Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Âd kavmi üç seneden beri devam eden kuraklık sebebiyle perişân olup, mecâlsiz kaldı. Hûd aleyhisselâm, bu hâlin bir fırsat olmasını diliyor, böylece artık yola gelebileceklerini tahmin ediyordu. Fakat, durum tam tersine cereyân etti. Hûd aleyhisselâmın dâveti devam ettikçe, Âdlılar yumuşayacakları yerde, aksine diş biliyorlar, inkâr, yalanlama, kaba ve sert cevap vermede pek aşırı gidiyorlardı. Hattâ, kuraklık ve kıtlık sebebiyle, bu hâle düşmelerine Hazret-i Hûd'un sebep olduğunu ileri sürerek, ona daha çok düşman oluyorlar, kinleri de gittikçe, artıyordu. Kendilerinin çok zâlim ve âsî olmaları sebebiyle, başlarına gelen bu belâyı hazret-i Hûd'a yükleyerek, nihâyet onu tuzağa düşürmeğe ve öldürmeğe karar verdiler. Kendi aralarında aldıkları bu kararı uygulayabilmek için, bir de tuzak hazırladılar. Bu çirkin plânlarına göre, Hazret-i Hûd'a güyâ, cevap veremeyeceği sorular soracaklar, güç yetmeyecek bâzı şeyler isteyecekler, cevap veremeyince de, etrâfta bulunanlara; “Gördünüz mü? İşte bakın bu yalancının biridir. Söyledikleri eskilerin yalanlarından ibâret uydurma ve düzme şeylerdir” diyeceklerdi. Böylece, diğer insanları da tahrik edip, Hûd aleyhisselâma saldıracaklar, öldüreceklerdi. Bu bozuk niyetlerini tatbik etmek üzere yola çıktılar. Hûd aleyhisselâmın yanına geldiler. O, kavmini yine Allahü teâlâya îmân etmeye, yalnız O'na ibâdet etmeye dâvet etti.
Kur’an-ı kerîmde Hûd sûresinin 53. âyetinde bildirildiği gibi, Âdlılar; “Ey Hûd! Sen bize, senin dâvânın doğru olduğuna delâlet edecek bir hüccet (delil) getirmedin ki dediler.” Aslında Hûd aleyhisselâm mûcizeler göstermişti. Fakat onlar kibir ve gururları sebebiyle kabûl etmemişlerdi. Şimdi de, asıl maksatları mûcize istemek ve mûcize gösterilirse îmân etmeye niyet etmek değil, Hazret-i Hûd'u zor durumda bırakmaktı. Onlara; “Ne mûcize istersiniz?” diye sordu. Onlar; “Rüzgârı istediğin tarafa çevir” dediler. Hûd aleyhisselâm duâ etti. Allahü teâlâ; “Ne tarafa istersen elinle işâret et!” buyurdu. O da eliyle işâret edince, rüzgâr istediği istikâmette esmeye başladı.
Âd kavmi, bir de mûcize olarak, büyük kayaların toprak olmasını istediler. Hûd aleyhisselâmın duâsı ile bu da oldu. Bu mûcizeleri gördükleri hâlde inanmayıp, hırçınlık ve kabalıklarına devam ettiler. Tekrar mûcize istediler. Koyunların yünleri ipek olsun dediler. Hûd aleyhisselâm duâ etti. Koyunların yünü ipek hâline geldi. Bu mûcizeler açıkça görülünce, Âdlıların çirkin plânları suya düştü. Üstelik birbirlerine karşı mahcub ve rencide oldular. Bundan hâsıl olan şaşkınlıkla ve mağlubiyetlerini telâfî etmek için dediler ki: “Ey Hûd! Sen bize nasîhat ederek; “Ey kavmim! Rabbinize istiğfâr (O'na îmân) edin! Sonra O'na tevbe edin ki, gökten üzerinize bol bol bereket (ekinleri yetiştirecek yağmur) indirsin ve kuvvetinize kuvvet katarak sizi çoğaltsın. Günahlarınızda ısrâr ederek îmândan yüz çevirmeyin” (Hûd sûresi: 52) diyorsun. Sana bir şey demiyoruz. Sen bizim aramızda yetiştin. Seni çok iyi tanıyoruz. Doğru, emîn bir kimsesin. Sende herhangi bir hastalık bulunmakla da seni ithâm etmiyoruz. Fakat sen putlarımıza hakâret ediyorsun. Hattâ daha da ileri giderek, bizleri, putlara ibâdet etmekten alıkoymak istiyorsun. Kur’an-ı kerîmde müşriklerin bu sözleri meâlen şöyle bildirilmektedir: “Ey Hûd! Senin bu sözünle biz ilâhlarımıza (putlarımıza) ibâdeti terk edicilerden değiliz. Ve sana îmân edici, (davetini kabûl edici ve seni tasdik edici) de değiliz. Biz sana ancak şunu söyleyebiliriz ki, sen, bizim putlarımıza dil uzattığın, onlara ibâdeti terk etmemizi istediğin için putlarımızdan birisi seni fenâ hâlde çarpmış.” (Hûd sûresi: 54) Aklımızın almadığı hayâle gelmez bir dâvâda bulunduğuna, böyle şeyler söylediğine göre, sana putlarımızdan delilik ârız olmuş.”
Onların bu sözlerini dinleyen Hûd aleyhisselâm, böyle sözlerle halka kendisini deli gibi göstermeye kalkışmalarına üzülerek, âyet-i kerîmede bildirildiği gibi şöyle cevap verdi: “Ben kendime (şu kâinatı yaratan, her nîmetin sâhibi olan, sizin gibi zâlim ve gaddar kavimleri de yerle bir edip, geriye ibret için sâdece harâbelerini bırakan) Allahü teâlâyı şâhid tutarım, ve siz de (sözlerime, hareketlerime bakarak) şâhid olun ki, ben, Allahü teâlâyı bırakıp da O'na şerik (ortak) koştuğunuz putlardan berîyim (uzağım). Şâyet o putlarınızda başkalarına tesir edecek, sizin dediğiniz gibi başkalarını çarpacak, delilik yükleyecek, zarar verecek bir kuvvet varsa, putlarınız da dâhil olmak üzere, hepiniz toplanın. Beni helâk etmek için istediğiniz tuzağı kurun. (Beni yok etmek için elinizden geleni yapın. Hem bana) mühlet de vermeyin. Ben, benim ve sizin Rabbiniz olan Allahü teâlâya güvendim. O'na tevekkül ettim. (Bütün kuvvetinizi seferber etseniz, bana zarar veremezsiniz. Buna gücünüz yetmez.) Allahü teâlâ bütün mahlûkât üzerine tasarruf edici, onları dilediği şekilde kullanıcıdır. Benim Rabbim hak ve adâlet üzeredir.
Eğer îmândan yüz çevirirseniz (siz bilirsiniz. Benim vazifem olan peygamberlik vazifemi) ben size tebliğ ettim. (Eğer îmândan yüz çevirirseniz) Rabbim sizi helâk eder ve yerinize başka bir kavim getirir de hiç bir şeyle O'na zarar veremezsiniz. Rabbim her şeyi hakkıyla görüp gözetendir. (yani herkesin fiil, söz ve hâllerini tam olarak bilir. Hiç bir şey O'na gizli kalmaz. Gizli açık her şeyi bilici ve mükâfât veya cezâ olarak karşılığını vericidir.) (Hûd sûresi: 54-57)
Hûd aleyhisselâmın, son derece cesâret ve şecâat timsâli olarak, gâyet vakur bir şekilde cevap vermesi, orada bulunanlara çok tesir etti. Hiç birisi, değil ona saldırmak, her hangi bir söz ile cevap bile veremedi. Hepsi donup kaldılar. Ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Çünkü, ondan bu şekilde pervâsızca, korkmadan, çekinmeden böyle sözler söyleyebileceğini, kendilerine meydan okuyacağını hiç tahmin etmiyorlardı. Hûd aleyhisselâm ise, onların şaşkınlıklarını daha da artıracak şekilde; “Hani ne oldu? Olduğunuz yerde kalakaldınız. Siz kalabalık bir grupsunuz. Ben ise yalnız başımayım. Hep birden üzerime saldırsanıza. Benim gibi yalnız bir kimsenin, sizin gibi kalabalık topluluğa meydan okumasına şaşırmadınız mı?” diyerek sözlerine devam etti.
Hûd aleyhisselâmın, Âd kavmine bâzı mûcizeler göstermiş olmakla beraber, onlara böyle söyleyerek meydan okuması da bir mûcizedir. Çünkü, Âd kavminin insanları, bedenen güçlü, kuvvetli, bununla beraber çok kibirli ve pek zâlim kimselerdi. Bu hâdisede olduğu gibi, bir kimsenin onlara meydan okuması şöyle dursun, karşılarında durup herhangi bir şey söylemesine bile tahammül edemezlerdi. Devamlı cebr ile hareket eder, sırf eğlenmek, gülmek için adam öldürürler, kızdıkları birini, yapmış oldukları çok yüksek binâların tepesinden aşağıya atıverirlerdi. Bu kadar acımasız olan bu kimselere biri çıkıp da ters bir şey söyleyecek olsa, onu linç edip hemen oracıkta öldürürlerdi. İşte Hûd'un (aleyhisselâm) yukarıdaki sözlerine hiç cevap verememeleri, susup kalmaları onun bir mûcizesidir.
Hûd aleyhisselâm tebliğ vazifesine devam ederek bir gün kavmine; “Ey kavmim! Şu putlara ibâdet etmekten vaz geçip, Allahü teâlâya îmân edin ve O'ndan mağfiret dileyin. Bana tâbi olur, dediklerimi yaparsanız, Allahü teâlâ sizi affeder ve bol bol yağmur verir. Çok rahmet edip, kıtlığı giderir. Mallarınıza ve kendinize bereket ihsân eder” diye nasîhat etti. Çünkü, Âdlıların memleketlerini kasıp kavuran müthiş bir kıtlık ve kadınlarında da kısırlık vardı. Zirâatçı bir kavim olduklarından bol yağmura ve kendilerini muhâfaza için çok nüfusa ihtiyaçları vardı.
O böyle nasîhat ederken, kavmin meliki olan Halcân ismindeki zâlim de orada idi. Hûd aleyhisselâm bu sözleri, Allahü teâlâdan gelen bir ihsân ve ince bir duygu ile coşarak söyleyince, ta uzaklarda bulunan kuşlar ve vahşî hayvanlar bile huzûruna gelip; “Buyur, biz emrinize hazırız ya Hûd (aleyhisselâm)! Sen vazifeni tebliğ et! Bunu yaparken, Allahü teâlânın mahlûklarından hiç korkma!” dediler. Bu hâli büyük-küçük herkes gördüğü hâlde yine inanmadılar. Bu sırada, kavmin ileri gelenlerinden olan bir şahıs îtirâz edip cevap verecek oldu ise de, o anda dili tutuldu, konuşamadı. Âd kavminin insanları bu apaçık mûcizeleri gördükleri hâlde yine inâd ediyor ve karşı çıkıyorlardı. Hûd aleyhisselâm ise büyük bir sabır ve metânetle, belki akıllanırlar ve uyanırlar diye hiç durmadan sabırla nasîhat ediyordu.
Kendi anlayışlarına göre, kim kuvvetli ise haklı odur diyen, maddî ve dünyevî zevk ve menfaat nerde ise orada bulunarak hak, hukûk, adâlet ve mânevîyattan tamâmen uzaklaşan Âd kavmi, Hûd aleyhisselâmın peygamberliğinde de, maddî bir menfaat aradı. Çünkü maksatları ve ölçüleri bu idi.
Azgın ve taşkın Âdlıların, aralarında yetişip peygamber olarak gönderilen Hûd aleyhisselâm, her türlü, inkâr, yalanlama, kaba ve sert cevaplara, sıkıntı ve azarlamalara rağmen, anlaşılması mümkün olmayan bir sabır, tatlı dil ve yumuşaklık gösteriyor; yılmak bilmeyen kuvvetli bir azîmle dâvâsına devam ediyordu. Bütün kavim karşı çıktığı hâlde, o, dâvâsından vaz geçmediği gibi, yaymak husûsunda da en küçük bir gerilemede bile bulunmuyordu. O hâlde, Âdlıların ölçülerine göre, bu mücâdelenin altında mutlakâ çok yüksek bir ücret, maddî bir menfaat bulunması icâbederdi. Bu gibi bozuk düşüncelerini kendi aralarında konuştukları gibi, nihâyet bir gün Hûd aleyhisselâma da söylediler. Nitekim, kendisinden evvel peygamber olan Nûh aleyhisselâma da, kavmi, böyle bir isnatta bulunmuşlardı. Hazret-i Hûd; kavminin, bu mesnetsiz iddia ve ithâmlarını kesinlikle reddedip, böyle bir maksadının bulunmadığını, ücretini (yaptığı vazifenin karşılığı olan sevâbı) âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâdan beklediğini bildirdi. Onun bu hâli, Kur’an-ı kerîmin Şuarâ sûresinin 123. ve daha sonraki âyet-i kerîmelerinde şöyle bildirilmektedir:
“Âd kavmi de (resûlleri olan Hûd aleyhisselâmı ve diğer) peygamberleri tekzip ettiler, yalanladılar. (Neseb bakımından kardeşleri olan) Hûd (aleyhisselâm) onlara şöyle dedi: Allahü teâlâdan korkmaz mısınız da O'ndan başka şeylere, putlara ibâdet edersiniz. Ben size Allahü teâlâ tarafından gönderilmiş emîn bir peygamberim. (Zâten aranızda da emîn olmakla tanınırım). O hâlde, Allahü teâlâdan korkun ve (tevhid ve tâat hakkındaki emrimde) bana itâat edin. (Sizi Allahü teâlâya îmân etmeye dâvet ve sizlere çok nasîhat ettiğim için) sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim ecrim ve mükâfâtım ancak âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâya mahsustur. Siz her yüksek mevkide bir köşk binâ eder, geçenlerle alay mı edersiniz? Ve içlerinde ebedî kalacakmış gibi muazzam kaleler ve havuzlar ediniyorsunuz. Bir kimseyi yakaladığınız zaman zorbaca, merhametsizce (döverek, söverek) yakalıyorsunuz. Artık Allahü teâlâdan korkun ve bana itâat edin.
Size bildiğiniz şeyler (nimetler) le yardım eden ve size davarlar, oğullar, Cennet misâli çok güzel bahçeler, pınarlar ihsân eden Allahü teâlâdan korkun, (O'na şirk koşmaktan, karşı gelmekten) sakının. Gerçekten ben, üzerinize büyük bir günün azâbının erişmesinden korkuyorum. (Zirâ her nîmetin sâhibi olup, kullarına ihsân etmeye kâdir olan Allahü teâlâ, nîmetlerine nankörlük eden, râzı olmadığı şekilde kullananlardan da intikâm almaya kâdirdir. Hûd aleyhisselâmın bu nasîhatlerine onlar hiç kulak asmıyorlardı. Karşılık olarak) dediler ki: Sen bize nasîhat etsen de etmesen de (azab ile korkutsan da korkutmasan da) birdir. Biz bu hâlimizden vazgeçecek (eski hâlimizi) değiştirecek değiliz. (Senin) bu (söylediğin şeyler) eskilerin yalanlarından, başka bir şey değildir. Biz, azâba uğratılacak da değiliz.
Hûd aleyhisselâm bir defâsında, kavmin toplu bulunduğu bir sırada yanlarına gitmiş ve onları îmâna dâvet etmişti. Kavmin reisi olan Halcân da, Hazret-i Hûd'a karşı; “Sen bize gâlib geleceğini mi zannediyorsun. Bir gün ve bir gece içinde bizim bin çocuğumuz oluyor” demişti. Onun bu sözü gayret-i ilâhiyeye dokunup, Allahü teâlâ o günden sonra onlara evlât vermedi. Çocukları olmadı. Ne yaptılarsa bir çâresini bulamadılar. Ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Bu hâllerin, Hazret-i Hûd'un sözlerine îtirâz etmeleri sebebiyle başlarına geldiğini tahmin edip, durumu Halcân'a bildirdiler. O ise, ihtimâlden ziyâde apaçık bir hakîkat olan bu durumu hemen kapatmak istedi. Kuru kuruya bir inâd ile, ne pahasına olursa olsun inanmamak, kabûl etmemek istiyordu. Yanına gelenlere; “Hayır. Durum sizin bildiğiniz gibi değildir. Ben rüyâda bir şey gördüm. Eğer onu yaparsanız çocuklarınız olur” dedi ve gördüğünü de; “Putlarınızı çıkartıp, onları vesîle ederek çocuk isteyeceksiniz. Hem ihtiyaçlarınız giderilecek, hem de Hûd'a (aleyhisselâm) karşı böylece zafer kazanmış olacaksınız” şeklinde anlattı. Halcân'ın, samîmi olmayan bu uydurma sözlerini dinleyen Âdlılar, yine de onun söylediği şekilde davrandılar, buna rağmen çocukları olmadı.
Hazret-i Hûd da bir taraftan onlara; “Ey kavmim! Sizi yaratan, her nîmeti veren Allahü teâlâdan korkun. O'na itâat edin ki, isteğinizi kabûl etsin. Size çocuk versin. Mülkünüze mülk, kuvvetinize kuvvet katsın. Ben sizi, Allahü teâlâya îmân ve yalnız O'na ibâdet etmeye dâvet ediyorum. Eğer icâbet eder, dâvetimi kabûl ederseniz, nîmete kavuşursunuz. Şâyet icâbet etmezseniz, Allahü teâlâ size azâb eder” dedi.
Hazret-i Hûd böyle söyleyince, Âdlılar onun üzerine hücûm edip, dövmeye başladılar. Hattâ mübârek başından çıkan kanlar yüzüne aktı. O sırada îmân etmiş olanlardan biri gelip, Âdlılara; “Peygamberimize hakâret husûsunda çok ileri gidiyorsunuz. Onun haber verdiği acı azâbdan korkunuz” dedi. Âdlılar onun mü’min olduğunu bilmiyorlardı. “Sen bizim aleyhimizde bir şey söylemeye cesâret edersin ha!” diyerek ona ve tekrar Hazret-i Hûd'a dil uzattılar. Sataşıp, terslediler. Hazret-i Hûd o kimseye teşekkür etti. Onu övdü ve; “Sen kavmine nasîhatte bulundun. Allahü teâlâ dilediğini dalâlette bırakır” buyurdu.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Hazret-i Hûd bu vahyi aldıktan sonra doğruca kavminin toplandığı yere gitti. O gün onların bayramları olduğundan hepsi bir yerde toplanmışlardı. Başta melikleri Halcân ve kavmin ileri gelenleri husûsi olarak hazırlanmış altın tahtlar üzerinde oturuyorlardı. Reislerinin başında çeşitli mücevherât ile süslenmiş bir taç vardı. O sırada Hazret-i Hûd'un gür sesi duyuldu. “Ey kavmim!” diyordu. “Benim ve sizin Rabbimiz olan Allahü teâlâya ibâdet ediniz. İbâdet edilecek O'ndan başkası yoktur. Allahü teâlâyı bırakıp da kendilerine ibâdet ettiğiniz şu putlar, sizden önceki Nûh kavminin suda boğularak helâk olmasına sebep oldu. Yâni Nûh kavmi, putlara ibâdet ettiler. Helâk oldular.” Onun bu sözlerini duyan Halcân dedi ki: “Ey Hûd! Yazık sana. Biz bu kadar kalabalık iken, bu kadar güçlü iken sen bize bu sözlerle gâlib geleceğini mi zannediyorsun? Sen bilmez misin ki, her gün ve gecede bizim bin çocuğumuz doğar.”
Dâvetine îtibâr etmeyip dinlememelerine üzülen Hûd (aleyhisselâm), Allahü teâlâya duâ edip, bu kavmin kadınlarının kısır olmalarını diledi. Allahü teâlâ kabûl edip, o sene bütün kadınlar kısır kaldı ve hiç birinin çocuğu olmadı.
A’râf sûresinin 65. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Âd kavmine, kardeşleri Hûd'u (peygamber olarak) gönderdik. Hûd (aleyhisselâm) onlara; “Ey kavmim! Allahü teâlâya ibâdet edin. İbâdet edilecek O'ndan başkası yoktur. Hâlâ O'nun azâbından korkmayacak mısınız?” dedi.”
Tefsîr-i Mazharî'de diyor ki: “Âyet-i kerîmede, Hûd aleyhisselâmın, Âd kavminin kardeşi buyrulması din kardeşliğinden değildir. O kavmin içinden yetiştiği, neseb olarak onlarla aynı soydan geldiği içindir. Dînî inanç ve ibâdetleri bakımından Hûd aleyhisselâmın kavmi ile bir yakınlık ve benzerliği olmamıştır. Âd kavmi, putlara, güneşe, ateşe tapmakta iken; Hûd aleyhisselâm, Nûh aleyhisselâmın getirmiş olduğu dînin îcâplarına göre amel edip ibâdet yapardı.”
Bâzı âlimler, onun melek veya cin cinsinden değil de beşer cinsinden olduğu için “kardeşleri” buyruldu demişlerdir.
Nitekim, Kureyş müşrikleri de Peygamber efendimize; “Sen de bizim neslimizdensin. Bizden birisin. Bize peygamber olarak nasıl gönderilebilirsin?” diyerek îtirâzda bulunmuşlardı. Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede, Âd kavmine kardeşleri Hûd'u (aleyhisselâm) peygamber gönderdiğini, Hûd'un (aleyhisselâm) cin ve melek cinsinden olmadığını, neseb ve soy bakımından Âdlıların kardeşi olduğunu bildirdi. Hazret-i Hûd'un, Âd kavminden bir insan olması, onun peygamberliğine mâni olmayınca, Muhammed aleyhisselâmın Kureyş kabîlesinden olması da peygamberliğine mâni değildir. Âlimler âyet-i kerîmede bu inceliğe işâret buyrulduğunu bildirmişlerdir.
Yine A’râf sûresinin 66. ve daha sonraki âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Hûd aleyhisselâmın kavminden, kâfir olanların ileri gelenleri; (Ey Hûd aleyhisselâm!) Biz seni (kavminin dînini terk ettiğin için) akılsız, peygamberlik dâvâsında da yalancılardan zannediyoruz” dediler. Hûd aleyhisselâm bunlara cevâben şöyle dedi: “Ey kavmim! Bende akıl azlığı ve câhillik yoktur. Ben, âlemlerin Rabbi tarafından size gönderilmiş bir peygamberim. Ben, Rabbimin risâlâtını (bana vahyettiklerini) size tebliğ ediyorum. Size nasîhat (ve sizi tevbeye dâvet) ediyorum. Ben sizin için, güvenilir, emîn bir nasîhatçiyim. (Peygamberliğimde sâdık ve emînim. Allahü teâlânın vahyi ve Allahü teâlânın bana emâneti olan peygamberlik husûsunda emînim. Bu husûsta yalan söylemem. Bir ziyâde ve değişiklik yapmam. Bilakis, bana emrolunan şeyi, aynen emrolunan şekilde tebliğ ederim.) Sizi Allahü teâlânın azâbından korkutmak için, Rabbiniz tarafından içinizden biri vâsıtasıyla vahy (ve haber) gelmesine taaccüb mü ediyorsunuz? (Allahü teâlânın sizi, Nûh kavminin helâkinden sonra onların yerine getirdiğini, yaratılışta size onlardan kat kat ziyâde boy, cüsse ve kuvvet verdiğini ve) Allahü teâlânın daha nice nîmetleri (ihsan ettiği) ni düşünün, hatırlayın. (İhlâs ile Allahü teâlâya ibâdet ederek ve O'na şirk koşmayı bırakarak O'nun bu nîmetlerine şükredin) ki felâh bulasınız, kurtulasınız.”
(Âd kavminin ileri gelenleri Hûd aleyhisselâma) dediler ki: Sen bize, babalarımızın ibâdet ettiği putlarımızı bırakıp, Allahü teâlâya ibâdet, kulluk etmemizi emretmeye mi geldin? Eğer risâletinde (Peygamber olduğunu bildirmek husûsunda) sâdık isen, haydi, (hâlâ O'nun azâbından korkmayacak mısınız? diye) bizi korkuttuğun azâbı getir (de görelim. Kavminin bu inkârcı ve alaycı sözlerine karşı, Hûd aleyhisselâm onlara) dedi ki: Muhakkak ki size Rabbiniz tarafından bir azâb ve gadab vâcib ve hak oldu. Allahü teâlâ tarafından haklarında bir âyet nâzil olması yâhut hiç bir hüccet ve burhan (delil) indirilmemiş iken, sizin ve babalarınızın ilâh diye isimlendirdiğiniz putlarınız ile benimle mücâdele mi ediyorsunuz? (öyleyse şimdi azâbın gelmesini) bekleyin! Ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.”
Hûd aleyhisselâm uzun müddet kavmini Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmeye dâvet etti ise de, pek az kimse îmân etti. Îmân edenler de, diğer müşriklerin, zulüm ve işkencelerinden çekinerek îmânlarını gizliyorlar, açıktan açığa söyleyemiyorlardı.
Kavmin ekserîsi ise, îmân etmedikleri gibi, inkâr ve inâdda pek ileri gidiyorlar, yola gelmiyorlardı. Şirk ve dalâlette kaldıkları gibi, üstelik Hûd aleyhisselâma karşı çıkıyorlar ve onu çok üzüyorlardı. Her defâsında; “... Eğer doğru söylüyorsan, haydi, bize vâd ettiğin, (hâlâ O'nun azâbından korkmayacak mısınız?) diye bizi korkuttuğun azâbı getir (de görelim) dediler. (Hûd aleyhisselâm da onlara) dedi ki: O azâbın geleceği vaktin ilmi Allah katındadır. (Onu sâdece Allahü teâlâ bilir) Ben size vahyolunduğum şeyi bildiriyorum. (Peygamberin vazifesi haber vermektir) Lâkin ben sizi görüyorum ki câhillik ediyorsunuz. (Peygamberlerin, tebliğ ve Allahü teâlânın azâbı ile korkutmak için gönderildiğini bilmiyorsunuz. Sizin bu sözleriniz azâbın gelmesini sür’atlendirir.) (Ahkâf sûresi: 21-22)
Hûd aleyhisselâm yalvarırcasına kavmine nasîhate devam ediyor, onları, Allahü teâlâya îmâna ve yalnız O'na ibâdet etmeye, âcizlere zulmetmemeye, başkalarına karşı merhametli olmaya, Allahü teâlânın ihsân etmiş olduğu nîmetlere nankörlük etmemeye dâvet ediyordu. Dağ başlarında, çöllerde, ıssız yerlerde, korumasız zavallı kimselere saldırmamalarını, haksız yere başkalarının mallarını almamalarını söylüyor, Allahü teâlâya karşı gelmenin çok büyük felâket olduğunu anlatıyordu.
Hûd aleyhisselâm, neseb olarak Âd kavminden olup, onların arasında yetiştiğinden onların hâllerini çok iyi biliyor, hangi husûslarda çok hassas olduklarını pek iyi anladığı için bütün bunları dikkate alarak konuşuyor, nasîhat ediyordu. Fakat Âd kavmi pek azmış, müşriklik ve putperestliğe iyice dalmış olduğundan nasîhatleri kabûl etmiyor ve inkârda ısrâr ediyordu. Daha düne kadar, aklı, zekâsı, cesâret ve doğruluğu ile çok yakından tanıdıkları, hattâ kendisine “Emîn” lakabını verdikleri Hûd aleyhisselâmı, bu gün yalancı ve akılsız olmakla, ithâm ediyorlardı. Allahü teâlânın emirlerini kabûl edip, îmân etmek, O'nun peygamberine tâbi olmak, bu haddi aşmış, canavarlaşmış kavme pek zor geliyordu.
Mü’minun sûresi 31-42. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Nûh (aleyhisselâm)a inanmadılar. Onları suda boğduk. Ondan sonra yarattığımız insanlara, içlerinden peygamber (Hazret-i, Hûd'u) gönderdik ve Allahü teâlâya ibâdet ediniz. İbâdet edilecek, O'ndan başkası yoktur. O'nun azâbından korkunuz! dedik. Dinlemeyenlerden, öldükten sonra tekrar dirilmeğe inanmayanlardan, dünyâ nîmetlerini bol bol vermiş olduğumuz birçoğu, bu peygamber, sizin gibi yiyip içiyor. Kendiniz gibi birçok şeye muhtâç olan birine inanırsanız, aldanmış, ziyân etmiş olursunuz. Peygamber, size ölüp, kemikleriniz çürüyüp, toz toprak olduktan sonra, tekrar dirilerek kabirden kalkacaksınız diyor. Hiç böyle şey olur mu? Ne varsa, ancak bu dünyâdadır. Cennet, Cehennem, hep buradadır. Bu dünyâ böyle gelmiş böyle gider. Öldükten sonra, bir daha dirilmek yoktur. O (peygamber olduğunu söyleyen) kimse (risâlet dâvâsında ve öldükten sonra tekrar diriltileceğimizi söylemek husûsunda) Allahü teâlâya iftirâ ediyor. Biz ona inanıcı, onu tasdik edici değiliz, dediler.
(Onların bu sözlerine karşı, peygamberleri olan Hûd (aleyhisselâm), Allahü teâlâya duâ edip); “Yâ Rabbî! Onların beni yalanlamalarına karşı, bana yardım et! (Beni yalanladıkları için, intikâmımı onlardan al!) dedi. Allahü teâlâ, az zamanda azâb geldiğini görüp, seni yalanladıklarına pişman olurlar buyurdu. Nihâyet onları, müthiş bir sayha, (korkunç bir azâb gürültüsü) Allahü teâlâdan adâlet olarak yakalayıverdi. (Şirk ve isyânla nefslerine) zulmedenler, Allahü teâlânın rahmetinden uzak olsunlar.”
Burada meâlleri yazılan, Mü’minun sûresinin 31-42. âyet-i kerîmeleri için, bâzı müfessirler, Âd; bâzıları ise hem Âd hem de Semûd kavimleri hakkında nâzil olduğunu bildirmişlerdir.
Fahrüddîn-i Râzî hazretlerinin bildirdiğine göre, Allahü teâlâ, bu âyet-i kerîmelerde onların şu üç kötü vasfını bildirdi. 1-Yaratanı inkâr, 2- Kıyâmet gününü inkâr, 3- Dünyâ sevgisine, dünyânın geçici lezzet ve zevklerine dalmak.
Hûd aleyhisselâm“Ey kavmim! Allahü teâlâya ibâdet ediniz.” (A’râf sûresi: 65) dedikçe, onlar; “Hayır, biz Allah'a ibâdet etmeyiz. Ancak şu putlarımıza ibâdet ederiz” diyerek putlarını gösterirlerdi. Ona karşı kaba ve inkârcı davranmaya devam ederlerdi. Hûd aleyhisselâm onlara, bu itikatlarının yanlışlığını, Allahü teâlâdan başka ibâdete lâyık bir ilâh bulunmadığını bildiriyor, müşriklikte inâd ve ısrâr etmemelerini söylüyordu. Buna rağmen Âd kavminin insanları, hazret-i Hûd'un vâz ve nasîhatlerine kulak vermiyor ve bildiklerinden şaşmıyorlardı. Devamlı olarak, yüksek binâlar yapmakta, garib, güçsüz, zavallı ve kimsesizlere zulmetmekte âdetâ birbirleriyle yarış ediyorlardı. Herkesin gelip geçtiği yolların kenarlarına kurdukları ihtişâmlı binâlardan, gelip geçenlerle eğlenirler, bilhassa Hûd aleyhisselâmın evine giden misâfirlerle istihzâ (alay) ederler ve insanların onun yanına gidip, konuşup görüşmelerine mâni olmak isterlerdi. Hûd aleyhisselâm, çok güç şartlar altında kalmış olmasına, pek çok mânilerle karşılaşmış bulunmasına rağmen, sabır ve tahammül gösteriyor, bıkmadan, usanmadan ve yorulmadan onları îmâna dâvete devam ediyordu. Onlar ise, ters, sert, kırıcı ve kaba cevaplarına ve kibirli sözlerine devam ediyorlardı.
Hazret-i Hûd'a ilk îmân eden, Cünâde bin Esam isminde bir zâttır. Bu zât, Hazret-i Hûd'un amcasının oğlu idi. Cünâde bir gün, akrabâlarından kırk kadar kişiyle otururken, onlara dedi ki: “Ey kavmim! Defâlarca size, doğru saâdet yolu teklif edildiği hâlde, sizi bundan men eden nedir? Niçin kabûl etmiyorsunuz? Bâtılda bir tatlılık yoktur, niçin onu terk etmiyorsunuz. Bu Hûd aleyhisselâm sizin yakın akrabânızdır, amcanızın oğludur. Şüphesiz siz onu, önce ve sonra, doğru, sâdık olarak tanırsınız. O size Allahü teâlâ tarafından vâiz ve peygamber olarak geldi. Şimdi niçin onu yalanlayıp hakâret ediyorsunuz? Allahü teâlâdan korkunuz ve ona itâat ediniz. Siz böyle inkâr ve inâtta ısrâr ederseniz, Nûh kavminin başına gelen felâketin, sizin başınıza da gelmesinden korkuyorum.”
Âdlılar, Cünâde'nin bu sözlerine fenâ hâlde kızdılar. Üzerine hücûm edip, hakârete başladılar. Cünâde, ellerinden kurtulup Hûd'un (aleyhisselâm) yanına dönerek, olanları anlatınca, Hazret-i Hûd onu teselli ederek; “Üzülme! Âhırette senin için hüzün yoktur. Ecrini (mükâfâtını) Allahü teâlâ verir” buyurdu.
Hûd (aleyhisselâm) bir gün yolda giderken, Mersed bin Sa'd (veya Mes’ûd) isminde bir zât ile karşılaştı. Bu zâtın ismi, Mürsed bin Sa'îd şeklinde de bildirilmiştir. Mersed dedi ki: “Yâ Hûd! Ben de sana bir iş için geliyordum. Eğer ben sana o işimi haber vermeden evvel, sen bana haber verirsen, sen Nebîsin (peygambersin). Hazret-i Hûd ona tebessüm edip şöyle buyurdu: “Dün gece yatarken hanımınla aranızda şöyle bir konuşma geçti. Sen hanımına; Yarın Hûd'a (aleyhisselâm) gideceğim. Bu konuşmalarımızı bana haber verirse o peygamberdir. Kendisine îmân edeceğim dedin. Mersed bunları duyunca, kelime-i şehâdeti söyleyip; “Ben şehâdet ederim ki, hak mâbud olarak, Allah'tan başka ilâh yoktur. O Allah ki, seni peygamber olarak gönderdi. Seni tasdik eden kimseye ne mutlu. Seni yalanlayan kimseye de yazıklar olsun” dedi. Sonra; “Ey Allah'ın Nebîsi! Acabâ benim çocuğum olacak mı?” diye suâl etti. Hazret-i Hûd buna cevâben; “Hanımın şimdi hâmiledir. Bu hâmilelikten iki erkek çocuğun olur. (Hanımın ikiz doğurur). Ayrıca hanımının, senden, daha çok çocuğu olacaktır. On batında ikiz doğum yapar. Hepsi de erkek olur. Ayrıca çocuklarının hepsi de benim ümmetimden olur.”
Hazret-i Hûd'dan bunları dinleyen Mersed, sevincinden Hazret-i Hûd'a sarılıp, alnından öptü. Allahü teâlâya hamd ve senâ ederek oradan ayrılıp, hanımının yanına döndü. Olanları hanımına haber verdi. O da çok sevinip, hemen îmân etti. Mersed, îmânını gizlerdi. Kavminin ileri gelenlerinden olduğu için, onların arasında oturur, Hazret-i Hûd hakkında ne konuştuklarını, ne yapacaklarını dinlerdi. Ona bir zarar vermeyi konuşurlarsa, onlara; “Ey akrabâlarım! Ona mühlet tanıyın. Hemen öldürmeye kalkmayın. Çünkü o, kardeşimizdir ve amcamızın oğludur” diyerek caydırırdı.
Hûd aleyhisselâm zamanında O'na îmân etmiş olan Nûheyl bin Halîl isminde bir zât vardı. Bu zât, o rezil kavmin ileri gelenleri ile beraber bulunur, onların îmân etmeleri için devamlı nasîhat ederdi. Uzun müddet böyle devam ettiği hâlde, kavminde hiçbir değişiklik olmadığını görüp, bu işten vazgeçti. Kendisi gibi îmân edenlerle birlikte bir köşede ibâdet ve tâat ile meşgûl olmaya başladı. Bir gece uykuda bir ses duydu. Rahmânî olan bu ses; “Ey Nûheyl! Başını kaldır. Semâya doğru bak! Kavminin üzerine gölge veren ve onların üstüne kadar gelen azâb bulutunu seyredip, ibret al” diyordu. Hakikaten, Âd kavminin üzerinde, zulmetten yaratılmış siyah bir bulutun büyük bir dağ gibi durmakta olduğunu gördü.
Korkuyla uyanan Nûheyl, doğruca Amr bin Bâ'ıd (veya Bâ'ıs) bin Esam ismindeki amcasının oğlunun yanına gitti. Korku ve dehşet içersinde, gördüğü hâli ona anlattı. Daha önce kendisinin çok uğraştığını, bu azgın kavme söz geçiremediğini bu sebepten gidip bu hâli Âd kavmine haber vermesini söyledi. “Git! Âd oğullarına benim gördüğüm bu hâli anlat! Hidayete kavuşmalarına çalış. Îmân etmeleri için gayret göster!” dedi. Amr gidip, kavmine bunları anlattı. Hûd aleyhisselâmın anlattıklarını kabûl etmeyen apaçık mûcizelerini gördükleri hâlde yine inkâr eden Âd kavmi, Amr bin Bâ'ıd'ın sözlerine aldırmadılar ve onu reddettiler. Hattâ öldürmeye kalktılar, fakat buna güçleri yetmedi. Amr, ellerinden kurtulup Nûheyl'in yanına geldi ve olanları haber verdi.
Nûheyl de Hûd aleyhisselâma bildirdi. Bu hâli kavmine bizzât kendisi anlatabilmek için ondan izin alıp, Vâdi-i gays isminde bir yere gelerek Âd kavmini yanına topladı. Nûheyl, Âd kavminin Benî Esam kolundan sözü dinlenir bir zât idi. Uykuda gördüğü hâli onlara uzun uzun anlattı. Yumuşaklıkla, tatlılıkla, onların îmân etmelerine gayret etti. Fakat, bu Âd kavmi idi ve hakkı, hakîkati kabûl etmemek husûsunda sanki ahdları vardı. Ne anlatılsa, ne gösterilse kâr etmiyor, inanmıyorlardı. Nûheyl'in; sözlerine, anlattıklarına da kulak asmadılar. “Ey Esam oğlu! Zamânımızda peygamberlik işi size mi kaldı. Demek ki, peygamberlik size geldi. Siz bu işinize devam edin. Fakat devamlı olarak bizi azâbla korkutuyorsunuz. Ama hâlâ biz, o dediğiniz azâblardan, sıkıntılardan, güç hâllerden hiç bir şey görmedik. Eğer siz bizleri azâb ile korkuttuğunuz sözlerinizde sâdık iseniz, dediğiniz azâbları bize de gösterin” diyerek alay ettiler.
Hazret-i Hûd, bütün bunları gördükçe, devamlı sabrediyor; “Bekleyelim. Belki îmân edip, Allahü teâlânın emirlerine itâatkar olurlar da, azâb ve cezâları, Cennet nîmetlerine ve sevâba dönüşür” diyordu.
Zaman ilerleyip, günler aylar birbirini tâkip ederek seneler geçiyor, Hazret-i Hûd da kavmini îmâna dâvete devam ediyordu. İnsanların, îtirâz ve muhâlefetlerine, inanmamalarına, kendisini yalanlayıp iftirâ etmelerine rağmen, o, bu kudsî vazifesini hiç aksatmadan sürdürüyordu. Kavmini doğru yola kavuşturmak için tebliğ vazifesine devam ediyor; onları putlara tapmaktan, zulüm ve haksızlık yapmaktan vaz geçmeye, günahlardan tevbe etmeye yalnız Allahü teâlâya ibâdet ve O'na şükretmeye dâvet ediyordu.
Âd kavmi, her defâsında, onun söylediklerine îtirâz ve onu tekzip ediyorlardı. Zamân ilerledikçe, bu îtirâz ve yalanlamaları alay ve hakârete dönüştü. Hattâ, daha ileri giderek, onu taşa tutmaya, dövmeye başladılar. Bu hâl o dereceye geldi ki, Hazret-i Hûd'u döverler, kendinden geçip bayıldığı zaman, ayakları altında çiğnerlerdi ve artık öldü diye iyice kanaat getirmedikçe bırakmazlardı. Bundan sonra da, sanki mühim bir iş yapmış gibi, alçak tabîatları ve aşağılık zevkleri icâbı sevinç kahkahaları atarlardı.
Hazret-i Hûd, bunların akıllanmayıp yola gelmeyeceklerini anlayınca, Hazret-i Nûh'un, vefâtından evvel oğlu Sâm'a vasiyetlerde bulunduğu Vâdi-i Nûh denilen yere geldi. Orası, suyu tatlı olan bir yer idi. O sudan abdest alıp yirmi rekat namaz kıldı. Sonra ellerini kaldırıp; Allahü teâlâya şöyle duâ etti: “Yâ Rabbî, sen her şeyi biliyorsun. Ben onlara risâletimi (peygamberliğimi) tebliğ ettim. Kendilerini açlık ve kıtlık azâbıyla korkuttum, fakat îmân etmiyorlar.
Ey Rabbim! Onlara, ders almalarına, akıllarını başlarına toplamalarına vesîle olacak bir musîbet ver. Ümîd olunur ki îmân ederler. Şâyet yine îmân etmezlerse, onları öyle bir azâb ile helâk eyle ki, daha evvel ve daha sonra hiç bir kavim öyle bir azâb ile helâk edilmiş olmasın.” Allahü teâlâ onun bu duâsını kabûl etti. Azgın ve taşkın Âd kavminin sonu gelmişti.
Âd kavminin, nasîhat dinlememesi ve Hûd aleyhisselâmın bildirdiklerini kabûl etmemekte ısrârı üzerine; onlara Allahü teâlâ tarafından gönderilecek azâbın işâretleri görülmeye başladı. Üç sene müddetle Âd kavminin bulunduğu yere hiç yağmur yağmadı. Akan pınarlar kuruyup, ağaçlar, meyveler sararıp soldu ve meşhûr İrem bağları yok oldu. Yağmurların yağmaması sebebiyle meydana gelen kuraklık, ortalığı kasıp kavuruyor, hayvanlar susuzluktan telef oluyordu. İnsanlarda bir yudum suya ve bir lokma ekmeğe muhtâç hâle gelmişlerdi. Devamlı olarak bunaltıcı kuru bir rüzgâr esiyor, tozdan göz gözü görmüyor, Âd kavminin insanları ağızlarını güçlükle açıyor ve zor nefes alıyorlardı. Hepsi perişân bir vaziyette bulunuyordu. Hâl böyle iken Hûd aleyhisselâm hiç durmadan sabır ve merhametle onları dîne dâvet ediyor, sıkıntıların, bu zor şartların daha büyük bir azâbın habercisi olduğunu söylüyor, bütün belâ ve musîbetlerin kendini (peygamberleri olan Hûd aleyhisselâmı) dinlemeyip, karşı çıkmaları sebebiyle geldiğini bildiriyor, küfür ve inâttan vazgeçmelerine çalışıyordu. İşin şaşılacak tarafı, bu hâlde bile onlar Hûd aleyhisselâmın söylediklerini kabûl etmedikleri gibi, inâdla işkence etmeye, hattâ onu öldürmeye kalkışıyorlardı.
Rivâyet edildiğine göre, meydana gelen müthiş kuraklık sebebiyle, kavminin hepsi perişân oldu. Sonunda Hazret-i Hûd'a gelerek; “Sen doğru sözlü, duâsı makbûl, yardım sever, iyilik sâhibi, emîn bir zâtsın. Duâ et de, bundan sonra davarlarımız kırılmasın. Yağmurlar yağsın. Bolluk meydana gelsin” diye yalvardılar. Hazret-i Hûd onlara cevâben; “Ben duâ edip de yağmur yağarsa, siz benim bildirdiğim şekilde, îmân edip günahlarınıza tevbe eder misiniz?” buyurarak îmân etmeyi teklif etti. Bu durum karşısında hemen geri dönüp, bu teklifi kabûl etmediler.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


İşte edeb ve hayâ bakımından her türlü azgınlık ve taşkınlığa sâhip olan, hak hukuk tanımayan Âd kavmi içinde bir zât yetişiyordu. Bu seçilmiş zât, Hûd aleyhisselâm idi. Hûd aleyhisselâmın Âd kavmi ile olan münâsebeti, sâdece neseb (soy) bakımından onlarla aynı olması ve aralarında yetişmesi idi. Başka hiç bir yönden onlara benzemiyordu.
Allahü teâlânın bir ihsânı olarak yaratılıştan, fevkalâde bir güzelliğe sâhip olan Hazret-i Hûd, kavminin en güzeli ve ahlâkça en üstünü olup, insanlar içinde, Yûsuf aleyhisselâmdan sonra, Âdem aleyhisselâma en çok benzeyen idi. Muhammed aleyhisselâmın nûru, Hazret-i Hûd'un mübârek alnında ay gibi parlıyordu. Daha küçüklüğünden itibaren kendisine; “Muhammed Mustafa'nın (sallallahü aleyhi ve sellem) nûru senin alnındadır. Putları kırmak, küffârı öldürmek ve küfür ateşini söndürmek O'na nasîb olacak” diye nidâ edildiğini duyardı. Allahü teâlâ onu muhâfaza etti. Kavminin taşkınlıklarına kapılmadı. Nûh aleyhisselâmın dîninde olup, o din üzere ibâdet ederdi. Kavmi arasında, sevilen, sayılan, hürmet edilen bir kimse idi. Gâyet hâlim, selim, yumuşak huylu ve şefkâtli olan Hûd aleyhisselâm temiz, îtibâr sâhibi ve soylu bir âileye mensup idi. Doğruluk ve dürüstlüğü ile başkalarından tamâmen farklı bir hâlde olduğu herkes tarafından bilinirdi. Cesareti ve zekâsı ise fevkalâde idi. Kavminin îtibâr ve îtimâdını kazanmış olduğundan, herkes arasında Emîn lakabı ile tanınmış idi.
Hûd aleyhisselâm, kavminin bu azgın hâline baktıkça çok üzülüyor, müdâhale edemiyor ve karşı gelemiyordu. Gâyet sâkin olan, hiç kimseye bir şey söylemeyen, bununla beraber vakâr ve heybet sâhibi olan Hûd'a (aleyhisselâm), dörtyüz yaşına (başka bir rivâyette kırk yaşına) gelince, Âd kavmine peygamber olduğu bildirildi. Allahü teâlâCebrâil aleyhisselâm vâsıtasıyla Hazret-i Hûd'a şöyle vahyetti: “Ey Hûd! Kavmin arasından seni seçtim ve seni Âd kavmine peygamber kıldım. Onlara git! Kendilerinden korkma! Ben onlara, senin için, mûcize olacak şeyler gösteririm.
Yâ Hûd! Ben onlara, altından tahtlar (çok mal ve servet) yanında, kendilerinden evvel hiç bir kavme nasîb olmayan uzun ömür ve çok kuvvet verdim. Onlara gökten bol yağmur yağdırdım. Yerden çeşit çeşit otlar bitirdim.
Rızkımı yiyip benden başkasına ibâdet ediyorlar. Ey Hûd! Sen, benim kulum ve peygamberimsin. Onlara git! Kendilerini tevhide çağır ve benden başka ilâh olmadığını, bir olduğumu, ortağımın bulunmadığını söyle ve inanmaya dâvet et!”


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget