Âd Kavmi, Hazret-i Hûd'a tuzak kuruyor
Âd kavmi üç seneden beri devam eden kuraklık sebebiyle perişân olup, mecâlsiz kaldı. Hûd aleyhisselâm, bu hâlin bir fırsat olmasını diliyor, böylece artık yola gelebileceklerini tahmin ediyordu. Fakat, durum tam tersine cereyân etti. Hûd aleyhisselâmın dâveti devam ettikçe, Âdlılar yumuşayacakları yerde, aksine diş biliyorlar, inkâr, yalanlama, kaba ve sert cevap vermede pek aşırı gidiyorlardı. Hattâ, kuraklık ve kıtlık sebebiyle, bu hâle düşmelerine Hazret-i Hûd'un sebep olduğunu ileri sürerek, ona daha çok düşman oluyorlar, kinleri de gittikçe, artıyordu. Kendilerinin çok zâlim ve âsî olmaları sebebiyle, başlarına gelen bu belâyı hazret-i Hûd'a yükleyerek, nihâyet onu tuzağa düşürmeğe ve öldürmeğe karar verdiler. Kendi aralarında aldıkları bu kararı uygulayabilmek için, bir de tuzak hazırladılar. Bu çirkin plânlarına göre, Hazret-i Hûd'a güyâ, cevap veremeyeceği sorular soracaklar, güç yetmeyecek bâzı şeyler isteyecekler, cevap veremeyince de, etrâfta bulunanlara; “Gördünüz mü? İşte bakın bu yalancının biridir. Söyledikleri eskilerin yalanlarından ibâret uydurma ve düzme şeylerdir” diyeceklerdi. Böylece, diğer insanları da tahrik edip, Hûd aleyhisselâma saldıracaklar, öldüreceklerdi. Bu bozuk niyetlerini tatbik etmek üzere yola çıktılar. Hûd aleyhisselâmın yanına geldiler. O, kavmini yine Allahü teâlâya îmân etmeye, yalnız O'na ibâdet etmeye dâvet etti.
Kur’an-ı kerîmde Hûd sûresinin 53. âyetinde bildirildiği gibi, Âdlılar; “Ey Hûd! Sen bize, senin dâvânın doğru olduğuna delâlet edecek bir hüccet (delil) getirmedin ki dediler.” Aslında Hûd aleyhisselâm mûcizeler göstermişti. Fakat onlar kibir ve gururları sebebiyle kabûl etmemişlerdi. Şimdi de, asıl maksatları mûcize istemek ve mûcize gösterilirse îmân etmeye niyet etmek değil, Hazret-i Hûd'u zor durumda bırakmaktı. Onlara; “Ne mûcize istersiniz?” diye sordu. Onlar; “Rüzgârı istediğin tarafa çevir” dediler. Hûd aleyhisselâm duâ etti. Allahü teâlâ; “Ne tarafa istersen elinle işâret et!” buyurdu. O da eliyle işâret edince, rüzgâr istediği istikâmette esmeye başladı.
Âd kavmi, bir de mûcize olarak, büyük kayaların toprak olmasını istediler. Hûd aleyhisselâmın duâsı ile bu da oldu. Bu mûcizeleri gördükleri hâlde inanmayıp, hırçınlık ve kabalıklarına devam ettiler. Tekrar mûcize istediler. Koyunların yünleri ipek olsun dediler. Hûd aleyhisselâm duâ etti. Koyunların yünü ipek hâline geldi. Bu mûcizeler açıkça görülünce, Âdlıların çirkin plânları suya düştü. Üstelik birbirlerine karşı mahcub ve rencide oldular. Bundan hâsıl olan şaşkınlıkla ve mağlubiyetlerini telâfî etmek için dediler ki: “Ey Hûd! Sen bize nasîhat ederek; “Ey kavmim! Rabbinize istiğfâr (O'na îmân) edin! Sonra O'na tevbe edin ki, gökten üzerinize bol bol bereket (ekinleri yetiştirecek yağmur) indirsin ve kuvvetinize kuvvet katarak sizi çoğaltsın. Günahlarınızda ısrâr ederek îmândan yüz çevirmeyin” (Hûd sûresi: 52) diyorsun. Sana bir şey demiyoruz. Sen bizim aramızda yetiştin. Seni çok iyi tanıyoruz. Doğru, emîn bir kimsesin. Sende herhangi bir hastalık bulunmakla da seni ithâm etmiyoruz. Fakat sen putlarımıza hakâret ediyorsun. Hattâ daha da ileri giderek, bizleri, putlara ibâdet etmekten alıkoymak istiyorsun. Kur’an-ı kerîmde müşriklerin bu sözleri meâlen şöyle bildirilmektedir: “Ey Hûd! Senin bu sözünle biz ilâhlarımıza (putlarımıza) ibâdeti terk edicilerden değiliz. Ve sana îmân edici, (davetini kabûl edici ve seni tasdik edici) de değiliz. Biz sana ancak şunu söyleyebiliriz ki, sen, bizim putlarımıza dil uzattığın, onlara ibâdeti terk etmemizi istediğin için putlarımızdan birisi seni fenâ hâlde çarpmış.” (Hûd sûresi: 54) Aklımızın almadığı hayâle gelmez bir dâvâda bulunduğuna, böyle şeyler söylediğine göre, sana putlarımızdan delilik ârız olmuş.”
Onların bu sözlerini dinleyen Hûd aleyhisselâm, böyle sözlerle halka kendisini deli gibi göstermeye kalkışmalarına üzülerek, âyet-i kerîmede bildirildiği gibi şöyle cevap verdi: “Ben kendime (şu kâinatı yaratan, her nîmetin sâhibi olan, sizin gibi zâlim ve gaddar kavimleri de yerle bir edip, geriye ibret için sâdece harâbelerini bırakan) Allahü teâlâyı şâhid tutarım, ve siz de (sözlerime, hareketlerime bakarak) şâhid olun ki, ben, Allahü teâlâyı bırakıp da O'na şerik (ortak) koştuğunuz putlardan berîyim (uzağım). Şâyet o putlarınızda başkalarına tesir edecek, sizin dediğiniz gibi başkalarını çarpacak, delilik yükleyecek, zarar verecek bir kuvvet varsa, putlarınız da dâhil olmak üzere, hepiniz toplanın. Beni helâk etmek için istediğiniz tuzağı kurun. (Beni yok etmek için elinizden geleni yapın. Hem bana) mühlet de vermeyin. Ben, benim ve sizin Rabbiniz olan Allahü teâlâya güvendim. O'na tevekkül ettim. (Bütün kuvvetinizi seferber etseniz, bana zarar veremezsiniz. Buna gücünüz yetmez.) Allahü teâlâ bütün mahlûkât üzerine tasarruf edici, onları dilediği şekilde kullanıcıdır. Benim Rabbim hak ve adâlet üzeredir.
Eğer îmândan yüz çevirirseniz (siz bilirsiniz. Benim vazifem olan peygamberlik vazifemi) ben size tebliğ ettim. (Eğer îmândan yüz çevirirseniz) Rabbim sizi helâk eder ve yerinize başka bir kavim getirir de hiç bir şeyle O'na zarar veremezsiniz. Rabbim her şeyi hakkıyla görüp gözetendir. (yani herkesin fiil, söz ve hâllerini tam olarak bilir. Hiç bir şey O'na gizli kalmaz. Gizli açık her şeyi bilici ve mükâfât veya cezâ olarak karşılığını vericidir.) (Hûd sûresi: 54-57)
Hûd aleyhisselâmın, son derece cesâret ve şecâat timsâli olarak, gâyet vakur bir şekilde cevap vermesi, orada bulunanlara çok tesir etti. Hiç birisi, değil ona saldırmak, her hangi bir söz ile cevap bile veremedi. Hepsi donup kaldılar. Ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Çünkü, ondan bu şekilde pervâsızca, korkmadan, çekinmeden böyle sözler söyleyebileceğini, kendilerine meydan okuyacağını hiç tahmin etmiyorlardı. Hûd aleyhisselâm ise, onların şaşkınlıklarını daha da artıracak şekilde; “Hani ne oldu? Olduğunuz yerde kalakaldınız. Siz kalabalık bir grupsunuz. Ben ise yalnız başımayım. Hep birden üzerime saldırsanıza. Benim gibi yalnız bir kimsenin, sizin gibi kalabalık topluluğa meydan okumasına şaşırmadınız mı?” diyerek sözlerine devam etti.
Hûd aleyhisselâmın, Âd kavmine bâzı mûcizeler göstermiş olmakla beraber, onlara böyle söyleyerek meydan okuması da bir mûcizedir. Çünkü, Âd kavminin insanları, bedenen güçlü, kuvvetli, bununla beraber çok kibirli ve pek zâlim kimselerdi. Bu hâdisede olduğu gibi, bir kimsenin onlara meydan okuması şöyle dursun, karşılarında durup herhangi bir şey söylemesine bile tahammül edemezlerdi. Devamlı cebr ile hareket eder, sırf eğlenmek, gülmek için adam öldürürler, kızdıkları birini, yapmış oldukları çok yüksek binâların tepesinden aşağıya atıverirlerdi. Bu kadar acımasız olan bu kimselere biri çıkıp da ters bir şey söyleyecek olsa, onu linç edip hemen oracıkta öldürürlerdi. İşte Hûd'un (aleyhisselâm) yukarıdaki sözlerine hiç cevap verememeleri, susup kalmaları onun bir mûcizesidir.
Hûd aleyhisselâm tebliğ vazifesine devam ederek bir gün kavmine; “Ey kavmim! Şu putlara ibâdet etmekten vaz geçip, Allahü teâlâya îmân edin ve O'ndan mağfiret dileyin. Bana tâbi olur, dediklerimi yaparsanız, Allahü teâlâ sizi affeder ve bol bol yağmur verir. Çok rahmet edip, kıtlığı giderir. Mallarınıza ve kendinize bereket ihsân eder” diye nasîhat etti. Çünkü, Âdlıların memleketlerini kasıp kavuran müthiş bir kıtlık ve kadınlarında da kısırlık vardı. Zirâatçı bir kavim olduklarından bol yağmura ve kendilerini muhâfaza için çok nüfusa ihtiyaçları vardı.
O böyle nasîhat ederken, kavmin meliki olan Halcân ismindeki zâlim de orada idi. Hûd aleyhisselâm bu sözleri, Allahü teâlâdan gelen bir ihsân ve ince bir duygu ile coşarak söyleyince, ta uzaklarda bulunan kuşlar ve vahşî hayvanlar bile huzûruna gelip; “Buyur, biz emrinize hazırız ya Hûd (aleyhisselâm)! Sen vazifeni tebliğ et! Bunu yaparken, Allahü teâlânın mahlûklarından hiç korkma!” dediler. Bu hâli büyük-küçük herkes gördüğü hâlde yine inanmadılar. Bu sırada, kavmin ileri gelenlerinden olan bir şahıs îtirâz edip cevap verecek oldu ise de, o anda dili tutuldu, konuşamadı. Âd kavminin insanları bu apaçık mûcizeleri gördükleri hâlde yine inâd ediyor ve karşı çıkıyorlardı. Hûd aleyhisselâm ise büyük bir sabır ve metânetle, belki akıllanırlar ve uyanırlar diye hiç durmadan sabırla nasîhat ediyordu.
Kendi anlayışlarına göre, kim kuvvetli ise haklı odur diyen, maddî ve dünyevî zevk ve menfaat nerde ise orada bulunarak hak, hukûk, adâlet ve mânevîyattan tamâmen uzaklaşan Âd kavmi, Hûd aleyhisselâmın peygamberliğinde de, maddî bir menfaat aradı. Çünkü maksatları ve ölçüleri bu idi.
Azgın ve taşkın Âdlıların, aralarında yetişip peygamber olarak gönderilen Hûd aleyhisselâm, her türlü, inkâr, yalanlama, kaba ve sert cevaplara, sıkıntı ve azarlamalara rağmen, anlaşılması mümkün olmayan bir sabır, tatlı dil ve yumuşaklık gösteriyor; yılmak bilmeyen kuvvetli bir azîmle dâvâsına devam ediyordu. Bütün kavim karşı çıktığı hâlde, o, dâvâsından vaz geçmediği gibi, yaymak husûsunda da en küçük bir gerilemede bile bulunmuyordu. O hâlde, Âdlıların ölçülerine göre, bu mücâdelenin altında mutlakâ çok yüksek bir ücret, maddî bir menfaat bulunması icâbederdi. Bu gibi bozuk düşüncelerini kendi aralarında konuştukları gibi, nihâyet bir gün Hûd aleyhisselâma da söylediler. Nitekim, kendisinden evvel peygamber olan Nûh aleyhisselâma da, kavmi, böyle bir isnatta bulunmuşlardı. Hazret-i Hûd; kavminin, bu mesnetsiz iddia ve ithâmlarını kesinlikle reddedip, böyle bir maksadının bulunmadığını, ücretini (yaptığı vazifenin karşılığı olan sevâbı) âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâdan beklediğini bildirdi. Onun bu hâli, Kur’an-ı kerîmin Şuarâ sûresinin 123. ve daha sonraki âyet-i kerîmelerinde şöyle bildirilmektedir:
“Âd kavmi de (resûlleri olan Hûd aleyhisselâmı ve diğer) peygamberleri tekzip ettiler, yalanladılar. (Neseb bakımından kardeşleri olan) Hûd (aleyhisselâm) onlara şöyle dedi: Allahü teâlâdan korkmaz mısınız da O'ndan başka şeylere, putlara ibâdet edersiniz. Ben size Allahü teâlâ tarafından gönderilmiş emîn bir peygamberim. (Zâten aranızda da emîn olmakla tanınırım). O hâlde, Allahü teâlâdan korkun ve (tevhid ve tâat hakkındaki emrimde) bana itâat edin. (Sizi Allahü teâlâya îmân etmeye dâvet ve sizlere çok nasîhat ettiğim için) sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim ecrim ve mükâfâtım ancak âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâya mahsustur. Siz her yüksek mevkide bir köşk binâ eder, geçenlerle alay mı edersiniz? Ve içlerinde ebedî kalacakmış gibi muazzam kaleler ve havuzlar ediniyorsunuz. Bir kimseyi yakaladığınız zaman zorbaca, merhametsizce (döverek, söverek) yakalıyorsunuz. Artık Allahü teâlâdan korkun ve bana itâat edin.
Size bildiğiniz şeyler (nimetler) le yardım eden ve size davarlar, oğullar, Cennet misâli çok güzel bahçeler, pınarlar ihsân eden Allahü teâlâdan korkun, (O'na şirk koşmaktan, karşı gelmekten) sakının. Gerçekten ben, üzerinize büyük bir günün azâbının erişmesinden korkuyorum. (Zirâ her nîmetin sâhibi olup, kullarına ihsân etmeye kâdir olan Allahü teâlâ, nîmetlerine nankörlük eden, râzı olmadığı şekilde kullananlardan da intikâm almaya kâdirdir. Hûd aleyhisselâmın bu nasîhatlerine onlar hiç kulak asmıyorlardı. Karşılık olarak) dediler ki: Sen bize nasîhat etsen de etmesen de (azab ile korkutsan da korkutmasan da) birdir. Biz bu hâlimizden vazgeçecek (eski hâlimizi) değiştirecek değiliz. (Senin) bu (söylediğin şeyler) eskilerin yalanlarından, başka bir şey değildir. Biz, azâba uğratılacak da değiliz.”
Hûd aleyhisselâm bir defâsında, kavmin toplu bulunduğu bir sırada yanlarına gitmiş ve onları îmâna dâvet etmişti. Kavmin reisi olan Halcân da, Hazret-i Hûd'a karşı; “Sen bize gâlib geleceğini mi zannediyorsun. Bir gün ve bir gece içinde bizim bin çocuğumuz oluyor” demişti. Onun bu sözü gayret-i ilâhiyeye dokunup, Allahü teâlâ o günden sonra onlara evlât vermedi. Çocukları olmadı. Ne yaptılarsa bir çâresini bulamadılar. Ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Bu hâllerin, Hazret-i Hûd'un sözlerine îtirâz etmeleri sebebiyle başlarına geldiğini tahmin edip, durumu Halcân'a bildirdiler. O ise, ihtimâlden ziyâde apaçık bir hakîkat olan bu durumu hemen kapatmak istedi. Kuru kuruya bir inâd ile, ne pahasına olursa olsun inanmamak, kabûl etmemek istiyordu. Yanına gelenlere; “Hayır. Durum sizin bildiğiniz gibi değildir. Ben rüyâda bir şey gördüm. Eğer onu yaparsanız çocuklarınız olur” dedi ve gördüğünü de; “Putlarınızı çıkartıp, onları vesîle ederek çocuk isteyeceksiniz. Hem ihtiyaçlarınız giderilecek, hem de Hûd'a (aleyhisselâm) karşı böylece zafer kazanmış olacaksınız” şeklinde anlattı. Halcân'ın, samîmi olmayan bu uydurma sözlerini dinleyen Âdlılar, yine de onun söylediği şekilde davrandılar, buna rağmen çocukları olmadı.
Hazret-i Hûd da bir taraftan onlara; “Ey kavmim! Sizi yaratan, her nîmeti veren Allahü teâlâdan korkun. O'na itâat edin ki, isteğinizi kabûl etsin. Size çocuk versin. Mülkünüze mülk, kuvvetinize kuvvet katsın. Ben sizi, Allahü teâlâya îmân ve yalnız O'na ibâdet etmeye dâvet ediyorum. Eğer icâbet eder, dâvetimi kabûl ederseniz, nîmete kavuşursunuz. Şâyet icâbet etmezseniz, Allahü teâlâ size azâb eder” dedi.
Hazret-i Hûd böyle söyleyince, Âdlılar onun üzerine hücûm edip, dövmeye başladılar. Hattâ mübârek başından çıkan kanlar yüzüne aktı. O sırada îmân etmiş olanlardan biri gelip, Âdlılara; “Peygamberimize hakâret husûsunda çok ileri gidiyorsunuz. Onun haber verdiği acı azâbdan korkunuz” dedi. Âdlılar onun mü’min olduğunu bilmiyorlardı. “Sen bizim aleyhimizde bir şey söylemeye cesâret edersin ha!” diyerek ona ve tekrar Hazret-i Hûd'a dil uzattılar. Sataşıp, terslediler. Hazret-i Hûd o kimseye teşekkür etti. Onu övdü ve; “Sen kavmine nasîhatte bulundun. Allahü teâlâ dilediğini dalâlette bırakır” buyurdu.