Âdem aleyhisselâmdan ve bütün zürriyetinden ahd alınmasına denir. Lügatte, söz verme, sözleşme ve antlaşma demektir. Dindeki mânâsı ise, Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmı yaratınca, kıyâmete kadar bütün zürriyetini zerreler hâlinde onun belinden çıkarıp, mükellef tutması, onlara; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye hitap buyurması, onların da; “Evet, sen Rabbimizsin” diye cevap vermeleridir. Ancak kâfirler, dünyâya gelince verdikleri bu ahdi (sözleşmeyi) bozmaları sebebiyle îmânsız oldular. Müslümanlar ise, dünyâya gelince bu ahdlerine sadâkat gösterip, İslâm fıtratı (dîni, yaratılışı) üzere kaldılar. Ahd ve mîsak, halk arasında Kâlubelâ diye bilinir.
Ahd-ü mîsak husûsunda itikat edilmesi, inanılması gereken husûs şudur: Allahü teâlâ kullarından ahd almıştır. Onlar Allahü teâlânın rububiyetini (Rab olduğunu) tasdik ve îtirâf etmişlerdir. Bu ahdin yerini, zamanını ve nasıl olduğunu tam olarak bilmek îtikâdî bir mes’ele değildir.
Ancak Allahü teâlâ Âdem'i aleyhisselâmı yaratınca belini mesh buyurdu. Onun sulbünden kıyâmete kadar gelecek olan zürriyetini, Cennet’te veya Mekke-i mükerreme ile Tâif arasında veya başka bir yerde belinin sağ ve sol taraflarından çıkardı. Her insanın zerresini birbirinden ayırdı. Âdem aleyhisselâm onlara baktı ki, onların zerreler hâlinde olduğunu gördü. El-Vâkıa sûresinin 8 ve 9. âyet-i kerîmelerinin meâl-i şerîfi: “İşte bu sağdakiler, Cennet ehlinin amelini yapacaklarından, Cennetlik olanlardır. Bana bunların amellerinden bir fayda ve zarar yoktur. Bu soldakiler, Cehennem ehlinin amelini yapacaklarından Cehennemlik olanlardır. Bana bunlardan da ne bir fayda, ne bir zarar yoktur.”
Âdem (aleyhisselâm) Allahü teâlâya; “Yâ Rabbî! Cehennem ameli nedir?” diye sordu. Allahü teâlâ da; “Bana şirk koşmak ve gönderdiğim peygamberlere inanmamak ve ilâhî kitaplarımda (peygamberlere verilen kitaplar) olan emir ve nehyimi tutmayıp, bana isyân etmektir.” buyurdu.
Bunun üzerine Âdem (aleyhisselâm) Allahü teâlâya duâ ederek; “Yâ Rabbî! Bunları kendilerine şâhid kıl, umulur ki Cehennem ehlinin amelini işlemezler” dedi. Allahü teâlâ onlara hayat, akıl ve konuşma kâbiliyeti verdi. Kendilerini şâhid yapıp; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” buyurdu. Hepsi; “Rabbimizsin. Biz şehâdet eyledik” dediler. Allahü teâlâ melekleri ve Âdem'i de (aleyhisselâm) şâhid tuttu ki onlar, Allahü teâlânın rubûbiyetini ikrâr ettiler.
Ahdin alınmasından sonra tekrar zerreler hâlinde Âdem aleyhisselâmın beline iâde edildiler. Ahid sırasında geçici olarak verilen rûhlar tekrar onlardan alınıp arşın hazînelerine gönderildi. Âdem aleyhisselâmın bütün zürriyetinden ahd alındığı için, onların hepsi dünyâya gelmedikçe kıyâmet kopmaz. Onların hayatları yalnız rûhanî bir hayat idi. Cismanî bir hayat değildi.
Ahd ve mîsak, Kur’an-ı kerîm ve hadîs-i şerîf ile sabittir. Nitekim A’râf sûresi 172. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyrulmaktadır: “Hani, Rabbin âdemoğullarından, onların sulblerinden zürriyetlerini çıkarıp kendilerini nefslerine şâhid tutmuş; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (buyurmuştu). Onlar da; “Evet, (Rabbimizsin), şâhid olduk” demişlerdi. (İşte bu şâhid tutma) kıyâmet günü; “Bizim bundan haberimiz yoktu” dememeniz içindi. Yâhud; “Daha evvel atalarımız (Allah'a) şirk koşmuştu. Biz de onlardan sonra gelen bir nesiliz. Şimdi o bâtıl yolda olanların işlediği (günahlar) yüzünden bizi helâk mı edeceksin?” dememeniz içindi...”
Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Ahmed bin Hanbel; Ömer bin Hattâb'dan (radıyallahü anh) şöyle rivâyet ettiler: “Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem) bu âyet-i kerîme hakkında sorulduğunda şöyle buyurdu: “Allahü teâlâ Âdem'i yaratınca, beline kudretiyle mesh buyurdu. Ondan zürriyetini çıkardı ve şöyle buyurdu: “Bunları Cennet için yarattım. Cennet ehlinin amelini yapacaklar.” Sonra Allahü teâlâ yine Âdem'in belini mesh buyurdu. Ondan zürriyetini çıkarıp ve, “Bunları Cehennem için yarattım. Onlar, Cehennem ehlinin amelini işleyecekler” buyurdu. Orada bulunan Eshâb-ı kirâmdan birisi; “Ey Allah'ın Resûlü! “Mâdem ki her şey ezelde takdir edilmiş” öyleyse niçin amel yapıyoruz?” diye sordu. Bunun üzerine Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Allahü teâlâ bir kulu Cennet için yaratmışsa ona Cennet ehlinin amelini yaptırır. Hattâ, Cennet ehlinin amellerinden bir ameli yaparak vefât eder ve Allahü teâlâ onu Cennet’e koyar. Allahü teâlâ bir kimseyi Cehennem için yaratmışsa, ona Cehennem ehlinin işlerini yaptırır. Sonunda Cehennem ehlinin işlerinden birini yaparak vefât eder de Allahü teâlâ onu Cehennem’e koyar.” Buharî'nin ve Müslim'in bildirdiği diğer rivâyette ise; “İbadet yapınız! Herkese ezelde takdir edilmiş olan şeyi yapmak kolay olur.” buyruldu. Yâni, ezelde saîd denilene, saîdlerin işleri yaptırılır. Bundan anlaşılıyor ki, ezelde saîd denilenlerin ibâdet yapmaları ve şakî denilenlerin isyân etmeleri, sağlam yaşamaları ezelde takdir edilmiş olanların gıda ve ilaç almalarına ve hastalanmaları, ölmeleri takdir edilmiş olanların da, gıda ve ilaç almamalarına benzemektedir. Açlıktan, hastalıktan ölmesi ezelde takdir edilmiş olana, gıda ve ilaç almak nasip olmaz. Zengin olması ezelde takdir edilmiş olana, kazanç yolları açılır.
Abdullah bin İmâm Ahmed, babasının Müsned’inde bu âyet-i kerîme ile alakalı olarak Ubey bin Ka'b'dan, (radıyallahü anh) şöyle nakletmiştir: Allahü teâlâ Âdem'in (aleyhisselâm) zürriyetini topladı. Onlara sûret ve konuşma kâbiliyeti verdi. Onlara; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye suâl etti. Onlar da; “Evet” diye cevap verdiler. Böylece Allahü teâlâ, onları kendilerine şâhid kıldı. Onlardan ahd-ü mîsak aldı. Sonra Allahü teâlâ, “Bunu bilmiyorduk dememeniz için yedi kat göğü, yeri ve babanız Âdem'i size şâhid tutuyorum” buyurdu. “Biliniz ki, benden başka ilâh ve Rab yoktur. Bana hiç bir şeyi ortak koşmayın. Şüphesiz, ben size ahdimi ve mîsakımı bildirecek, hatırlatacak peygamberler göndereceğim. Size kitaplarımı indireceğim.” buyurmuştu. O zaman Âdem'in (aleyhisselâm) zürriyeti; “Biz şehâdet ederiz ki, sen bizim Rabbimizsin ilâhımızsın. Senden başka Rab, senden başka ilâh yoktur” dediler. Ve Allahü teâlâya itâat ettiklerini îtirâf ettiler. Âdem (aleyhisselâm), zürriyetinden ahd ve mîsak alındığı bu sırada peygamberleri de kandiller gibi parlak ve nûrlu bir hâlde gördü. Peygamberlerden de risâlet ve nübüvvet (peygamberlik) ahdi alındı. Bu husûs Kur’an-ı kerîmde Ahzâb sûresi 7. âyet-i kerîmede meâlen şöyle bildirildi: “Hani biz peygamberlerden söz almıştık...”
Allahü teâlâ, kullarının ne düşündüklerini ve ne cevap vereceklerini bildiği hâlde; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye suâl buyurmasında hikmetler vardır. Çünkü, dünyâ hayatı bir imtihân hayatıdır. Burada insanların işleri, sözleri tespit edilecek, âhırette bunlara göre muâmele olunacaktır. İlâhî adâlet tecelli edecek ve hiç kimse; “Yâ Rabbî! Ben bilmiyordum. Bana bir şey söylenmedi, hiç bir şey için söz vermemiştim. Eğer ben imtihân yeri olan dünyâya gelseydim emirlerine muhâlefet etmezdim” gibi bir mâzerette bulunamayacak. Bu husûsta hiçbir hüccet ve delilleri olmayacaktır. Burada daha başka hikmetler de vardır.
İnsanlar bugün dünyâda, ezelde kendilerinden alınan bu ahdi hatırlamıyorlar. Fakat bu ahdin alındığını peygamberler (aleyhimüsselâm) ve ilâhî kitaplar, haber vermektedir. Bununla berâber bu ilk ahdi hatırlayanlar da olmuştur. Nitekim hazret-i Ali; “Ben Rabbime verdiğim sözü hatırlıyorum” buyurmuştur. Bu konuda, İslâm âlimlerinin birçok yazıları mevcûttur. Abdülvehhab-ı Şa’râni, “El-Kavâid-ül-keşfiyye fis-sıfât-il-ilâhiyye” adlı eserinde, ahd-ü mîsak konusunu uzun açıklamıştır.
Her doğan İslâm fıtratı üzere doğar. Nitekim Rum sûresi 30. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyurulmaktadır: “Öyleyse sen, yüzünü hanîf (muvahhid olarak) dîne, Allah'ın fıtratına çevir ki, Allah insanları bu fıtrat üzerine yaratmıştır.” Her doğan bu ahd üzere dünyâya gelir demek; Allahü teâlânın insanı İslâm fıtratı üzere yaratmasıdır. Allahü teâlânın yarattığı fıtrat üzere doğması da denilmiştir. Allahü teâlâ insanları bu yaratılışla yaratmıştır. İnsanların hepsi Allahü teâlânın; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” suâline karşılık; “Evet sen bizim Rabbimizsin” diye cevap vermişlerdir. Bu sebeple insan o zaman yaratanını ikrâr ve îtirâf etmeğe, tanımaya söz vermiştir. Buradaki yaratılıştan murat, her ferde mahsus olan ayrı fıtratlar değil, bütün insanlarda müşterek olan umûmi fıtrattır. İnsanın insan olma bakımından asıl fıtratı (yaratılışı), yaratanına boyun eğmek, O'na kulluk etmektir. Nitekim Zâriyât sûresi 56. âyet-i kerîmede meâlen; “Ben cinleri de, insanları da ancak bana kulluk etmeleri için yarattım.” buyrulmaktadır. Bu sebeple dinsizlik fıtrata muhalif olduğu gibi, Allahü teâlâdan başkasına kulluk etmek de insanın fıtratına uygun düşmez.
Enes bin Mâlik'ten (radıyallahü anh) rivâyet edilen hadîs-i şerîfte; “Fıtratullah, Allah'ın dînidir” buyrulmuştur. Buna göre, bütün insanlar, ezelde kabûl ettikleri tevhid îtikâdı üzere yaratılmışlardır. Bu sebeple, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), “Her doğan, İslâm fıtratı üzere doğar. Sonra ebeveyni onu yahudi, hıristiyan ve dinsiz yapar.” buyurmuştur. Bu da, bütün çocuklar müslümanlığa uygun ve elverişli olarak dünyâya gelir. Bundan sonra anaları, babaları hıristiyan, yahudi ve dinsiz yapar demektir.
Hadîs-i şerîfte, müslümanlığın yerleştirilmesinde ve yok edilmesinde en mühim işin gençlikte olduğu da bildirilmiştir. Evlât, ana baba elinde bir emânettir. Çocukların temiz kalpleri kıymetli bir cevher gibidir. Mum gibi, her şekli alabilir. Küçük iken, hiç bir şekle girmeyip temiz bir toprak gibidir. Böyle toprağa hangi tohum ekilirse, onun meyvesi hâsıl olur. Çocuklara îmân, Kur’an-ı kerîm ve Allahü teâlânın emirleri öğretilir ve yapmağa alıştırılırsa, din ve dünyâ saâdetine ererler. Bu saâdete anaları, babaları ve hocaları da ortak olur. Eğer bunlar öğretilmez ve alıştırılmazsa, bedbaht olurlar, yapacakları her fenâlığın günahı, ana, baba ve hocalarına da verilir. Allahü teâlâ, Tahrîm sûresi 6. âyetinde meâlen; “Kendinizi, evlerinizde ve emirlerinizde olanları ateşten koruyunuz!” buyuruyor. Bir babanın, evlâdını Cehennem ateşinden koruması, dünyâ ateşinden korumasından daha mühimdir. Cehennem ateşinden korumak da, îmânı, farzları, haramları öğretmek ve ibâdete alıştırmakla, dinsiz ahlâksız arkadaşlardan korumakla olur. Bütün dinsizliklerin ve fenâlıkların başı, fenâ arkadaştır. İnsan, bu fıtrata muhâlefet etmediği müddetçe, Allahü teâlânın Rabbi olduğunu îtirâftan ayrılmaz. İslâm fıtratı üzere olmak, ilâhî ahd-ü mîsakın bir alâmetidir. İnsanlar, bu fıtratı muhâfaza edip, ona muhâlefet etmekten sakınmak ile mükelleftir. İslâm fıtratına (yaratılışına) uygun olarak yaşayanlar, ezelde vermiş oldukları söze sadâkat göstermiş, bağlı kalmış olurlar. Bu fıtrata muhâlefet edenler ise verdikleri sözde durmamış ve îmânlarından dönmüş olurlar.
ÂDEM ALEYHİSSELÂM |
---|
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.