Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Ümmet arasında sâlih mü’minlerden meydana gelen âdet dışı şeylere denir. Firâset; lügatte, bakmak, sezmek istidlâl etmek ve içe doğmak mânâlarına gelir. Ayrıca, “Rûhun ilâhî bir kuvvetle, düşünme ve tefekküre yer vermeden, gaybî sırları bilip, anlaması, sezmesidir” şeklinde de târif edilebilir. Böylece; îtikâdı doğru, işleri, Allahü teâlânın emrine ve Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) sünnetine uygun, haram, mekruh ve şüphelilerden sakınan sâlih kimselerin; bilgi, delil ve tecrübelerle elde ettiği yüksek meziyetleri sâyesinde, insanların hâllerini çabuk kavrayıp isâbetli karar vermesi firâset olarak bilinmektedir. Bu hâle sâhip olana ise firâset sâhibi denmektedir. Firâset sâhibi; te’vil, zan ve tahmine kaçmadan, ilk bakışta, karşıdakinin niyetine göre maksadı isâbet ettiren yâni hemen anlayandır.
Firâset, sâlih müslümanda bulunan üstün bir meziyettir. Nitekim Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem“Mü’minin firasetinden korkunuz (sakınınız). Çünkü o, Allahü teâlânın nûru ile bakar” (görür) buyurdukları meşhûrdur.
Firaset sâhibi olabilmenin ilk şartı, doğru bir îmân sâhibi yâni Ehl-i sünnet vel-cemaat îtikâdında olmaktır. Sonra da İslâmiyetin emirlerini yapıp, haramlardan sakınmak, İslâmiyetin beğenmediği kötü işlerden uzak durmaktır. Bütün bunlara kavuşabilmek için, kalbin her an Allahü teâlâyı anmakla meşgûl olması, bütün âzâların sevgili Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) sünnetine tam uyması, hep helâl lokma yemesi gerekmektedir.
Bir kimse zâhirîni güzel ahlâk ile süsleyince ve her an Allahü teâlâyı zikrederek, kalbinden bütün kötü his ve düşünceleri ve dünyâ sevgisini çıkarınca, ilâhi sırlar kalbine dolar. Böylece o kalbin sâhibi olan kimse, bu sırları anlar ve onlardan haberdâr olur. İnsanın kalbi, kötülüklerden temizlenip böyle parlayınca, başka gönüllerde saklı olan şeyleri de keşfedebilir. Sâlih müslümanlara verilen bu haslet, Allahü teâlânın bir lütfu ve ihsânıdır. Firâset, îmânın kuvveti nispetinde hâsıl olur. Îmânı kuvvetli olan kimsenin firâseti de keskindir.
Vâsıtî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Firaset, kalbde parıldayan nûrun ışığıdır, kalbde yerleşmiş bir mârifettir. Bu nûr ve mârifet sebebiyle gaybın sırları (insanların kalblerinde bulunan sırlar), başka kimsenin kalbinden, bakan kimsenin kalbine nakledilir. Böylece firâset sâhibi olan kimse, eşyâyı, Allahü teâlânın kendisine ihsân ettiği firâset nûru ile, göründüğü gibi değil; olduğu, gösterdiği şekilde görür. Onun için de insanların kalbinde bulunanları haber verir.”
Abdülhalık Goncdüvânî (rahmetullahi aleyh) beş vakit namazını Kâbe-i muazzamada kılar, tekrar Buhâra'ya dönerdi. Bir aşûre günü talebelerine ders veriyordu. Evliyâlık hâllerini anlatıyordu. Görünüşü müslüman kıyafetinde olan bir genç kapıdan girip, talebelerin arasına oturdu. Abdülhâlık hazretleri arada sırada o gence bakıyordu. Bir müddet onun sohbetini dinleyen genç; “Efendim! Hazret-i Peygamber; “Mü 'minin firâsetinden korkunuz. Çünkü o, Allah'ın nûru ile bakar” buyuruyor. Bu hadîs-i şerîfin sırrı nedir?” diye sordu. Abdülhalık Goncdüvânî hazretleri; “Sırrı şudur ki; belindeki zünnarını (hıristiyanların ibâdette bellerine bağladıkları ve ucunda haç asılı parmak kalınlığında yuvarlak ip) kesip çıkar ve müslüman olmakla şereflen!” buyurdu. Genç îtirâz edip; “Allahü teâlâya sığınırım, benim belimde zünnar mı var?” deyince, Abdülhalık (rahmetullahi aleyh) bir talebesine işâret etti. Talebe, o gencin üzerindeki hırkasını çıkarınca, belinde zünnar bağlı olduğu görüldü. Bu hâdise karşısında genç çok mahcub oldu. Ne yapacağını şaşırdı. Kalbinde İslâmiyete karşı bir sevgi meydana geldi. Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerine muhabbet, sevgi duymaya başladı. Böylece evliyânın, Allahü teâlânın nûruyla baktığının ne demek olduğunu çok iyi anladı. Kelime-i şehâdet getirip müslüman olmakla şereflendi. Sâdık talebelerinden oldu. Bunun üzerine Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri talebelerine dönerek buyurdu ki: “Ey dostlar! Gelin biz de ahde uyalım, zünnarımızı keselim. Îmân, edelim. Şöyle ki, bu genç maddî zünnarı kesti, biz de kalbe âit zünnarı keselim. O da, kibir ve gururdur. Bu genç, af dileyenlerden oldu; biz de affa mazhâr olalım” buyurdu. Dostlar arasında şaşılacak hâller göründü. Hazret-i Hâce’nin ayaklarına düştüler, tevbelerini yenilediler. Hep birlikte tevbe ettiler ve kalblerinin Allahü teâlâdan başka bir şeye bağlılıkları kalmadı.
Kettânî dedi ki: “Firâset, îmân makâmlarından bir makâm olup; yakîni keşfetmek ve gaybı gözle görmektir.”
Abdurrahmân es-Sülemî buyurdu ki: “Dedem Amr bin Necîd'den şöyle işittim: “Şâh Şücâ’ Kirmânî'nin çok isâbet eden keskin bir firâseti vardı. Şöyle derdi: “Harama bakmaktan gözünü muhâfaza edenin, kendini nefsinin arzularına kapılmaktan koruyanın, devamlı olarak murâkabede bulunanın, içini ve dışını sünnete tâbi olarak süsleyenin ve devamlı helâl lokma yiyenin firâseti şaşmaz.”
Ebû Sa'îd-i Harrâz anlatıyor: Mescid-i Haram'a girdim. Üzerinde iki hırka bulunan bir fakirin, halktan dilendiğini gördüm. İçimden; “Bunun gibisi de halka yük oluyor” dedim. Adam bana bakarak; “Dikkatli olunuz! Allahü teâlâ içinizden geçenleri bilir” dedi. Bunun üzerine derhal içimden istiğfâr ettim. Sonra o kimse bana; “Kullarının tevbesini kabûl eden O'dur” meâlindeki Şuarâ sûresinin 25. âyetini okudu.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Mûsâ aleyhisselâm, Mısır şehrinden çıkınca, Hazret-i Cebrâil'in, insan sûretinde bir at üzerinde gelerek, târif ettiği yola gidiyordu. Bu uzun yolculukta, Allahü teâlâ tarafından vazifelendirilen iki meleğin, insan şeklinde Hazret-i Mûsâ'ya yol arkadaşı oldukları da rivâyet edilmiştir.
Nihâyet, bir sabah vakti Medyen şehrine yaklaşan Hazret-i Mûsâ, uzakta Medyen kalesini gördü. Bir müddet kaleyi seyrettikten sonra, kale kapısının açıldığını, kaleden (Medyen şehrinden) sürülerle koyunların ve sığırların çıktığını gördü. Buradan çıkan sürüler, başlarında çobanlarıyla, Hazret-i Mûsâ'ya doğru geliyordu. Hazret-i Mûsâ'nın durduğu yerin yakınında bir kuyu vardı. Şehir halkı hayvanlarını hep o kuyudan suluyorlardı. Nihâyet insanlar kuyunun başına gelerek, sırayla davarlarını sulamaya başladılar. Hayvanlar, bir an evvel su içebilmek için, kuyuya üşüştüklerinden, görülmedik bir izdiham ve sıkışıklık meydana geliyordu. Kuyunun başına yaklaştıklarında, iki hanım, davarlarını sürüden çıkararak ayrıldılar, kenarda bir yere toplayıp, oturdular. Diğerlerinin, davarlarını sulayıp, işlerini bitirmelerini beklemeye başladılar. Hazret-i Mûsâ bulunduğu yerden, hayretle olanları seyrediyordu. Onların, diğerleri gibi sıraya girmemeleri, kuyuya yaklaşmamaları, dikkatini çekti. Bulunduğu yerden kalkıp kuyunun başına geldi. Onlara yaklaşarak, bu hâllerinin sebebini sordu. Bu husûsta Kasas sûresinin 23 ve 24. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Mûsâ (aleyhisselâm) Medyen kuyusuna ulaşınca, orada hayvanlarını sulamakta olan bir grup insan buldu. Onların gerisinde de iki kadın vardı ki, başkalarının koyunlarına karışmasınlar diye kendi koyunlarını ayırmaya, karışmalarını engellemeye çalışıyorlardı. (Mûsâ aleyhisselâm, kendisinde bulunan peygamberlik şefkâtinden ve merhametinden dolayı o iki kadına;) Sizin hâliniz nedir? (Niçin siz de onlarla birlikte davarlarınızı sulamıyorsunuz?) dedi. Onlar dediler ki: “Çobanlar hayvanlarını sulayıp gitmedikçe biz davarlarımızı sulayamayız. (Erkeklerle birlikte o izdihama, sıkışıklık ve kalabalığa da karışamayız. Biz, ancak onların artan sularıyla hayvanlarımızı sulayabiliriz. Bizim bir yardımcımız yoktur.) Babamız da çok yaşlı bir ihtiyâr olup, hayvanlarımızı sulamaya ve bize yardımcı olmaya mecâli yoktur.”
Mûsâ aleyhisselâmın konuştuğu bu iki hanım, Şu’ayb aleyhisselâmın Safûra ve Süfeyrâ adındaki kızları idi. “Târih-i Taberî” de bildirildiğine göre, bu kızlar Mûsâ aleyhisselâma, davarlarını sulamaktaki âcizliklerini, babalarının kendilerine yardımcı olamayacak kadar yaşlı ve halsiz bulunduğunu, kalabalıkta erkeklerin arasına, izdihama giremedikleri için hayvanlarını onlardan artan su ile suladıklarını, hattâ bâzan da su kalmadığı için içirecek su bulamadıklarını acıklı bir şekilde anlattılar. Mûsâ aleyhisselâmın onlara olan, şefkât ve merhameti daha da ziyâdeleşti. “Peki buralarda, başka bir kuyu yok mudur?” diye sordu. Onlar; “Bir kuyu daha vardır. Fakat, ağzında büyük bir kaya bulunmaktadır. O kayayı on kişi zor kaldırır” diye cevap verdiler. Hazret-i Mûsâ; “O kuyuyu bana gösterir misiniz? Sizin koyunlarınızı sulamak istiyorum. Zirâ bu hâle çok üzüldüm” dedi. Onlar hayretle; “O kocaman kayayı, kuyunun ağzından nasıl kaldıracaksınız?” deyince, Hazret-i Mûsâ; “Hak teâlânın yardımı olursa kaldırabilirim” dedi. Hemen onu kuyunun başına götürdüler. Hazret-i Mûsâ, mübârek elini taşın altına sokup; “Bismillâhil-kaviyyi” diyerek taşı zorladı. Allahü teâlânın izni ile, bir mûcize olarak, on kişinin güçlükle yerinden oynatabildiği o kayayı yalnız başına kaldırmıştı. Sonra onlardan ip ve kova istedi. Kızlar, ip ile kovayı getirip verdiler. Hazret-i Mûsâ kuyudan su çekip koyunları suladı. Kızlar, hayretle birbirlerine bakışıp; “Ne kadar şefkâtli, merhametli ve kuvvetli bir yiğit. Şimdiye kadar hiç kimse bu şekilde yardım etmemişti” dediler.
Başka bir rivâyette de şöyle denilmiştir: Herkesin hayvanlarını sulamak üzere kuyuya yanaştığını gören Mûsâ aleyhisselâm, iki kızın geride beklediklerini farketti. Onlara acıyıp, kuyunun başında bulunan çobanlara; “Bu zavallıları niçin bekletiyorsunuz? Koyunlarını sulayıverin gitsinler” dedi. Çobanlar; “Kolaysa gel kendin yap” dercesine kovayı ona bırakıp bir kenara çekilerek beklemeye başladılar. Hazret-i Mûsâ, on kişinin kuyudan zorlukla çekebildiği kovayı yalnız başına çekmeye başladı. Üstelik sekiz gündür aç idi. Buna rağmen kovayı çekmiş ve o kızların koyunlarını sulamıştı. Çobanlar da bunu hayretle seyretmişlerdi.
Koyunlar sulandıktan sonra, o iki kız Hazret-i Mûsâ'ya teşekkür edip gittiler. Hazret-i Mûsâ da bir gölgeye çekilip oturdu. Sekiz gün devamlı yol yürümekle, mübârek ayaklarının derisi soyulmuş, hiç bir şey yemediği için, çok bunalıp, zayıf düşmüştü. Açlık ve yorgunluğu son haddinde idi. Bu husûsta Kasas sûresinin 24. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Mûsâ (aleyhisselâm) onların koyunlarını sulayıverdi. Sonra da bir ağacın gölgesine çekildi ve; “Yâ Rabbî! Doğrusu ben, bana hayırdan ne indirirsen (yiyecek olarak ne ihsân edersen), ona muhtacım. (Karnım çok acıktı) dedi.”
Diğer taraftan, kuyunun başında rastladıkları bu iyilik sever insan tarafından, koyunları kısa zamanda ve istedikleri gibi sulanan o iki kız sevinçle evlerine döndüler. Babaları Şu’ayb aleyhisselâm, bütün koyunlar, suya kanmış olarak onların kısa zamanda dönmelerine hayret etti. “Size ne oldu ki bu gün tez geldiniz. Size kim şefkât ve yardım eyledi de koyunları çabucak sulayıverdiniz. Çünkü bu kavimden hiç kimse böyle bir yardımda bulunmazdı. Siz şimdi akşama kadar dinlenin...” dedi. Kızlar; “Orada sâlih bir kimse bulduk. Biz, su kalmayacak endişesiyle diğer insanların koyunlarının sulanmasını beklerken, o sâlih kimse bizim hâlimize acıdı. Koyunlarımızı sulayıverdi. Onun için biz, sevinçle çabucak döndük” diyerek, başlarından geçen hâdiseyi anlattılar. Şu’ayb aleyhisselâm bunları dinleyince, kızlarından Safûra'ya; “Git onu bana çağır!” buyurdu. Safûra, edeb ve hayâsından, utana-sıkıla Hazret-i Mûsâ'nın yanına geldi.
Nitekim, Kasas sûresinin 25. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “O iki kadından biri hayâ ile, utanarak Mûsâ'nın (aleyhisselâm) yanına gelerek; “Babam, kuyudan su çekerek koyunlarımızı sulayıvermenizin ücretini vermek üzere sizi çağırıyor” dedi.”
Bunun üzerine Mûsâ aleyhisselâm kalktı ve Şu’ayb aleyhisselâmın evine gittiler. Şu’ayb aleyhisselâm; Mûsâ'ya (aleyhisselâm), kim olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini hâl ve hatırını sordu. O da; “Ben, Benî İsrâil'den yâni Ya’kûb aleyhisselâmın neslinden İmrân oğlu Mûsâ'yım” diyerek başından geçenleri anlattı ve Fir’avn’ın şerrinden emîn olmak için, buralara kadar geldiğini bildirdi. Şu’ayb (aleyhisselâm) da, bulundukları beldenin Fir’avn’ın saltanatına girmediğini, şerrinden kurtulup emîn olduğunu, bu sebeple artık endişelenmemesini söyledi. Bu husûsta, Kasas sûresinin 25. âyetinin devamında meâlen buyruldu ki: “...Mûsâ (aleyhisselâm) Şu’ayb'a gelip, (Fir’avn ile aralarındaki) kıssayı anlatınca, Şu’ayb (aleyhisselâm); “Korkma (endişe etme)! Zalim kavmin (Fir’avn’ın ve adamlarının) şerrinden kurtuldun dedi.”
Rivâyete göre, Mûsâ aleyhisselâm geldiğinde, Hazret-i Şu’ayb ona yemek ikrâm etti. Mûsâ (aleyhisselâm), sofraya oturmakta tereddüt edince, Hazret-i Şu’ayb; “Niçin yemiyorsun?” diye sordu. O da; “Biz öyle bir hâne halkındanız ki, bütün dünyâyı verseler, bir âhıret ameli ile değişmeyiz. Çocuklarınıza, karşılığında yemek vermeniz için değil, Allah rızâsı için yardımda bulundum” dedi. Şu’ayb aleyhisselâm onun bu hassasiyetine memnun olup; “Bu ikrâm ettiğimiz yemek, yardımınızın karşılığı değildir. Evimize gelene yemek yedirmek bizim ve atalarımızın âdetidir. Hem bir kimse bir hayır işlediğinde ona bir şey ikrâm edilse veya hediye olunsa onu alması iyidir” dedi. Bunun üzerine Hazret-i Mûsâ yemek yedi ve istirâhata çekildi. Çünkü pek yorgundu.
Mûsâ aleyhisselâm istirâhat ederken, Şu’ayb aleyhisselâmın kızı Safûrâ, babasına, bu gelen zâtı, koyunları otlatmak üzere, ücretle tutmasını ricâ etti. Nitekim bu husûsta Kasas sûresinin 26. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “O iki kadından biri (olan Safûrâ babası Şu’ayb aleyhisselâma) dedi ki: “Babacığım! Koyunlarımızı otlatmak için onu ücretle tut. O, ücretle tuttuğun kimselerin en hayırlısıdır. Kuvvetlidir, emîndir.”
Rivâyet edildiğine göre; hazret-i Şu’ayb'a kızı böyle bir teklifte bulununca; “Kuyunun ağzında bulunan on kişinin (başka bir rivâyette kırk kişinin) kaldıramayacağı taşı kaldırdığını görmekle, güçlü, kuvvetli olduğunu anladın. Bu tamam da, emîn, güvenilir olduğunu nereden biliyorsun?” diye sordu. O da; kuyunun yanındaki konuşmalarını, koyunlarını sulaması esnâsında kafasını kaldırıp da yüzlerine bakmadığını, ayrıca yolda gelirken, kendisini geriden yürüttüğünü anlattı. Bunları dinleyen Şu’ayb aleyhisselâmın, Hazret-i Mûsâ'ya olan rağbeti, meyli ve yakınlığı daha da arttı.
“Arâis-ül-mecâlis” kitabında bildirilen bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Firâset (doğruluk ve ileri görüşlülük) bakımından kadınların en doğrusu ikidir. İkisi de Mûsâ (aleyhisselâm) hakkında firâsette bulunup isâbet etmişlerdir. Biri, Fir’avn’ın hanımı (Âsiye) olup (Mûsâ aleyhisselâm, sandık içinde onların sarayına geldiğinde onu alıp Fir’avn'a götürmüş ve;) “Bu çocuk, benim, senin göz nûrumuz, göz aydınlığımız olsun. Onu öldürmeyin...” demişti. (Firaset sâhibi olan iki kadından) diğeri ise Şu’ayb'ın (aleyhisselâm) kızıdır ki, o da; “Babacığım! Koyunlarımızı otlatmak için onu ücretle tut. O, ücretle tuttuğun kimselerin en hayırlısıdır. O kuvvetlidir, emîndir” demişti.”


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Fir’avn’ın, Hazret-i Mûsâ'yı yakalamaları ve katletmeleri şeklinde askerlerine emir verdiğini öğrenen bir kimse, koşa koşa ve en kestirme yollardan geçerek Mûsâ aleyhisselâmın yanına geldi. Durumu haber verdi ve; “Seni yakalayıp katledecekler. Derhal buradan uzaklaş! Ben sana nasîhat ediyorum...” dedi. Rivâyete göre bu haberi veren Fir’avn’ın amcasının oğlu olup yakın akrabâsından mü’min bir zât idi. İbrâhim aleyhisselâmın dîni üzere ibâdet ederdi ve kavminden îmânını gizlerdi. Mûsâ aleyhisselâma peygamberliğinin bildirilmesinden sonrada, ona ilk inanan kişi bu Hazkîl oldu. Hazkîl'in ismi başka şekillerde de bildirilmiştir.
“Arâis-ül-mecalis” adlı eserde bildirilen bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Ümmetlerin sâbıkları, önde gelenleri üçtür. Bunlar, Allahü teâlâya bir an îmânsızlık etmediler. Fir’avn’ın âilesinden mü’min olan Hazkîl, Habîb-i Neccâr ve Muhammed (sallallahü aleyhi vesellem)in ehl-i beytinden Ali bin Ebî Tâlib. En üstünleri de budur. (Yâni Ali (radıyallahü anh)dır.”)
Bu zâtın koşarak gelip, Mûsâ aleyhisselâma durumu haber vermesi, onun da endişe içerisinde şehirden çıkarak ayrılması ve Allahü teâlâya münâcâtta bulunması, sonra Medyen'e gitmesi, Kasas sûresinin 20, 21 ve 22. âyet-i kerîmelerinde meâlen şöyle bildirilmektedir: “O beldenin uzak tarafından bir adam, koşarak gelip, dedi ki; “Yâ Mûsâ! Şehrin ileri gelenleri senin hakkında müzakere yapıyorlar. (Dün ölen kıptî’ye kısas olarak) seni öldürecekler. Hemen bu şehirden çık, git! Muhakkak ki ben, senin iyiliğini isteyenlerdenim.”
Bunun üzerine Mûsâ (aleyhisselâm yolda yakalanmak ve herhangi bir taarruza uğramak tehlikesine karşı) endişe içinde ve etrâfını gözetleyerek, hemen şehirden dışarı çıktı ve Allahü teâlâya; “Yâ Rabbî! Bana bu zâlim kavimden kurtuluş ihsân eyle! (Veya beni onlarla karşılaşmaktan, onların beni yakalamalarından muhâfaza eyle!) diye münâcâtta bulundu. (Allahü teâlâ da, onun duâ ve münâcâtını kabûl buyurup, onu muhâfaza etti. Mûsâ aleyhisselâm böylece tam bir selâmet içinde Medyen şehrine doğru yürümeye başladı.)
Vaktâ ki, Mûsâ (aleyhisselâm) Medyen tarafına doğru yönelince; “Ümîd ederim ki, Rabbim beni doğru yola sevkeder (de Medyen'e giderim) dedi.”
Rivâyet edilir ki: Hazret-i Mûsâ o şehirden çıktığında, ne tarafa gideceğini bilmiyordu. Zirâ, daha önce herhangi bir yere seyahat etmemişti. Bu sebeple, şehirden çıktığında tam bir hayret içinde idi. Yol arkadaşı olmadığı gibi zâhiresi (yiyecek maddesi) de yoktu. Herhangi bir gizli yol bilmediğinden, bilinen, görünen ana yolu tâkib ederek yürüyüp gitti. Fir’avn’ın adamları ise, îdâm edilmek için aranan bir kimsenin, meydanda, ortada, ana yolda bulunmasına ihtimâl bile vermediklerinden ana yola hiç bakmadılar. Onu devamlı gizli, sarp ve tâlî yollarda aradılar. Hazret-i Mûsâ ise, rahatça yoluna devam etti.
Denildi ki, Cebrâil aleyhisselâm ona gelip, Şu’ayb aleyhisselâmın bulunduğu beldenin yolunu gösterip; “Medyen'e git!” dedi.
Sa’îd bin Cübeyr'in (rahmetullahi aleyh), İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anh) rivâyet ettiğine göre; Mûsâ aleyhisselâm, Mısır'dan çıkıp, Medyen'e doğru yol aldı. Aradaki yol, sekiz günlük mesâfe idi. Kûfe ile Basra arası kadar mesâfedir.
Kasas sûresinin 21. âyet-i kerîmesinde bildirildiğine göre, Mûsâ aleyhisselâm, Mısır şehrinden çıkınca, elinde kazara ölen Kıptî için kendisine kısas yapılmasını, onun da katledilmesini isteyenler hakkında Allahü teâlâya münâcâtında; “…Bana bu zâlim kavimden kurtuluş ihsân eyle...” dedi. Burada bu kavim için zâlim denmesi husûsunda Fahrüddîn-i Râzî hazretleri buyuruyor ki: “Mûsâ aleyhisselâm, Kıbtî’yi öldürmeye kastetmemişti. Bilerek öldürdü denilemez. Kaldı ki, bilerek öldürse bile, Kıptî müşrik olup, öldürülmesi câiz idi. Şâyet Kıbti’nin öldürülmesi hatâ ve günâh olsaydı, buna karşılık, Mûsâ aleyhisselâmın katlini isteyenlerin haklı olmaları ve kendilerine zâlim denilmemesi icâbederdi. Halbuki, âyet-i kerîmede bildirildiğine göre, Mûsâ aleyhisselâm onların zâlimler olduklarını beyân etmiştir. Bu, onların zâlim ve kararlarının haksız olduğuna işâret etmektedir.
Çünkü Kıptî, müşrikti. Bunun ise katli câiz olduğu için, kısas lâzım gelmediği gibi, ölümü hatâ ve kazâ ile olduğundan yine kısas gerekmezdi. Bunları dikkate almadan, tarafları muhakeme edip ifâdelerine baş vurmadan hemen kısas için karar vermeleri sebebiyle onlar elbette zâlim idiler.”


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget