Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

İnsanlara, Allahü teâlânın emirlerini bildirmek ve yasaklarından sakındırmak. Allahü teâlâ, Kur’an-ı kerîmde, emr-i mâruf ve nehy-i münker yapmayı emrediyor. Yâni benim emirlerimi bildiriniz, öğretiniz diyor ve benim yasak ettiğim haramları bildiriniz ve yapılmasına râzı olmayınız buyuruyor.
Emr-i mâruf ve nehy-i münker farz olup insanların birbirine nasîhat etmesidir. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “Din nasîhattir” buyurdu. Nâsîhat, doğru yola dâvet ve kötülüklerden sakındırmaktır. Allahü teâlâ, nihâyetsiz merhametinden dolayı, bu işle vazifeli olarak, evvela peygamberleri, sonra bunların yerine evliyâyı ve âlimleri dâvetçi gönderdi. Bunların dili ile sevâblarını ve azâblarını bildirerek, bütün insanların iyilik yapmalarını, kötülüklerden uzaklaşmalarını emretti. Yâni emr-i mâruf ve nehy-i münker, peygamberlerin, âlimlerin ve velîlerin sünnetidir ve onların yoludur.
Nâsîhatin terk edildiği cemiyetlerde kötülük artar. Netîcede, bundan herkes zarar görür. Daha önce hak dinlerde olduğu gibi, İslâm dîninde de çok mühim yer tutan emr-i mâruf ve nehy-i münker hakkında, İslâm âlimleri tarafından çeşitli târifler yapılmıştır. Bunlardan Gavs-i Samedânî Seyyid Abdülkadir-i Geylanî (rahmetullahi aleyh); “Kur’an-ı kerîme, hadîs-i şerîflere ve akla uygun olan şeylere, mâruf, bunlara uymayan yâni (âyet-i kerîmeler, hadîs-i şerîfler ve müctehidlerin sözbirliği ile yasak edilen) şeylere de münker denir” buyurdu.
Nâsîhat etmek, emr-i mâruf ve nehy-i münkerde bulunmak, yâni insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını hatırlatmak, Allahü teâlânın emridir. Allahü teâlâ kimseye karışılmamasını isteyip sevseydi; peygamberleri göndermez, hak dinleri bildirmez, insanları kendi dînine dâvet etmez ve uydurma dinlerin yanlış, bozuk olduğunu haber vermezdi. Ayrıca, geçmiş peygamberlere inanmayanları çeşitli azâblarla helâk etmezdi. Herkesi kendi hâline bırakır, kimseye bir şey emretmez ve inanmayanlara da azâb yapmazdı. Allahü teâlânın irâdesini ve âdetini kimse değiştiremez. Hakîkati bilmeyenlerin ve görmeyenlerin sözü ile nizâm-ı âlem bozulmaz. Allahü teâlâ isteseydi, herkesi doğru yola hidâyet eder, Cennet’e sokardı. Fakat ezelde Cehennem’i insan ve cinle doldurmak diledi. Allahü teâlânın büyüklüğünü anlayabilen bir kimse, O'na sebebini soramaz.
Allahü teâlânın peygamberlerinin yolunda giden insanlar; Hakk'a, hakîkate dâvet etmekte, emr-i mâruf ve nehy-i münker yapmakta da ona uyar. Bunları yapmayan tâbi olmuş değildir. Yâni, her mü’min, imkânı kadar ve kâbil olan nispette bunu yapmalı, söz veya yazı ile, yapamıyorsa, hâli, yaşayışı ile numûne olmalıdır. Îmân sâhipleri, İslâmın güzel ahlâkı ile ahlâklanıp, hâl lisânı ile emr-i mârufta bulunmalı, bunun çok tesirli olduğunu unutmamalıdır. Nitekim; “Lisân-ı hal, lisân-ı kâlden entakdır” sözü pek meşhûrdur.
Nâsîhat yapmak, emr-i mârufta bulunmak iki sûrette yapılır. Birinci yol; söz, yazı ve her çeşit yayın vâsıtası iledir. Herkes emr-i mâruf yapamaz. Bunu yaparken, emr-i mâruf yapanın bilgisi az ise veya hiç yoksa yâni câhilse, cemiyetin âdetlerine, devletin kanunlarına dikkat ve riâyet edemezse fitneye sebep olabilir. Kendisine ve müslümanlara zarar verir. Nehy-i münker yapanda ise şu üç haslet mutlakâ bulunmalıdır: İlim, verâ ve güzel ahlâk. İlim olmayınca yasağı emirden ayıramaz. Verâ olmayınca, ayırabilse bile, işleri maksatlı olur. Niyeti düzgün olmayınca da, başkalarına tesirli olamaz. Ahlâk güzel olmazsa, kendisini incitirlerse o zaman kızar ve Allahü teâlâyı unutur. Allahü teâlâyı unutunca da haddin dışına çıkar ve yaptıkları Hak için değil, nefsi için olur. O zaman onun emr-i mâruf nehy-i münkeri de sevâb olmaktan çıkar.
Bunun için Emir-ül-mü’minîn Ali (radıyallahü anh) harpte öldürmek için bir kâfiri yıktı. Kafir hakâret etmek, kızdırmak için ve beni bir hamlede, çabucak öldürsün de fazla acı çekmeyeyim diye, Hazret-i Ali'nin yüzüne tükürdü. O da öldürmekten vazgeçti ve; “Kızmıştım, onu Allah için öldürmüş olmayacağımdan korktum” buyurdu. Bu güzel ahlâk karşısında hayran kalan o kâfir, o anda Kelime-i şehâdet getirip müslüman olmakla şereflendi. Bu Hazret-i Ali'nin güzel ahlâkının bereketiyle olmuştu.
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) bir kimsenin, karnına vurmuştu. O da Hazret-i Ömer'e hakâret etti. Hazret-i Ömer bir daha vurmadı. “Niçin vurmadın?” dediklerinde; “Önce ona Hak için vurmuştum, şimdi bana hakâret edince, yine vurursam, kızdığım için vurmuş olurum” buyurdu.
Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîfte; “Emir ve nehyettiği şeyi bilmeyen, emri ve nehyi hilm (yumuşaklık) ile söylemeyen, emri ve yasağı rıfk ile, yumuşaklıkla bildirmeyen, emr-i mâruf ve nehy-i münker yapamaz” buyurmuşlardır.
Nehy-i münker yapanın edeblerinden biri de sabırlı olması, bu husustaki sıkıntılara katlanmasıdır. Emr-i mâruf ve nehy-i münker yapanın, dünyâ ile alâkası az ve emeli kısa olmalıdır. İnsanların kendisini sevmesini, övmesini, râzı olmasını ve beğenmesini isteyen nehy-i münker yapamaz. Yapıyor görünse bile faydası olmaz. Çünkü niyet ve maksat başkadır.
Emr-i mârufta, nasîhatte, bulunmakta ikinci yol; hâl ile İslâmın güzel ahlâkına uyarak nümûne olmaktır. Herkese tatlı dil, güler-yüz göstermek, kimsenin malına, ırzına göz dikmemek, kanunlara uymak en tesirli nasîhat yoludur. İslâmın güzel ahlâkı üzere yaşamak, emr-i mâruf ve nehy-i münker yapmaktır.
Nâsîhat el ile, dil ile ve kalb ile yapılır. El ile güç kullanarak nasîhati bildirmek hükümetin vazifesidir. Emr-i mâruf ve nehy-i münkeri el ile yapmak, hükümet adamlarına, dil ile yapmak din adamlarına, yâni âlimlere, kalb ile yapmak da her müslümana farz olan bir vazifedir. Çünkü Buharî'deki hadîs-i şerîfte; “Sizden biriniz bir münkeri, yâni çirkin kötü, günah olan biri işi görürse, onu eli ile değiştirsin. Buna gücü yetmezse dili ile engel olsun. Buna da kâdir değilse, kalbi ile o işi beğenmesin. Kalben nefret etsin. Bu ise îmânın en zayıf derecesidir” buyruldu. Kur’an-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde müslümanların emr-i mâruf ve nehy-i münker yapması, ellerinden geldikçe bunu terk etmemeleri emredilmektedir. Ancak böyle yaparlarsa zarar ve hüsrânda kalmazlar. Nitekim, hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Emr-i mâruf ve nehy-i münker yapan ile, nasîhati terk eden şu kavme benzer ki, gemiye binerler. Kimi alttaki odalarda, kimisi üstteki kamaralarda bulunurlar. Altta bulunanlar, bize su lâzım olunca, üste çıkıp oradaki nehirden mi su alacağız, gelin gemiyi delelim, buradan su alalım, derler. Kalkıp gemiyi delmeye koyulurlar. Üstte olanlar, onların ellerini tutup engel olamazlarsa, üsttekiler de, alttakiler de helâk olurlar. Onlara engel olup, kendi arzularına bırakmazlarsa, hepsi helâk olmaktan kurtulurlar.” O hâlde insanlara nasîhat, Allahü teâlânın kullarının kurtulmasına çalışmak demektir. Bu da zor ve çetin bir iştir. Allahü teâlâ Muhammed aleyhisselâmın ümmetini, emr-i mâruf ve nehy-i münker yapmaları sebebiyle ümmetlerin en hayırlısı eylemiştir. Nitekim Âl-i imran sûresinin 110. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Siz insanlar için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz! İyi şeyleri emreder, fenâ şeyleri men edersiniz ve Allah'a îmânınızda devam edersiniz.” buyruldu.
Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Ali'ye buyurdular ki; “Yâ Ali! Altıyüzbin koyun mu istersin, yâhut altıyüzbin altın mı, veyâhut altıyüzbin nasîhat mı istersin?” Hazret-i Ali dedi ki: “Altıyüzbin nasîhat isterim.” Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Şu altı nasîhate uyarsan, altıyüzbin nasîhate uymuş olursun.”
1- Herkes, nâfilelerle meşgûl olurken, sen farzları îfâ et. Yâni farzlardaki rükünleri, vâcibleri, sünnetleri, müsteâbları îfâ et!
2- Herkes, dünyâ ile meşgûl olurken, sen Allahü teâlâyı hatırla. Yâni din ile meşgûl ol, dîne uygun yaşa, dîne uygun kazan, dîne uygun harca!
3- Herkes, birbirinin ayıbını araştırırken, sen kendi ayıplarını ara. Kendi ayıplarınla meşgûl ol!
4- Herkes, dünyâyı îmâr ederken, sen dînini îmâr et, zînetlendir.
5- Herkes, halka yaklaşmak için vâsıta ararken, halkın rızâsını gözetirken, sen Hakk'ın rızâsını gözet. Allahü teâlâya yaklaştırıcı sebep ve vâsıtaları ara!
6- Herkes, çok amel işlerken, sen amelinin çok olmasına değil, ihlâslı olmasına dikkat et!”
Nâsîhatin faydalı olması için, tatlı sözle ve yumuşak yapılması lâzımdır. Ayrıca nasîhat edenin, söylediklerine kendisinin de riâyet etmesi gerekir. Böyle olan kimsenin her sözü ve hareketi Allahü teâlânın emirlerine uygun olmalı, kimse hakkında kötü zanda bulunmamalıdır. Müslümanların işi, hep iyilik üzere olmalıdır.
Hadîs-i şerîflerde buyruldu ki: “Birbirinize müslümanlığı öğretiniz. Emr-i mârufu bırakır iseniz, Allahü teâlâ, en kötünüzü başınıza musallat eder ve duâlarınızı kabûl etmez.”
“Bütün ibâdetlere verilen sevâb, Allah yolunda gazâya verilen sevâba göre, deniz yanında bir damla su gibidir. Gazânın sevâbı da emr-i mâruf ve nehy-i münker sevâbı yanında, denize nazaran bir damla su gibidir.”
“Kıyâmet günü birini getirirler. Onu Cehennem’e atın emri gelir. Barsakları dışarı çıkar. Merkebin dolap etrâfında dönmesi gibi, bunun etrâfında döner durur. Cehennem’de olanlar kendisine sen emr-i mâruf ve nehy-i münker yapmadın mı, şimdi bu hâl nedir? Seni bu hâle düşüren nedir? derler. Evet başkalarına iyiliği emrederdim, fakat kendim yapmazdım. Kötülüklerden men ederdim, kendim ise yapardım cevâbını verir.”
“Bir yerde kötülerin yanında iyiler de bulunsa ve o iyiler, kötülerin kötülüklerine mâni olacak durumda bulunsalar da, o kötülüklere engel olmayıp, işlerine karışmayıp, sessizce otursalar, yarın kıyâmette, maymun sûretinde haşr olunurlar.”
“Mîrâc gecesinde göklere çıktığım zaman, bir takım kimseleri gördüm. Melekler makasla onların dudaklarını keserlerdi. Cebrâil'e (aleyhisselâm) bunlar kimlerdir? diye sorduğumda; Onlar senin ümmetinin âlimleri ve hatipleridir. Allahü teâlânın kitabını okurlar, insanlara vâz ve nasîhat ederler, halbuki kendileri yapmazlardı diye cevap verdi.”


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Şükür, teşekkür etmek. İyilik edene, nîmet verene; kalb, dil ve davranışla hürmet edip saygı göstermek demektir. Istılahî mânâ olarak şükür; kulun, ihsân edilen nîmetlere, iyiliklere karşı olan sevincini, bunları kendisine vermiş olan Allahü teâlâya, çeşitli söz ve davranışlarla göstermesidir. Abdullah-i Ensârî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Şükür, nîmeti bilmenin ismidir. Zirâ şükür, nîmeti vereni bilmeye götürür. Bu mânâdan dolayı, Kur’an-ı kerîmde İslâm ve îmâna, şükür ismi verilmiştir.”
Sırri-yi Sekatî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Bir kimse, bir nîmete kavuşur da, bunun şükrünü yapmazsa, o nîmet elinden gider de o kimsenin haberi bile olmaz.”
İnsanın, önce kime ve niçin şükredeceğini bilmesi gerekir. Bütün mahlûklara her nîmeti, iyilikleri veren yalnız Allahü teâlâdır. Her şeyi yoktan var eden, var olmak nîmetini bahşeden ve her an varlıkta durduran, varlıkta durdurmakla yok olmaktan koruyan O'dur. Bütün kâmil ve iyi sıfatlar insana O'nun rahmeti ve acıması ile verildi. Hayatımız, ilmimiz, işitmemiz, görmemiz, bir çok şeye gücümüzün yetmesi velhasıl bütün insanî sıfatlarımız O'ndandır. Sayılmayan nîmetleri hep O vermektedir. İnsanları sıkıntıdan kurtaran, duâları kabûl eden, belâlardan koruyan hep O'dur. Öyle bir rızık vericidir ki, kullarının rızıklarını, günahlarından dolayı kesmiyor. Affı ve merhameti o kadar boldur ki, günah işleyenlerin yüz karalarını açığa çıkarmıyor. Hilmi, yumuşaklığı o kadar çoktur ki, kullarının cezâlarını vermekte acele etmiyor. Öyle bir ihsân sâhibidir ki, kerem ve ihsânlarını dost, düşman herkese saçıyor. Bütün nîmetlerinin en şereflisi, en kıymetlisi ve en üstünü olarak da, kullarına, beğendiği yol olan İslâm'ı gösteriyor. Yaratılmışların en şereflisi, en kıymetlisi olan ve bir hadis-i kudsîde; “Sen olmasaydın, sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım” buyurduğu Muhammed Mustafa'ya (sallallahü aleyhi ve sellem) uyarak, dünyâ ve âhıret saâdetine kavuşmayı emrediyor. O hâlde insan; Allahü teâlâya, verdiği bu nîmetlerden dolayı şükretmelidir.
Kul kime ve niçin şükredeceğini bildikten sonra nasıl şükredeceğini öğrenmelidir. İmâm-ı Rabbânî kuddise sirruh, Mektûbât’ının üçüncü cild 17. mektubunda buyuruyor ki: “İyilik yapana teşekkür edileceğini, herkes bilir. Bu insanlık icâbıdır. İyilik edenlere hürmet edilir. Nimet sâhipleri, büyük bilinir. O hâlde her nîmetin hakîkî sâhibi olan Allahü teâlâya şükretmek, insanlık icâbıdır. Aklın lüzum gösterdiği bir vazife, bir borçtur. Fakat, Allahü teâlâ, her ayıb ve kusurdan uzak; insanlar ise ayıb kirlerine ve noksanlık lekelerine bulaşmış olduklarından O'nunla hiç münâsebetleri, ilişkileri yoktur. O'nu nasıl büyük bileceklerini, nasıl şükredeceklerini anlayamazlar. O'na karşı söylenmesini güzel sandıkları şeyler O'na çirkin gelebilir. O'nu büyültmek, hürmet etmek sandıkları, hakâret ve küçültmek olabilir. O'na hürmet ve şükür şekilleri, yine O'ndan bildirilmedikçe, O'na lâyık olacağına güvenilemez ve O'nun kabûl edeceği bir ibâdet olamaz. O'na belki hakâret olur. İşte O'nun tarafından bildirilen, tâzim, hürmet ve şükür şekli, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) bildirdikleri dinlerdir. O'na kalb ile yapılacak hürmetler, dinde bildirilmiş; dil ile yapılacak şükürler orada gösterilmiştir. Her uzvun yapacağı işleri açık ve geniş olarak beyân buyurmuşlardır. O hâlde, Allahü teâlâya inanmak; kalbin ve bedenin yapması ile şükretmek, ancak dîne uymakla mümkündür. Allahü teâlâya, dînin dışında yapılacak hürmete ve ibâdete güvenilemez. Böyle olunca sevâb sanılan aksine günah olur.” Bunlardan da anlaşılıyor ki, kulun Allahü teâlâya nasıl şükredeceğini dinden öğrenmesi ve dînin emrettiği şekilde yapması insanlık icâbıdır. Akıl da bunu emreder. Allahü teâlâya, O'nun dînine muhalif olarak şükredilemez.
ŞükürAllahü teâlânın verdiği nîmetleri, O'nun emrettiği gibi kullanmaktır. Beden nîmetinin şükrü, bedendeki her uzvun, Allahü teâlânın beğendiği, dîninde bildirdiği işleri yapmakla olabilir. Buna göre; malın şükrü, onu helâl olan yerlere harcamak, zekâtını vermek hayırlara vesîle etmektir. Gözün şükrü, helâle bakmak; kulağın şükrü, haramı dinlememektir. Elin şükrü, helâli tutmak, helâle vermek; ayağın şükrü ise haram yerlere gitmemek, haram işlere alet olmamaktır. Rütbe ve mevkinin şükrü, o mevki ve rütbeyi İslâmiyete ve insanlara hizmete vesîle etmek, kimseye zulmetmemek, adâletle hükmetmek, zayıfı kollamaktır. Yâni bütün nîmetlere şükrün özü, kul olmaktır. (Kul olduğunu bilip, kula yakışacak olanı yapmaktır.)
İslâm âlimleri şükür için; “Nimet sâhibinin nîmetlerini îtirâf etmektir” dediler. Bâzıları ise; “Şükür, ihsânını anıp, ihsân sâhibini senâ etmektir” buyurmuşlardır. Bu durumda kulun Allahü teâlâ için şükrü, Allahü teâlânın kendisine olan ihsânını, nîmetlerini hatırlayıp; övmek, yüceltmektir. Nimeti Allahü teâlâdan görmek, kendini şükürden âciz bilmek, şükürdür. Allahü teâlânın nîmetlerini dile getirmek şükürdür. Nitekim Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allahü teâlâya şükretmiş olmaz. Aza şükretmeyen, çoğa şükredemez” buyurmuşlardır. Allahü teâlânın nîmetlerini dile almamız şükür, hiç bahsetmememiz ise küfran-ı nîmettir.
Nimeti, Allahü teâlânın sevdiği ve istediği işe sarf edince şükrü yapılmış olur. Şükrün îmânla alakası vardır. “Şükür, îmânın yarısıdır” buyrulmuştur. Hadîs-i şerîflerde; “Yemek yiyip, şükredenin derecesi, oruç tutup sabredenin derecesi gibidir” ve “Kıyâmet günü şükredenler ayağa kalksın denir. Allahü teâlâya şükredenlerden başkası kalkamaz.” buyruldu.
Dâvûd aleyhisselâm Allahü teâlâya; “Yâ Rabbî! Âdem aleyhisselâma sayısız ikrâm ve nîmetlerde bulundun. O sana nasıl şükretti” diye münâcâtta bulununca, Allahü teâlâ; “Ey Dâvûd! Âdem, bütün bu ikrâmların benim tarafımdan olduğunu bildi. Bu bilmesini, onun şükrü olarak kabûl ettim” buyurdu.
Hucvîrî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: Şüphesiz, Allahü teâlâ nîmete şükredilmesini emretmiş, nîmetin artması için şükrü sebep kılmıştır. Kendisine olan yakınlığın artması için de fakirliğe sabredilmesini emretmiştir. Nitekim Kur'ân-ı kerîmde; “Nimetlerimin kıymetini bilir, emrettiğim gibi kullanırsanız, onları arttırırım. Kıymetlerini bilmez bunları beğenmezseniz, elinizden alır, şiddetli azâb ederim” buyrulmaktadır. (İbrâhim sûresi: 7)
Hasen-i Basrî (rahmetullahi aleyhResûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu anlattı: Allahü teâlâ bir kula büyük veya küçük bir nîmet verince; (Allah'a hamd olsun) derse, ona verdiğinden daha fazîletlisini verir.” Bakara sûresi 153. âyet-i kerîmesinde de meâlen; “Ey îmân edenler! Sabırla ve namazla Allah'tan yardım isteyin. Muhakkak ki Allahü teâlânın yardımı sabredenlerle beraberdir.” buyruldu.
Ebü'l-Leys-i Semerkandî (rahmetullahi aleyh) buyuruyor ki: “Hamd ve şükür, hem evvel hem sonra gelen zâtların ibâdetidir. Ayrıca meleklerin ve peygamberlerin de (aleyhimüsselâm) ibâdetidir. Yer ehlinin olduğu gibi, Cennet ehlinin de ibâdeti hamd ve şükürdür.”
Ehl-i sünnet âlimleri şu üç nîmete her zaman şükretmişlerdir. 1- Allahü teâlâ mahlûkâtı bin sınıf olarak yarattı. Bunlar arasında en çok Âdemoğluna ikrâmda bulundu. Bizi de Âdemoğlundan eyledi. 2- Dinlerin en fazîletlisi olarak İslâm'ı seçti, beğendi. Bizleri de müslüman eyledi. 3- Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetini, ümmetlerin en fazîletlisi kıldı. Bizi de Muhammed aleyhisselâmın ümmeti olmakla şereflendirdi.
Resûl-i ekrem efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem“Kıyâmet günü hamdedenler kalksın diye bir münâdî seslenir. Bunun üzerine bir zümre kalkar. Onlar için bir bayrak dikilir ve bayrak altında Cennet’e girerler.” buyurdu. “Hamd edenler kimlerdir?” suâline ise; “Darlıkta ve genişlikte şükredenlerdir.” cevâbını verdi.
Eskiler birbirlerine her karşılaştıklarında; “Nasılsın” diye sorarlardı. Onların bundan maksadı; “Elhamdülillah, iyiyim” cevâbını alarak, birbirlerinin Allahü teâlâya şükretmesine sebep olmaktı. Böylece, hem şükrettiren hem de şükreden sevâba kavuşurdu. Durumundan suâl edilen herkes ya şükreder, ya şikâyette bulunur, veya susar. Şükür, itâat; şikâyet ise mâsiyettir. Şikâyet, din erbabından olursa çirkin bir mâsiyettir. Her şeyin sâhibi ve yaratanı olan Allahü teâlâyı âciz bir kula şikâyet nasıl çirkin olmasın? İnsana yakışan, şâyet uğradığı musîbete dayanamıyorsa, buna olan aczini yine O'na arzetmesidir. Çünkü derdi veren O olduğu gibi, dermânı da yine O verecektir. Aynı zamanda kulun Mevlâsına zillet göstermesi, izzettir; başkasına şikâyeti ise zillettir. Kendisi gibi zelîl bir kula, Allahü teâlâyı şikâyet etmeyi hiç bir selim akıl kabûl etmez.
Şöyle anlatılır; Birinin dostu zamanın pâdişahı tarafından hapsedildi. Hapsedilen adam bunu dostuna haber verince, dostu, gönderdiği bir mektupla Allahü teâlâya şükretmesini söyledi. Hapsedilen adam dövülmeye başlayınca tekrar durumu dostuna haber verdi. Dostu tekrar, Allahü teâlâya şükret diye tavsiye etti. Bir müddet sonra hapse, ishal olmuş, ayağı zincire vurulmuş bir hıristiyan getirildi. Ayağındaki zincirin bir ucu da o adamın ayağına bağlanmıştı. Hıristiyanın her helâya gidişinde o da peşinden gitmek mecbûriyetinde kalıyordu. Bu durumu da dostuna bildirip yine şükret tavsiyesini alınca dayanamayıp dostuna; “Ben belânın en büyüğüne çatmışım, sen hâlâ şükret diye tavsiyede bulunuyorsun” şeklinde sitem dolu bir haber gönderdi. Dostu; “Hıristiyanın ayağına vurulan zincir, senin ayağına vurulsa, onun beline dolanan zünnar senin beline sarılsa, o zaman ne yapardın?” diye cevap verdi. Allahü teâlâ beterinden saklasın diyerek başa gelen dert ve musîbetlere şükretmek lâzımdır. Çünkü, Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde, şükretmeyenlere azâb edeceğini bildirmekte ve meâlen; “Şükrederseniz elbette size nîmetimi arttırırım. Eğer nankörlük ederseniz azâbım çok şiddetlidir” buyurmaktadır. (İbrâhim sûresi: 7) Maazallah verilen nîmete şükretmeyen kimsenin, son nefeste îmânsız gitmesinden korkulur.
Âdemoğlundan hiç biri ibâdeti ile Cennet’e giremeyecek; hiç kimse ihlâsı, zühdü ve takvâsı ile sonsuz âhıret saâdetine kavuşamayacaktır. Bütün ömrünü ibâdet ile geçiren bir insan, tek bir uzvunun kendisine ihsân edilmesine karşılık olan şükrü yapmış olamaz. Kul, îtikâdını Ehl-i sünnet ve cemâat yolu üzere düzeltmeli, ibâdetini aksatmamalı, şükretmeli ve duâ ile af ve mağfiret dilemelidir. Bütün bunlardan sonra da korku ve ümîd üzere bulunmalıdır. Nitekim Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîflerinde şöyle anlatmışlardır; “Benî İsrâil'de çok ibâdet eden biri vardı. Deniz ortasında bir adada yaşayan bu adam beşyüz yıl ibâdet etmişti. Allahü teâlâ ona tatlı su çıkarmış, bir de nar ağacı yaratmıştı. Her gün nar verirdi. Allahü teâlâ, duâsı üzerine âbidin rûhunu secdede iken aldı. Şimdi hâlâ secde hâlindedir.
Kıyâmet günü, bu âbid diriltilir. Allahü teâlânın ihsânı ile mi, yoksa beşyüz yıllık makbûl ameliyle mi Cennet’e girmek istediği sorulur. Âbid; “Ben, amelimle Cennet’e girmek isterim” der. Melekler, beşyüz yıllık kabûl olmuş amelini hesap ederler. Bu kadar amelin, sâdece bir gözün şükrünü bile edâ edemediği meydana çıkar. Melekler, cenâb-ı Hakk'ın emriyle onu Cehennem’e götürürler. O zaman âbid der ki; “Yâ Rabbî! Beni fadlın ve ihsânınla Cennet’e koy.”Allahü teâlâ; “Ey kulum! Seni kim yarattı?” buyurunca, “Sen yarattın, yâ Rabbî!” der. “Senin yaratılışın, kendin tarafından mı, yoksa benim ihsânım ve rahmetimle mi oldu?” buyurur. “Senin rahmetinle oldu, yâ Rabbî!” der. “Seni bir adaya indirdim. Orada sana tatlı su yarattım. Senede bir defâ meyve veren ağaçtan her gün nar bitirdim. Sonra rûhunu secdede iken almamı istedin, öyle yaptım. Bütün bunları senin için kim yaptı?” buyurur. “Sen yaptın, yâ Rabbî!” der. O zaman Allahü teâlâ; “Benim rahmetim ve fadlım ile Cennet’e gir” buyurur.”
Şükrün de; ilim, hâl ve amel ile yapılan üç şekli vardır. Bunlar bilinmeyince şükrün hakîkati anlaşılamaz.
1- İlimle olan şükür: Şükrün ilmi; nîmeti Allahü teâlâdan bilmektir. Kul; mahsûlü topraktan, yağmuru buluttan, sıhhatini kendine iyi bakmasından bilirse, bu hâl şükür değildir.
2- Hâl ile olan şükür: Allahü teâlâ bir nîmet verince, o nîmete nîmet sâhibinden dolayı sevinmek, şükretmektir. Bu nîmete, nîmet sâhibi sebebi ile değil de, nîmet olduğu için sevinenin yaptığı şükür, bir nevi şükür ise de makbûl değildir.
3- Amelî olan şükür: Kalb, dil ve beden ile olur. Kalbin şükrü, hürmeti muhâfaza hâlini devam ettirmekle beraber, Allahü teâlânın tecellîlerini temâşa ve şühûd yaygısı üzerine îtikâfta bulunmak sûretiyle olur. Aynı zamanda kalb ile şükür, herkes için iyilik istemek, kimseye hased etmemektir. Dil ile olan şükür, insanın kulluk tevâzûu içinde nâil olduğu nîmeti îtirâf etmesi, sâhibine memnuniyetini izhâr etmesi yâni elhamdülillah demesi ile olur. Beden ile olan şükür ise; bütün âzâların Allahü teâlâ tarafından yaratılmış olduğunu bilmek ve yaratılış gâyesine uygun işlerde kullanmaktır.
Bir kişi Ubeydullah-i Ahrâr hazretlerine gönderdiği bir mektupta; “Biz bulursak şükreder, bulamazsak sabrederiz” diye yazdı. Buna Ubeydullah-i Ahrar hazretlerinin cevâbı şu oldu: “Sizin o yaptığınızı Horasan'ın köpekleri de yapıyor. Biz; bulursak dağıtıyor, bulamazsak şükrediyoruz.” Şiir:
Vücûdumun her zerresi, gelse de dile,
Şükrünün binde birini yapamaz bile.
Hazret-i, Nûh, 950 sene gibi çok uzun bir müddet, kavmini hak dîne dâvet etti. Onlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı, nasîhatte bulundu. Yâni Emr-i mâruf ve nehy-i münker yaptı. Bu da onun bâriz husûsiyetlerinden idi. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında, Emr-i mâruf, nehy-i münker ve nasîhatte bulunmak hakkında verilen bilgi özetle şöyledir:


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


1- Kendinden önceki dîni neshedip yeni bir din getiren resûllerdendir. “Hazret-i Âdem de resûl idi. Fakat kendinden evvel herhangi bir din hattâ insan olmadığı için, onun dîni herhangi bir dîni neshetmiş değildir.” 2- Hak dîne dâvet ettiği için kavmi tarafından ezâ ve cefâ gören ilk peygamberdir. 3- Ömrü çok uzun idi. O kadar yaşına ve pek çok eziyet ve cefâ görmüş olmasına rağmen kuvvetinden bir şey kaybetmemiş, dişi dökülmemiş ve saçları ağarmamış idi. 4- O zamanda yeryüzünde bulunan bütün kâfirler onun duâsı sebebiyle helâk oldu. 5- Kavmini hak dîne dâvet için, 950 sene çok ısrârlı bir şekilde, gizli ve âşikâre olarak, gece-gündüz çalıştı, gayret etti. Kavmi ise ona devamlı eziyet ettiler. 6- Mîsak ve vahiyde, Peygamber efendimizden sonra ikinci derecede kılındı. Nitekim, Ahzâb sûresinin 7. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “...Husûsen bu ahd aldıklarımız içinde meşhûr ve ülü’l-azm olanları sen, Nûh, İbrâhim, Mûsâ ve Îsâ bin Meryem (aleyhimüsselâm). Biz bunlardan sağlam, yemînli, te’kidli bir ahd, söz aldık.” Nisâ sûresinin 163. âyet-i kerîmesinde de meâlen; “Ey Resûlüm! Nûh'a (aleyhisselâmve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik...” buyuruldu. 7- Allahü teâlâ ona gemi yapma ilmini ve san’atını verdi. Gemiyi suda yürütme imkanı verdi. 8- Yine Allahü teâlâ Nûh'u aleyhisselâm“Çok şükredici bir kul” olarak isimlendirdi. Ona tûfandan kurtuluş verdi ve bereketle ikrâmda bulundu.
Muhammed bin Kâ'b el-Kurazi (rahmetullahi aleyh); “Hûd sûresinin 48. âyet-i kerîmesindeki bereket ve selâmın içerisine kıyâmete kadar erkek ve kadın bütün mü’minler girmektedir. Onun zürriyeti devamlı kılındı” buyurmuştur. 9- Kıyâmet gününde Peygamber efendimizden sonra, kabrinden ilk kalkacak olan odur. 10- Devamlı olarak kavmini îmâna dâvet ederdi. Bununla beraber ibâdetten hiç geri durmaz, her gün yediyüz rekat namaz kılardı. Kur’an-ı kerîmde İsrâ sûresinin 3. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ey Nûh ile beraber gemiye yüklediğimiz kimselerin zürriyeti! Doğrusu Nûh çok şükredici bir kul idi” buyruldu.
“Tefsîr-i Mazharî” de bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde İbn-i Merdeveyh'in (rahmetullahi aleyh), Ebû Fâtıma'dan (rahmetullahi aleyh) bildirdiği bir hadîs-i şerîfte Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Nûh aleyhisselâm, “Bismillâh” ve “Elhamdülillah” demeden, büyük olsun, küçük olsun herhangi bir iş yapmazdı. Bu sebeple Allahü teâlâ, onu; “Çok şükredici bir kul” olarak isimlendirdi.”
 İbn-i Cerîr ve Taberânî (rahmetullahi aleyhima) Sa'd bin Mes’ûd es-Sekafî'den (radıyallahü anh) şöyle rivâyet etmişlerdir: “Nûh aleyhisselâm bir şey yeyip içtiği veya bir elbise giydiğinde hep Allahü teâlâya hamdederdi. Bunun için; “Çok şükredici bir kul” olarak zikredilmiştir.
Âyet-i kerîmede, Allahü teâlâya şükretmeye teşvik vardır. Yâni siz, Hazret-i Nûh'a inanan kimselersiniz. Onun ve gemide onunla beraber taşınanların zürriyetisiniz. O hâlde siz de onlar gibi olunuz demektir.
Hazret-i Nûh her hâliyle Allahü teâlâya şükreden bir zât idi. Allahü teâlânın ihsân ettiği nîmetlere şükreder, hayrı ancak Allahü teâlâdan bilirdi.
Katâde (radıyallahü anh) buyurdu ki: “Nûh (aleyhisselâm) bir elbise giyse “Bismillâh”, onu çıkardığında ise, “Elhamdülillah” derdi.”
“Tefsîr-i Kurtubi”de büyük âlimlerden nakledilerek; “Nûh (aleyhisselâm) bir şey yerken “Bismillâh”, yedikten sonra ise “Elhamdülillah” derdi.” buyrulmaktadır.
İmrân bin Süleym’den (rahmetullahi aleyh) şöyle rivâyet edilmiştir; “Hazret-i Nûh'a “Çok şükredici bir kul” buyrulmasının sebebi şudur: O yemek yeyince; “Beni doyuran Allahü teâlâya hamdolsun. Dileseydi beni aç bırakırdı” derdi. Bir şey içtiğinde; “Bana su veren Allahü teâlâya hamdolsun. Dileseydi beni susuz bırakırdı” derdi. Bir şey giydiğinde; “Beni giydiren Allahü teâlâya hamdolsun. Dileseydi beni çıplak bırakırdı” derdi. Ayakkabısını giydiğinde; “Bana ayakkabıyı giydiren Allahü teâlâya hamdolsun. Dileseydi beni yalın ayak bırakırdı” derdi.
“Mir’ât-ı kâinat”ta diyor ki; “Hazret-i Nûh, devamlı sûrette Allahü teâlâya hamdeder, çok şükrederdi. Büyük abdest bozduğunda; “Bana eziyet veren şeyi benden çıkaran Allahü teâlâya hamdederim. O, çıkmamasını dileseydi, eziyet veren şey benden çıkmazdı” derdi. İftar edeceği zaman, elinde bulunan yiyeceği mü’minlerden ihtiyâcı olan varsa ona verir, kendisi açlığa sabrederdi.”
Nûh aleyhisselâmın en büyük husûsiyetlerinden olan şükür hakkında Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında verilen bilgi özetle şöyledir:


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget