... Ateşte kızartılmış şişleri vücutlarına sokmuşlardı!... Üç sene aç susuz bir mahalleye hapsedip, her şeyden mahrûm bırakmışlardı! Ayaklarından develere bağlayıp, ayrı yönlere çekmek sûretiyle parçalamışlardı. Hepsinden öte yurtlarından çıkarmışlardı... Bu yetmiyormuş gibi, tamâmen ortadan kaldırmak için kaç defâ harbetmişlerdi... Fakat bütün bunlara rağmen ümîtli idiler. Çünkü karşılarında, âlemlere rahmet olarak gönderilen merhamet deryâsı vardı.
Sevgili Peygamberimiz, bir müddet onlara baktıktan sonra; “Ey Kureyş cemâati! Şimdi, hakkınızda benim, ne yapacağımı zan ediyorsunuz?" buyurdular. Onlar da; “Biz, senden hayır bekliyor, hayır ümîd ediyoruz. Çünkü sen, kerîm kardeşsin. Kerem ve iyilik sâhibi bir kardeşimizin oğlusun. Bize gâlip geldin! Senden iyilik umuyoruz" dediler. Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem, onlara tebessüm buyurdular ve; “Benim hâlimle sizin hâliniz, Yûsuf'un (aleyhisselâmkardeşlerine söylediği gibi olacaktır. Onun gibi ben de; “Bu gün (den sonra günâhınızı yüzlerinize vurmak sûretiyle benim tarafımdan) size, bir kınama ve ayıplama yoktur! Allahü teâlâ, sizi mağfiret buyursun" (Yûsuf sûresi: 92) diyorum. Gidiniz. Hürsünüz, serbestsiniz!" buyurdu. Bu muazzam merhamet, katı kalbleri yumuşatmış, nefret hâlini muhabbete çevirmişti. Âlemlerin efendisi, onları İslâm’a dâvet, edince, müslüman olmak için toplandılar. Sevgili Peygamberimiz, peygamberliğini, Kureyşlilere bildirip ilk İslâm’a dâvet ettiği Safâ tepesine çıktı. Yine orada, büyük-küçük, kadın-erkek bütün Mekkelilerin bî'atını kabûl etti. Böylece Kureyşliler müslüman olarak, Eshâb-ı kirâm arasına katılmakla şereflendiler.
Erkeklerle sözleştikten sonra, kadınlardan da bâzı konularda söz alındı. Allahü teâlâya şirk koşmamak, Peygamber efendimize isyân etmemek, hırsızlık yapmamak, iffet ve nâmusunu korumak, kız çocuklarını öldürmemek... bunlardandı. Müslüman olan kadınların içinde öldürülecek kimselerin listesinde ismi bulunan hazret-i Ebû Süfyân'ın hanımı Hind de (radıyallahü anhâ) vardı. Fakat âlemlere rahmet olan sevgili Peygamberimiz onu da bağışlamıştı. Müslüman olan herkes evlerindeki bütün putları kırdılar. Çevre kabîlelere askerî birlikler gönderilerek, oralardaki putlar da yerle bir edildi. Böylece hakkın gelmesi ile bâtılın kökü kazındı. Merhamete kavuşanlar arasında, Ebû Cehl'in oğlu İkrime, hazret-i Hamza'yı şehîd eden Vahşî (radıyallahü anhüm)... gibi kimseler de vardı. Bunlardan İkrime (radıyallahü anh), Yermük muhârebesinde şehîd düşmüştü. Vahşî (radıyallahü anh) de, Yemâme savaşında Müseylemet-ül-Kezzâb'ı öldürmüştü.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget