Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Benî İsrâil'e gönderilen peygamberlerden. Kudüs yakınlarında Gazze şehrinde doğdu. Babası, Benî İsrâil'in peygamber ve sultânlarından Dâvûd aleyhisselâmdır. Ya’kûb aleyhisselâmın neslindendir. Annesi bir rivâyete göre, Dâvûd aleyhisselâmın şehîd kumandanı Urya'nın evlenmek istediği kız idi. Urya'nın şehîd olması üzerine, bu kızla, Hazret-i Dâvûd nikâhlanmış, ondan da Süleymân (aleyhisselâm) dünyâya gelmişti. Babasının vefâtı üzerine, 12 veya 13 yaşında sultân, sonra peygamber oldu. Babasının temelini attığı Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'yı yedi yılda, pek san’atkarâne bir şekilde inşâ etti. Saraylar inşâ ettirip, kaleler yaptırdı. Şehirler kurdu. Zamânın medenî dünyâsı olan Akabe körfezinden Fırat'a kadar olan bölgeye hâkim oldu. Diğer hükümdârlar da kendisine bağlılıklarını bildirdiler. Yemen'deki Sebe’ sultânı olan Belkıs ile evlendi. İnsanlara, cinnîlere, yerdeki ve havadaki hayvanlara hükmeder, onlarla konuşurdu. Rüzgâr emrine verilmişti. Kudret ve ihtişam sâhibi bir peygamberdi. Kırk sene adâletle hüküm sürdü ve Kudüs'de vefât etti.
Süleymân aleyhisselâm, daha çocuk iken son derece akıllı, içi dışı güzel ve olgundu. Bu yüzden, babası, büyük işleri onunla müşavere ederdi. Zekâ, anlayış ve firasette, ictihâdda, isabette en ileride idi. Çocukluk zamanında, bir çocuk için mümkün olmayan, şaşılacak, hayret edilecek hâlleri ve hareketleri görülmüştü.
Buhârî'nin (rahmetullahi aleyh), Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) bildirdiği Hadîs-i şerîfte, şöyle buyrulmaktadır: “Vaktiyle iki kadın ve beraberlerinde iki oğlan çocukları vardı. Yolda giderlerken, kurt gelip, bu kadınlardan birinin (büyük kadının) çocuğunu alıp, götürdü. Bunun üzerine büyük kadın, arkadaşı (küçük) kadına; Kurt, senin çocuğunu götürdü dedi. Öbür kadın; Hayır, senin çocuğunu götürdü dedi. Nihâyet, bu iki kadın, aralarında hükmetmesi için Dâvûd'a (aleyhisselâmmüracaat ettiler. Dâvûd (aleyhisselâm), çocuğun büyük kadına âit olduğuna hükmetti. Onlar muhakemeden çıkıp, Dâvûd'un (aleyhisselâmoğlu Süleymân'a (aleyhisselâmgittiler. Dâvûd'un (aleyhisselâmhükmünü ona söylediler. Süleymân (aleyhisselâmda; Bana bir bıçak getirin. Çocuğu (bu) iki kadın arasında paylaştırayım dedi. Bunun üzerine küçük kadın; Aman öyle yapma! Allah sana rahmet eylesin. Çocuk bu kadınındır dedi. Bunun üzerine, Süleymân (aleyhisselâmçocuğun küçük kadına âit olduğuna hükmetti.” Dâvûd aleyhisselâm bu hükmü işitip, oğlunun firâset ve zekâsına hayran kaldı.
Dâvûd aleyhisselâmın, geride kalan çocuğun büyük kadına âit olduğuna hükmetmesine dâir, âlimler bir takım sebepler bildirmişlerdir. Ancak, Dâvûd aleyhisselâmın, geride kalan bu çocuğu büyük kadının elinde bulması, küçük kadının onun kendi çocuğu olduğuna dâir, delil getirmekten âciz kalması sebebiyle, çocuğun, büyük kadına âit olduğuna hükmetmiş olması da muhtemeldir. Bu sebep, dîni kâidelere muvafık olması bakımından güzel bir te’vildir.
Süleymân aleyhisselâmın, babası Dâvûd aleyhisselâmın hükmünü bozmasına gelince; Süleymân aleyhisselâm, babası Dâvûd aleyhisselâmın hükmünü bozmayı kasdetmiş değildir. Ancak o, verdiği hüküm ile, bu iki kadın arasındaki mes’eleyi halletmiş, hakîkati meydana çıkarmış, ince ve hoş bir çâre ile mes’eleyi halletmişti. Süleymân aleyhisselâm, hâdise kendisine anlatılınca, kadınların ellerinde bulunan çocuğu aralarında paylaştırmak için, bıçak getirmelerini istedi. Aslında, böyle bir şeyi yapacak değildi. Maksadı, bu işin hakîkatini ortaya çıkarmaktı. Nitekim bu yolla, maksadı da hâsıl oldu. Çünkü; “bıçak getirin bu çocuğu aralarında paylaştırayım” deyince, küçük kadın feryâd etmişti. Çocuğunun hayatta kalmasını tercih ederek; onun, büyük kadının olduğunu söylemek zorunda kalmıştı. Ancak, Süleymân aleyhisselâm, küçük kadının bu sözüne îtibâr etmedi. Çünkü, küçük kadının, analık şefkâti ile feryâd edip, çocuğunu kesilmekten kurtarmak için, onun, büyük kadına âit olduğunu söylemesi, çocuğun kendisine âit olduğunu gösteriyordu. Ayrıca, çocuğun kesileceğini duyunca, küçük kadının gösterdiği bu telâşa karşılık, büyük kadında böyle bir telâşın görülmemesi; sonra Süleymân aleyhisselâmın çocuğun küçük kadına âit olduğuna hükmetmesine karşılık, îtirâzının olmaması, Süleymân aleyhisselâm için, çocuğun küçük kadına âit olduğuna dâir bir delil idi.
İbn-ül-Cevzî (rahmetullahi aleyh) şöyle buyurdu: Dâvûd ve Süleymân'ın aleyhimesselâm ikisi de ictihâdları ile hükmettiler. Şâyet, Dâvûd aleyhisselâm nass ile hükmetseydi, Süleymân aleyhisselâmın bu hükme muhâlefet etmesi câiz olmazdı.
Bu kıssa; fetanet ve anlayışın, Allahü teâlânın mevhibesi, ihsânı olduğuna, yaşın büyüklüğü ve küçüklüğü ile alakası olmadığına delâlet etmektedir. Burada hak, iki tarafta değil, bir taraftadır. Vahiyle mes’elenin hükmünü öğrenmeleri mümkün olmakla beraber, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) ictihâd ile hükmetmeleri de câizdir. Çünkü, ictihâdla hükmetmekte ecirleri artmaktadır. Müctehid isabet ederse, iki sevâb, hatâ ederse,bir sevâb kazanır. Sonra peygamberler (aleyhimüsselâm) hatâdan masumdurlar, korunurlar. Masum oldukları için de, bâtıl ve hatâ üzerinde olmazlar. Zelle sâdır olursa da vahiyle ikaz edilirler.
Süleymân aleyhisselâmın böyle isabetli karar ve hükümlerinden biri de, Kur'ân-ı kerîmde haber verildi. Meâlen şöyle buyruldu: “Dâvûd'u ve Süleymân'ı (aleyhimesselâm) da hatırla! Hani onlar ekin (veya bağ mes’elesi) hakkında hüküm veriyorlardı. O vakit geceleyin bir kavmin davarı ekin tarlasına girip ifsâd etmişti (zarar vermişti). Biz onların hükümlerini bilici idik. Biz o mes’elenin hükmünü Süleymân'a bildirdik. Bununla beraber (Dâvûd ve Süleymân'ın) her birine bir hüküm ve bir ilim vermiştik.” (Enbiyâ sûresi: 78, 79)
Bu âyet-i kerîmeyi tefsîr eden âlimler, hâdiseyi şöyle anlatmışlardır: “Bir gece, bir koyun sürüsü, bir tarlanın ekinlerini telef etti. Tarla sâhibi, Dâvûd aleyhisselâma gelip, koyun sâhibinden dâvâcı oldu. Koyunların kıymeti, telef edilen ekine eşitti. Dâvûd aleyhisselâm, koyunların tarla sâhibine verilmesine hükmetti. Süleymân aleyhisselâm daha onbir yaşındaydı. Babasının bu hükmünü işitince; “Bu davada, iki taraf için de faydalı olan bir hüküm daha vardır” dedi. Babası sorunca, utandı. Zorlayınca; “Koyunları ekin sâhibine verin, süt ve yünlerinden faydalansın. Tarlayı da koyun sâhibine verin, ekin ekip önceki hâle getirsin. Sonra da her biri kendinde olan önceki sâhibine teslim etsin” dedi. Dâvûd aleyhisselâm,oğlunun bu hikmetli sözlerini beğenip, ona göre hüküm verdi. Bu âyet-i kerîme ile murâd, Allahü teâlânın, Dâvûd ve Süleymân'a aleyhimesselâm olan nîmetlerinin zikredilmesidir. Allahü teâlâ önce, her ikisine müşterek olarak, sonraki âyet-i kerîmelerde de, ayrı ayrı verdiği nîmetleri bildirdi. Allahü teâlânın her ikisine müşterek olarak ihsân ettiği nîmet; hüküm vermeleri ve bunda ehil olmalarıdır. Allahü teâlâ, her ikisini de ilim ve anlayışla zînetlendirmiştir. Nitekim âyet-i kerîmede meâlen; “Biz, her birine bir hüküm ve bir ilim verdik” buyrulmuştur. Bu âyet-i kerîmede, ilmin, en üstün kemâl ve fazîlet olduğu zikredilmiş; onlara verilen nîmetler arasında öncelikle bildirilmiştir.
Hasen (rahmetullahi aleyh); “Biz, her birine (Dâvûd ve Süleymân aleyhimesselâma) bir hüküm ve bir ilim verdik” meâlindeki âyet-i kerîme olmasaydı, hüküm verenlerin helâk olduklarını görürdük buyurmuştur. Ancak Allahü teâlâ, Süleymân aleyhisselâmı, hükmünde sevâba (doğruya) isabet etmesi; Dâvûd aleyhisselâmı da ictihâdı sebebiyle medh buyurdu. “Biz, o mes’elenin hükmünü Süleymân'a (aleyhisselâm) bildirdik” meâlindeki âyet-i kerîme, Süleymân aleyhisselâmın verdiği hükümde isabet ettiğine delildir.
Tefsîr-i Mazharî’de bu husûsta şöyle buyrulmaktadır: “Amr bin Âs (radıyallahü anh), Resûlullah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle duyduğunu bildirmektedir: “Hâkim (hüküm veren) hükmettiği zaman, ictihâdında isabet ederse, ona iki ecir (sevab) vardır. Hata ederse, bir ecir vardır.” Bu Hadîs-i şerîf, Müctehidin, doğrunun yanında hatâ da edebileceğini göstermektedir. Müctehidin, ictihâdında hatâ etmesi ve bir ecir (sevab) kazanması, onun, hükmünde isabet ettiğini göstermez. Çünkü hatâ ve doğru, birbirinin zıddıdır. Bu sebeple, Hadîs-i şerîften murâd; “Müctehid, hatâsı üzerine sevâb kazanır” demek değildir. Bilakis, hakkı, doğruyu bulmak husûsundaki ictihâdı yâni bütün gücüyle gayret sarfetmesi sebebiyle sevâba kavuşmasıdır. Çünkü müctehidin doğruyu bulmak husûsundaki ictihâdı, büyük gayreti, ibâdettir. İctihâdında hatâ ederse, gayretinden dolayı affa uğrar. Bundan dolayı, Dâvûd aleyhisselâm zemm olunmadı. Müctehid ictihâdında isabet ederse, ona iki ecir vardır. Bunlar ictihâd ve doğruya isabet etmek sevâbıdır.
Müctehid âlimler de, kitapta (Kur'ân-ı kerîmde) ve sünnette (Hadîs-i şerîflerde) hükmünü bulamadıkları hâdiselerde ictihâd etmişlerdir. Hükmünde hatâ edenin ecir ve sevâb kazanması, hüküm veren kimsenin Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) sünnet-i seniyyesini, kıyası ve daha önce verilen hükümleri bilmesi ve ictihâd edebilme şartlarını taşıması ile olur. İctihâda ehil olmayanın ictihâd yapmaya kalkışması, kendisini ictihâda zorlamaktır. Böyle bir kimse verdiği hükümdeki hatâsı bir tarafa; doğru isabet etse bile mâzur görülemez. Çünkü ehil olmayan kimselerin, Müctehide tâbi olması gerekir.
Âlimler, Dâvûd ve Süleymân'ın (aleyhimesselâm) ictihâdları ile mi yoksa vahye bağlı olarak mı hüküm verdikleri husûsunda ihtilaf etmişlerdir. Bâzıları, onların ictihâdları ile hükmettiklerini, ictihâd sevâbına kavuşmak için, peygamberlerin ictihâdlarının da câiz olduğunu bildirmişlerdir. Bâzı âlimler, ikisinin de vahye bağlı olarak hükmettiklerini, ancak Süleymân aleyhisselâmın hükmünün, Dâvûd aleyhisselâmınkini nesh ettiğini söylemişlerdir. Böyle diyen âlimler; kendilerine vahiy geldiği için, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) ictihâdla hükmetmelerinin câiz olmadığını ve bu şekilde hükmetmeye ihtiyaçlarının kalmadığını bildirmişlerdir. Tefsîr-i Mazharî’deki açıklamalar, Dâvûd ve Süleymân'ın aleyhimesselâm bu hükümleri ictihâdlarına göre verdiklerini göstermektedir.
Tevîlat-ı Necmiyye isimli eserde; “Biz o mes’elenin hükmünü Süleymân'a bildirdik” meâlindeki âyet-i kerîme ile, şu husûsa işâret buyrulduğu bildirilmektedir: “Müctehidlerin bâzıları, diğerlerinden üstündür. Büyüklükte ve fazîlette; ilme, hükümleri derin ve ince mânâları anlamaya îtibâr edilir, yaşa değil!” Dâvûd aleyhisselâmın yaşı büyük olmasına rağmen, oğlu Süleymân aleyhisselâm, hükmünde isabet etti.
Dâvûd aleyhisselâmın, bir rivâyete göre ondokuz oğlu vardı. Bunlardan en küçükleri olan Süleymân aleyhisselâmın annesi ayrı idi. Diğerleri ise, Tâlût'un kızından dünyâya gelmişlerdi. Ömrünün sonlarına doğru, Dâvûd aleyhisselâma, akıl ve firasette, hüküm ve adâlette bir çok üstünlüklerine şâhid olduğu, oniki yaşındaki oğlu Süleymân aleyhisselâmı yerine halîfe bırakması emredildi. Dâvûd aleyhisselâm, yine ilâhî emirle, âlimlerin huzûrunda onu imtihân etti. Rivâyete göre, sorduğu suâllere zorlama ve tereddütten uzak bir şekilde cevap aldı. Sorulan suâlleri doğru olarak cevaplandıran Süleymân aleyhisselâma âlimler de soru sormak istediler: “Doğruluğu diğer cüzlerinin doğruluğuna, bozukluğu da diğerlerinin bozukluğuna sebep olan şey nedir?” dediler. Süleymân aleyhisselâm; “Kalb'dir. Onun doğruluğu diğer uzuvların doğruluğuna, bozukluğu da diğer âzanın bozukluğuna sebeptir” dedi. Cevabın doğruluğunu hepsi tasdik ettiler. Bir rivâyete göre, bu imtihâna da kanaat etmeyen İsrâiloğulları, Süleymân aleyhisselâmın hilâfetine karşı çıktılar. “Süleymân daha çocuk sayılır, bizim aramızda ondan üstün ve daha uygun kimseler var” dediler. Bunun üzerine Dâvûd aleyhisselâm, İsrâiloğullarının reîslerinden birer asâ istedi. Herkesin asâsına ismini yazıp, Süleymân aleyhisselâmın asâsı ile beraber bir odaya kilitledi. Sonra; “Kimin asâsı sabaha kadar yapraklanırsa hilâfet onundur” buyurdu. Sabahleyin, hep birlikte, odayı açtılar ve Süleymân aleyhisselâmın asâsının yapraklandığını, diğerlerinin eskisi gibi durduğunu gördüler. Dâvûd aleyhisselâm Allahü teâlâya hamdetti. Kendisi önde, Süleymân aleyhisselâm peşinde olarak; “İşte bu, benden sonra sizin üzerinize halîfemdir” diye İsrâiloğulları arasında dolaştı. Hepsi Süleymân aleyhisselâmın hilâfetini kabûl ettiler.
Dâvûd aleyhisselâm, Hazret-i Süleymân'ın kendi yerine halîfesi olduğunu îlân edince, ona bâzı nasîhatlerde bulundu; “Ey oğlum! Şaka yapmaktan sakın. Çünkü onun faydası azdır. Şaka, dostlar arasında düşmanlık meydana getirir. Kızmaktan sakın. Çünkü kızmak, sâhibini (kızanı) hafifletip, basitleştirir. Takvâya sarıl. Yâni Allahü teâlâdan kork. Emirlerini yapıp, yasak ettiklerinden sakın. O'na tâattan ayrılma. Çünkü, takvâ ve tâat, Allahü teâlânın izni ile, insanın her şeye gâlip gelmesine vesile olur. Hiç bir sebep yokken, âilen hakkında insanlara karşı kıskançlıkta bulunma. Bu davranışın, insanlara su-i zan beslemene sebep olur. İnsanlardan bir şey bekleme. İşte bu, hakîkî zenginliğin ta kendisidir. Allahü teâlânın kullarına verdiği çeşitli nîmetlere göz dikmek, insan için bir fakirliktir. Özür dilemeyi icâbettirecek iş ve sözlerden sakın. Nefsini ve dilini doğruluğa alıştır. İyilik yapmaktan ayrılma, imkanın varsa, bu günün dünkünden daha hayırlı olmasına çalış. Namazını, en son namazını kılan kimse gibi kıl. Aşağı ve bayağı kimselerle oturup kalkma, böyle kimselerle beraber olma. Kızdığın zaman, nefsini toprağa yapıştır. Bulunduğun yerden ayrıl. Allahü teâlânın rahmetinden ümîdli ol. Çünkü, Allahü teâlânın rahmeti, her şeyi kaplamıştır.”
Dâvûd aleyhisselâm, çok geçmeden vefât etti. Süleymân aleyhisselâm da babasının yerine geçti. Mülküne, hikmet ve ilmine vâris oldu. Allahü teâlâKur'ân-ı kerîmde, Süleymân aleyhisselâmı meâlen şöyle övdü: “Biz Dâvûd'a Süleymân'ı (aleyhimesselâm) verdik. O (Süleymân aleyhisselâm), ne güzel kuldur. Hakikaten o, (bütün vakitlerinde zikr, tesbîh ve tevbe ile) Allahü teâlâya (taatine) dönen bir kuldur.” (Sâd sûresi: 30)
Allahü teâlâ, Hazret-i Dâvûd ve Süleymân aleyhisselâma; zât ve sıfatlarını, emir ve yasaklarını, dünyâ ve âhıret ahvâlini, kuşların ve hayvanların konuşmalarını, dağların tesbîhini bildirdi. O ikisine (aleyhimesselâm), pek çok nîmetler verdi. Onlarda bütün bunlara karşılık, Allahü teâlâya hamdettiler. Bu husûs, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirildi: “Biz, Dâvûd ve Süleymân'a (aleyhimesselâm hüküm ve kazâya dair) ilim verdik. Onlar da; Allahü teâlâya hamdolsun ki, (nübüvvet, kitap ve sair ilimler ve hikmetle) bizi, (kendilerine bu hasletler verilmeyen) mü’minlerin çoğu üzerine üstün kıldı dediler.” (Neml sûresi: 15)
Bu âyet-i kerîme, ilmin şerefi, üstünlük sebebi ve âlimlerin âlim olmayanlardan üstün olduğunu göstermektedir. Nitekim Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdular: “Alimin, (âlim olmayan) âbide üstünlüğü; ayın, ondördüncü gecesinde (dolunay hâlinde), diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir.” “Alimler, peygamberlerin varisleridir.” “Peygamberler, dinâr ve dirhem mîras bırakmazlar. Onlar ancak ilmi mîras bırakırlar. İlmi alan bol bir nasîb almış olur.” Son Hadîs-i şerîfi, İmâm-ı Ahmed bin Hanbel, Tirmizî, Ebû Dâvûd ve İbn-i Mace rivâyet etmiştir. Yine Tirmizî'nin, Ebû Umâme el-Bahili'den rivâyet ettiği Hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Alimin, abide üstünlüğü; benim, sizin en aşağınıza olan üstünlüğüm gibidir.”
Yine Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede, âlimleri, kendilerine ihsân ettiği ilim nîmetine şükretmeye, tevâzû sâhibi olmaya dâvet etmektedir. Ayrıca, Allahü teâlâ, onları ilim sayesinde çok kimseye üstün kılmış ve kullarının, âlimlerin üstünlüğüne inanmasını istemiştir. Nitekim Allahü teâlâ, Yûsuf sûresinin 76. âyet-i kerîmesinde meâlen; “... Her âlimin üstünde, bir âlim (ilim sâhibi) vardır. (Allahü teâlânın ilmi sonsuzdur. O, her ilim sâhibinin üstündedir)” buyrulmaktadır. Ömer (radıyallahü anh) da, tevâzûsundan; “Herkes Ömer'den daha âlimdir” buyurmuştur.
Eshâb-ı kirâmdan biri, Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) gelip; “En fazîletli amel hangisidir?” dedi. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellemAllahü teâlâyı bilmek ve dinde fakîh olmak” buyurdu. Tekrar aynı soruyu sorunca, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bu mübârek sözünü tekrarladı. O zât yine; “Yâ Resûlallah! Ben, en fazîletli amelin ne olduğunu soruyorum. Siz bana ilimden haber veriyorsunuz?” deyince, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem“İlim ile yapılan az bir amel, sana fayda verir. İlimsiz yapılan çok amel, sana fayda vermez” buyurdu. İlmi olmadan ibâdet yapan kimse, değirmeni çeviren merkep gibidir. Devamlı döner, fakat, mesâfe kat edemez.
Evliyânın büyüklerinden, Feth-i Mûsulî (rahmetullahi aleyh) şöyle buyurdu: “Yiyecek, içecekle beslenip, ilaçla tedavi edilmeyen hastanın ölmesi gibi, kalb de; ilim, hikmet ve tefekkürden nasîbini alamayınca ölür. Maddî gıdalarla haddi aşarak doymak, bâtınî, mânevî gıdaların alınmasına mânidir. Yine ucb (kendini beğenmek) ve kibir de kalbin nûrlanıp, safâ bulmasına engel olur.
İşte insan, görünüşünü, İslâmın emir ve yasaklarına uymakla, batınını yâni içini İslâm ahlâkı ile süslerse, peygamberlere (aleyhimüsselâm) ve evliyâya verilen ilimlerden istifâde etmeye elverişli hâle gelir.
Dâvûd aleyhisselâmın vefâtından sonra, oğlu Süleymân aleyhisselâm, peygamberlik, saltanat ve ilimde ona vâris oldu. Babasının yerine geçince; memleketin ileri gelenleri ile âlimleri dâvet etti. Onlara; Allahü teâlânın kendisine büyük nîmetler verdiğini, kuşların ve hayvanların dillerini öğretip, konuşmalarını anlamayı nasîb ettiğini, ayrıca, kendisine peygamberlik ve mülk (saltanat) verildiğini anlattı. Bütün bunların, Allahü teâlânın kendisine ihsân ettiği büyük nîmetler olduğunu söyledi. Bu husûs, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirildi: “Süleymân (aleyhisselâm babası) Dâvûd'a (aleyhisselâm, peygamberliğine ve ilmine) mîrascı oldu.” (Neml sûresi: 16) Begavî; Süleymân aleyhisselâma, babası Dâvûd aleyhisselâma verilenlerden başka, cinlerin de onun emrine verildiğini bildirmiştir. Dâvûd ve Süleymân'ın (aleyhimesselâm) her ikisi de, Allahü teâlânın kendilerine ihsân ettiği nîmetlere çok şükrederlerdi.
Âyet-i kerîmenin devamında, Süleymân aleyhisselâmın meâlen şöyle buyurduğu bildirilmektedir: “... Dedi ki: Ey insanlar! Bize kuşların konuşması (dili) öğretildi.” Süleymân aleyhisselâmAllahü teâlânın kendisine ihsân ettiği nîmeti açıkça anmak ve insanları kendisine verilen bu mûcize ile nübüvvetini tasdike çağırmak için, böyle söyledi. Övünmek ve tekebbür için söylemedi. Ruzbehân Bakli (rahmetullahi aleyh) şöyle buyurdu: Tasavvufta temkîn derecesinde olan bir zâtın; mü’minlerin îmânının kuvvetlenmesi, inkarcılara karşı da hüccet (delil) olması için, Allahü teâlânın kendisine lutfettiği nîmetleri halka bildirmesi câizdir. Süleymân aleyhisselâm da bu sebeple, Allahü teâlânın kendisine lutfettiği bu nîmeti izhar etti. Nitekim Kur'ân-ı kerîm de, Duha sûresi 11. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Rabbinin nîmetini anlat” buyrulmaktadır."
Süleymân aleyhisselâmın, “Bize” şeklinde büyüklük ifâde eder bir tarzda konuşması, tekebbür için değildir. Çünkü, siyâset icâbı sultânların âdeti böyledir.
Konuşma, mânâların anlaşılmasına yarayan ses ve harflerle olur. Manaları anlamak, kelime ve cümlelerle olduğu için, konuşmanın sâdece insanlara mahsus olduğu zannedilmektedir. Halbuki, Süleymân aleyhisselâm, insanların konuşmalarından, onların kasdettikleri mânâları anladığı gibi, kuşların seslerinden de, murâd ettikleri mânâları anlıyordu. Onun için, kuşların seslerine “konuşma” buyurdu.
Begavî (rahmetullahi aleyh) Ka'b-ül-Ahbâr'dan (radıyallahü anh) şöyle nakletti: Tavus kuşu, Süleymân aleyhisselâmın huzûrunda ötmüştü. Süleymân aleyhisselâm, orada bulunanlara; “Bunun ne dediğini, ne konuştuğunu biliyor musunuz?” buyurdu. Onlar; “Hayır bilmiyoruz” diye cevap verdiler. Bunun üzerine Süleymân aleyhisselâm; “Cezalandırdığın gibi cezâlandırılırsın” dediğini bildirdi. Aynı şekilde hüdhüdün ötmesini; “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz”, göçeğen kuşunun ötmesini; “Allahü teâlâdan af ve mağfiret olunmanızı isteyiniz, ey günâhkârlar!”, kaya kuşunun sesini; “Her canlı ölecektir. Her yeni eskiyip, çürüyecektir”, kırlangıcın ötüşünü; “Hayırdan ne yaparsanız sonra onu bulursunuz”, güvercinin sesini; “Gökleri ve yeri dolduran Rabbimi noksan sıfatlardan tenzih ederim”, kumrunun ötüşünü; “Sübhâne Rabbiy-el-e'la”, karganın ötmesini; “Allahü teâlâdan başka her şey helâk olacaktır”, kustat kuşunun ötmesini; “Susan, başına belâ ve musîbet gelmesinden kurtulur”, papağânın ötüşünü; “Düşüncesi dünyâ olan kimseye yazıklar olsun”, kurbağanın; “Sübhâne Rabbiy-el-Kuddûs”, doğan kuşunun; “Sübhâne Rabbî ve bihamdihî” dediğini açıkladı. Bu rivâyet, yukarıdaki kuşların konuşmalarının yalnız bu sözlere ve mânâlara mahsus olmadığını göstermektedir. Neml sûresinde, karınca ve hüdhüdün konuşmalarının bildirilmesi, onların içlerine doğan her mânâyı çıkardıkları sesle de olsa anlattıklarını ifâde etmektedir.
Rûh-ul-Beyân tefsîrinde Arais-ül-Beyân kitabından naklen şöyle denilmektedir; “Kuşların, diğer vahşi hayvanların sesleri ve kâinattaki hareketlerin hepsi, Allahü teâlânın, peygamberlerine ve ârifînden olan evliyâsına hitâbıdır. Evliyâ, bu ses ve hareketleri makâmları ve derecelerine göre anlar. Çünkü, peygamberler (aleyhimüsselâm) kuşların ve diğer hayvanların dillerini aynısıyla bilirler. Evliyâ-i kirâm ise, onların dillerini aynen bilemez. Sâdece, onların seslerinden kendi hâllerine âit olan husûsları, Allahü teâlânın kalblerine ilham etmesi ile bilirler.”
Ebû Osman Mağribi şöyle buyurur: “Bütün hâllerinde Allahü teâlâya karşı doğruluk ve ihlâs üzere olan kimse, bu husûsiyetleri sebebiyle her şeyi anlar. Davul çalınması, âdete göre göç vaktinin geldiğini haber verdiği gibi, Allahü teâlâ da, sevdiği ve seçtiği velî kullarına; muhtelif sesleri ve tabîattaki varlıkların değişik hâllerini, onların ne mânâya geldiğini anlamayı lütûf ve ihsân eylemiştir.
Süleymân aleyhisselâma çok şey verilmiştir. Nitekim âyet'i kerîmede, Süleymân aleyhisselâmın meâlen; “Bize (peygamberlere ve meliklere, dünyâ ve âhıret işlerine dâir veya peygamberlik, saltanat ve kuşların dilinin öğretilmesi gibi) her şey verildi. İşte bu (Allahü teâlânın bize verdiği nîmetler) şüphesiz açık bir üstünlüktür.” (Neml sûresi: 16) Yâni bu, bizim müstehak oluşumuz, hak etmemiz sebebiyle ve amellerimize karşılık olarak değil, aksine, Allahü teâlânın lütûf ve ihsânıyladır. Tefsîr-i Vasît’de şöyle bildirilmiştir; “Süleymân aleyhisselâmın böyle söylemesi, Allahü teâlânın verdiği nîmetlere şükür ifâdesidir. Nitekim Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem“Ben, Âdemoğullarının efendisiyim. Övünmüyorum.” (yani bu sözü şükür için söylüyorum, övünmek için değil) buyurmuştur. Bu, Allahü teâlânın nîmetini anmak içindir.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Dâvûd aleyhisselâm, her işinde Allahü teâlânın rızâsını gözeten, mücâhid, sâlih bir kul ve peygamberdi. Çok ağlar, çok ibâdet ederdi. Yetim ve fakirlere karşı çok şefkâtli ve merhametli idi. Misâfir ve yabancılardan; “Dâvûd'un idâresi hakkında halk neler söylüyor?” diye sorup öğrenirdi. Mü’minlerin râzı olmadığı bir şey işitse, onu terkedip, istiğfâr ederdi. Onların hoşuna giden bir şey işitse, onunla amel ederdi. Dâvûd aleyhisselâmın güzel hâlini, Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde övmektedir: (Habîbim!) Kuvvet sâhibi Dâvûd'u an! O, her zaman Allah'a tevbe ederdi” buyurdu. (Sâd sûresi: 17) Âlimler; Âyet-i kerîmedeki kuvvetten murâd: Dâvûd aleyhisselâmın ibâdete olan tahammülü idi. O, bir gün oruç tutar, bir gün yerdi. Gecenin ancak üçte bir kısmında uyur, geri kalan vakitlerini ibâdet ile geçirirdi buyurmuşlardır.
Buhârî deki Hadîs-i şerîfte bildirildi ki: Bir zaman Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) Abdullah ibni Amr'ın her günün gecesinde namaz kıldığını, gündüzleri de oruç tuttuğunu söylediler. Resûlullah da (sallallahü aleyhi ve sellem) bu durumu kendisinden sorduklarında, îtirâf edince; “Buna gücün yetmez (takat getiremezsin). Bâzı günler oruç tut, bâzı günler iftar et. Gecenin bir kısmında uyu ve bir kısmında da namaz kıl” buyurdular ve ayda üç gün oruçlu olursa, her gün oruç tutulmuş gibi sevâb alacağını ona anlattılar. Bunun üzerine İbn-i Amr; “Yâ Resûlallah! Bundan fazlasına da gücüm yeter” dedi. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem“Öyle ise bir gün oruç tut, iki gün iftar et” buyurdu. Abdullah ibni Amr'ın bu defâ; “Bundan fazlasına da tâkâtim yetişir” demesi üzerine, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem“Öyle ise bir gün oruç tut, bir gün iftar et. İşte bu Dâvûd'un (aleyhisselâmorucudur” buyurdular.
Abdullah ibni Amr'ın bundan fazla isteğine karşı da; “Bundan daha fazîletli oruç yoktur” buyruldu.
Buhârî’nin ikinci rivâyetinde Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellemAllahü teâlâya en sevimli oruç, Dâvûd'un aleyhisselâm orucudur. O bir gün oruç tutar, bir gün iftar ederdi. Allahü teâlâya en sevimli namaz da Dâvûd'un aleyhisselâm namazı idi. O, gecenin yarısında uyur, üçte birinde namaz kılar, altıda birisinde yine uyurdu” buyurdu. Orucun, miktarına göre üç derecesi vardır. Bunun en azı, Ramazân-ı şerîf orucu ile yetinmektir. Çünkü bu, her müslümana farzdır. Bundan sonra nafile oruçlar içerisinde en iyi oruç tutma şekli, Dâvûd aleyhisselâmın orucudur. Dâvûd aleyhisselâm, bir gün oruç tutar, bir gün tutmazdı. Bu şekildeki oruç, farz ve vâcib oruçların dışında en fazîletli oruçtur. Devamlı oruç tutmaktan daha fazîletlidir. Abdullah bin Ömer, oruç için Peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) sorunca; “Bir gün tut, bir gün tutma” buyurmalarının sırrı budur. Abdullah bin Ömer (radıyallahü anh); “Bundan daha fazîletlisini istiyorum” deyince, Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem); “Daha fazîletlisi yoktur” buyurdu. Bir gün tutup, bir gün tutmamak, insanda daha tesirli olmaktadır, devamlı tutmak ise, bu tesiri azaltmaktır.
Dâvûd aleyhisselâmAllahü teâlânın azâbını hatırladığı zaman mafsalları gevşer, tamâmen kendisini salıverir; Allahü teâlânın rahmetini hatırlayınca da eski hâline dönerdi.
Dâvûd aleyhisselâm gece ve gündüz bütün günü âilesi arasında bölüştürmüştü. Hiç bir saat yoktu ki, çoluk-çocuğundan, o sırada ibâdet eden birisi bulunmasın. Böylece onun âilesi, günün yirmidört saatini ibâdetle geçirirdi. Kur'ân-ı kerîmde Sebe’ sûresinin 13. âyet-i kerîmesinde, Dâvûd aleyhisselâmın âilesi hakkında şöyle buyrulmaktadır: “Ey Dâvûd âilesi! Şükredin. Kullarım içinde (gereği gibi Allah'a bol bol) şükreden azdır.”
Allahü teâlâ, Dâvûd aleyhisselâma vahy gönderdi ve; “Ey Dâvûd! Zikrim zikr edenlerin, Cennet’im ibâdet edenlerin, kâfi olmaklığım tevekkül edenlerin, nîmetimin çoğalması şükredenlerin, rahmetim iyi işler yapanların, ünsiyetim beni ziyâdesiyle arzu edenlerindir ve ben, muhiblerime mahsusum” buyurdu.
Dâvûd aleyhisselâm; “Yâ Rabbî! Sana ibâdet etmek isterim. Bunun için hangi vakit daha makbûldür” dedi. Allahü teâlâ; “Ey Dâvûd! Gecenin ilk ve son vakitlerinde kalkınca. Çünkü ilk vakitte kalkan sonunda kalkamaz, sonunda kalkan ilk vakitte kalkamaz. Bunun için gece yarısında kalk, bana ibâdette bulun! Ben de bütün dileklerini kabûl edeyim” buyurdu. Bir defâsında, Resûl-i ekreme (sallallahü aleyhi ve sellem); “Gecenin hangi vakti daha makbûldür?” diye sorduklarında Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem); “Yarı geceden sonraki vakittir” buyurdular.
Dâvûd aleyhisselâmAllahü teâlâya; “Yâ Rabbî! Hiç bir gece yok ki, evlâdımdan, çoluk-çocuğumdan ayakta bulunan olmasın. Hiç bir gün yok ki, oğullarımdan oruç tutan bulunmasın. Hiç bir saat geçmez ki, Dâvûd oğullarından sana ibâdet eden bulunmasın. Mutlaka ya namaz kılar, ya oruç tutar veya seni zikreder” deyince, Allahü teâlâ; “Ey Dâvûd! Bu imkan onlara nereden verildi? Bu ancak benim lütfumdur. Yardım etmesem, kendi nefsleri ile baş başa kalsalar, bunların hiç birini yapamazlardı” buyurdu.
Dâvûd aleyhisselâm, münâcâtında dedi ki: “İlâhî! Seni hatırlayıp zikredenlerin meclisinden geçip, gâfillerin meclisine gitmek istediğim vakit, oraya gitmeden ayaklarımı kır, zirâ senin böyle yapman, benim için büyük bir lütûftur.”
Allahü teâlânın Dâvûd aleyhisselâmın kavminden, duâlarını kabûl ettiği abid, sâlih kimseler vardı.
Yahyâ Gassânî anlatır: Dâvûd aleyhisselâm zamanında kuraklık oldu. Halk, dua etmek için aralarından üç âlim seçti. Onlar duâ için sahraya çıktıklarında, içlerinden biri; “Yâ Rabbî! Kitabında, bize, zulmedenleri affetmemizi bildirdin. İşte nefislerine zulmeden bizler, huzûruna geldik. Senden af dileriz. Bizi affeyle” dedi. Diğeri; “Yâ Rabbî! Kitabında, köleleri âzâd etmemizi bizlere tavsiye ettin, işte kul olarak huzûruna geldik, bizleri âzâd eyle” Üçüncüsü de; “Yâ Rabbî! Sen, kitabında; Kapıya gelen sâili (bir şey isteyeni, fakiri) reddetmeyin, ondan yüz çevirmeyin buyuruyorsun. İşte biz sâil (isteyici) olarak huzûruna geldik. Senden rahmet diliyoruz, boş çevirme” diye duâ edince, Allahü teâlâ hepsinin duâlarını kabûl ederek rahmetini gönderdi.
Sa’îd-i Cerîrî (radıyallahü anh) buyuruyor ki; Dâvûd aleyhisselâm bir kaç kişi ile birlikte oturuyor ve yanındakilere bir şeyler anlatıyordu. Bu sırada birisi gelip, münâsip olmayan bâzı sözler söyledi. Orada bulunanlar bu şahsa kızarak haddini bildirmek istediler. Dâvûd aleyhisselâm mâni olup; “Ona kızmayınız ve bir zarar vermeyiniz. Ben namaz kılıp, istiğfâr edeyim. Sonra bakalım durum nasıl olacak. Siz onu bırakın gitsin” buyurdu. Uygunsuz sözleri söyleyen şahıs gitti. Dâvûd aleyhisselâm kalkıp abdest aldı, iki rekat namaz kıldı ve Allahü teâlâya duâ edip istiğfârda bulundu. Sonra gelip yerine oturdu ve sohbete devam etti. Biraz sonra, uygunsuz sözleri söyleyen o kimse tekrar geldi. Dâvûd aleyhisselâmın elini öptü ve ayaklarına kapanıp ağlayarak; “Ey Allah'ın peygamberi! Ben çok büyük hatâ yaptım, beni affediniz” diye yalvardı. Dâvûd aleyhisselâm da o kimsenin özrünü kabûl etti.
Allahü teâlâ, Hazret-i Dâvûd'a vahyetti ki: “Ey Dâvûd! Kullarımdan herhangi biri, yaratmış olduklarımı bir yana atıp bana sığınırsa, bu hâlinden dolayı, yedi kat semâ ve içindekiler, yedi kat yer ile içindekiler o kimseye düşman olsalar, yine onun için bir kurtuluş yolu açarım. İzzetime ve celâlime yemîn ederim ki, bu böyledir. Yine izzetime, celâlime ve âzametime yemîn ederim ki, bir kimse beni bırakıp da, mahlûkâtımdan herhangi birine gönül bağlarsa, bütün sebep yollarını keserim. Kalbini, hırs ve içinden çıkılmaz meşgûliyetlerle doldururum. Ömrü, dünyânın ömrü kadar da olsa, bitirip tüketemeyeceği ümîdlerle doldururum.
Ey Dâvûd! O kimdir ki, bana duâ eder de duâsını kabûl etmem? Kapımın, çalana açılmadığını kim gördü? Mahlûkâtımın arzu ettiklerini ben veririm. Onların her istediği, bende mevcûttur. Bütün ümîdlerin yeri benim. Bana âşık olanların kalblerini, yeryüzünde nazargâhım kıldım. O kalbleri, bana daha da yanaşsın ve fazla iştiyak (arzu) duysunlar diye, her yandan boşalttım. Sâdece kendi sevgimi doldurdum. Dostlarıma müjdele, onlara her an nîmetlerimi saçıyorum. Bana şükrettikleri ve beni unutup başkalarına meyletmedikleri için böyle yapıyorum. Bir an bile beni unutmasınlar diye onlara hadsiz, hudutsuz bana kavuşma arzusu veriyorum. Onlara ünsiyet (yakınlık) kapılarımı açtım. Bana duâ etmeden isteklerini yerine getirdim. İzzetime, celâlime yemîn ederim ki, onları Firdevs Cennet’ine koyup cemâlimi göstereceğim. Ben onlardan, onlar da benden râzı oluncaya kadar iyiliklerimi yağdıracağım. Yeryüzünde olanlara haber gönder, Beni sevenlerin sevgilisiyim. Benimle olmak isteyenlerle beraberim. Bana yakın olmak isteyenlerin can yoldaşıyım. Emirlerime itâat edenlere, mûti sıfatımla tecelli ederim. Beni, başkalarına tercih edenleri seçerim.
Yâ Dâvûd! Sevdiğinden bir şey saklayan sevgili hiç görülmüş müdür? İyi kimselerin, bana muhabbeti artar. Benim de onlara her an artmaktadır. Beni arayan bulur. Başkasını arayan, beni kaybeder. Kulumun en büyük işi, benim muhabbetim olursa, onu kendi zikrimle rahatlatırım. Onu sever, aramızdaki mesâfeyi kaldırır ve perdeyi aralarım. Herkes gaflet içinde beni unutmuş iken, o ayık olur. İşte bunlar, hakîkat ehlidirler. Sevgimi, kalbi ve dili ile beni zikredene verdim. Kalbine muhabbetimi yerleştirdim. Benden râzı olursan ben de senden râzı olurum. Verdiklerime şükredersen, iki cihânda azîz ederim. Gönderdiğim belâlara sabretmeyenler, bizden bir talepte bulunmasınlar. Ben bir kulumu sevince, onun kalbini korkumla doldururum. Bana kavuşmak için onu pervâne gibi yaparım. Bundan sonra o kul, tâatıma cân-u gönülden koşar. Dostlarımı, kubbelerimin altında gizlerim. Onları, ancak sevdiklerime tanıtırım. Onlara müjdeler, saâdetler olsun. Beni unutanı bile unutmam, dâimâ beni zikredeni hiç unutur muyum? Ben, cimrilere bile ihsânlarımı bolca yağdırırken, nasıl olur da cömertlere cimrilik ederim. Dileği olan kullarıma müjdele! Ben merhametliyim, kullarıma acırım. Bana severek kulluk yapanı, Cennet’ime koyarım. Bana kulluk etmeyeni de hiç acımadan Cehennem’e atarım. İzzetime, celâlime yemîn ederim ki, ancak beni arzu edenler bana yakın olurlar. Beni seveni (imtihan için veya derecelerini yükseltmek için) belâlara salarım. Benden kaçmak isteyeni de yakarım. Günâhkâr olanlara benim gafur (mağfiret edici, bağışlayıcı) olduğumu bildir. Korkarak bana gelenlere azâb etmem. Beni severek geleni, ayrılık ateşine atmam. Utanarak bana yöneleni, kıyâmet günü utandırmam. Cennet’im, rahmetimden ümidini kesmeyenleredir. Yaptığı hatâyı, benim affımdan daha büyük bilenlere gadab ederim. Bir kimsenin cezâsını hemen vermek istesem, önce rahmetimden ümidini kesenleri cezâlandırırım. Fakat, acele etmek benim şânımdan değildir. Geceleri sevdiklerimin kalbine tecelli ederim. Onlar, benimle huzûr içinde kelâm ederler. Benim sevdiğim, hayra ehil olan kullara saâdetler olsun. Onların yeri ne kadar güzeldir.”
Allahü teâlâ Dâvûd aleyhisselâma; “Benim, ahlâkımla ahlâklan, ahlâkımdan birisi de mutlak sûretle sabırlı olmamdır” diye bildirdi. Dâvûd aleyhisselâm; “Yâ Rabbî! Senin rızân uğrunda musîbetlere sabreden kederli bir kimsenin mükafatı nedir?” diye sorunca, Allahü teâlâ; “Ondan hiç çıkarmayacağım îmân kisvesini ona giydirmemdir” buyurdu.
Allahü teâlâ, Dâvûd aleyhisselâma; “Sabredenlerin yeri Dârüssela'm Cenneti’dir. Oraya girdikleri vakit, onlara şükretmeleri ilham edilir. Şükür, sözlerin en güzelidir. Onlar şükrettikçe, nîmetlerimi arttırır ve daha ziyâdesini gösteririm” buyurdu.
Allahü teâlâ, Dâvûd aleyhisselâma; “Ey Dâvûd! Beni sev, beni seveni sev ve beni kullarıma sevdir. Kullarım beni sevsinler” buyurdu. Dâvûd aleyhisselâm; “Bunu nasıl yapayım?” deyince, Allahü teâlâ; “Sen, beni güzel bir şekilde an. Benim nîmet ve ihsânlarımı onlara hatırlat, onlar benden ancak iyilik bilsinler” buyurdu.
Allahü teâlâ, Dâvûd aleyhisselâma şöyle vahyetti: “Ey Dâvûd! Yırtıcı hayvanlardan korktuğun gibi, benden de kork.”
“Kim diğer yaratıklara bakmaz ve bana dayanırsa; yer, gök ona hîleye kalksa da, ben ona çıkacak yol bulurum.”
“Ey Dâvûd! Beni sevdiğini iddia eden kimse, bütün gece yatar uyursa, yalan söylemiş olur. Herkes sevgilisini tenhâda arayıp bulmak istemez mi? İşte ben, gece vakti beni arayanlar için hazırım.
“İştiyakın bana olsun. Benimle ünsiyet et ve başkalarından uzaklaş.”
“Benim dostlarıma ne oluyor ki, onlar dünyâlığı düşünüyorlar? Halbuki, dünyâ düşüncesi, benim münâcâtımın zevkini giderir. Ey Dâvûd! Dostlarımdan istediğim, âhıreti isteyip dünyâlık için gadab etmemeleridir.”
“Ey Dâvûd! Bir husûsta, sen bir şeyi murâd edersin, ben de o husûsta irâde ederim. Netîce, ancak benim dediğim olur.”
Bir Hadîs-i şerîfte; “Üç şey vardır ki, bunlar kime verilmişse, Dâvûd'un eline verilen gibi ona da verilmiştir. (Bunlar;) hiddetli ve hiddetsiz zamanlarda adâlet, varlık ve yoklukta iktisat, gizli ve âşikârede Allahü teâlâdan korkmaktır” buyruldu.
“Ey Dâvûd! Eğer benden yüz çevirenler, benim onları nasıl beklediğimi, onlara nasıl acıdığımı ve onların günâhı terketmelerini nasıl istediğimi bilseler, bana olan heveslerinden hemen ölür ve benim sevgimden birbirlerinden ayrılırlardı. Ey Dâvûd! İşte benden yüz çevirenlere karşı irâdem budur. Bundan, bana yönelenlere karşı irâdemin ne olacağını sen düşün. Ey Dâvûd! Kulumun bana en çok muhtâç olduğu zaman, benden müstağni olduğu andır. Benim de kuluma en çok merhamet edeceğim zaman, kulumun bana arka çevirdiği andır. Benim katımda en yüksek mevkî de, bana yöneldiği andır.
“Ey Dâvûd! Uyanık ol, kendine dost ara. Beni sevmekte, sana uymayanlarla da arkadaşlık yapma. Çünkü bu gibiler senin düşmanındır, kalbini karartır ve seni benden uzaklaştırırlar.
“Ey Dâvûd! Beni taleb eden birini gördüğün zaman, ona hizmetçi ol!”
Zeyd bin Erkam (radıyallahü anh) rivâyet etti ki: Dâvûd aleyhisselâmın bir çocuğu vefât etmişti. Buna çok üzüldü. Bunun üzerine; “Bu çocuk, senin nazarında ne kadar kıymetli idi?” dendi. O da; “Yer dolusunca altın kadar” deyince, kendisine; “İşte sana bunun kadar mükafat âhırette verilecektir” diye vahyedildi.
Dâvûd aleyhisselâm; “İlâhî! Senin güneşinin harâretine dayanamazken, yarın Cehennem ateşinin harâretine nasıl dayanacağım? Yâ Rabbî! Senin rahmet için olan dâvetine dayanamazken, azâb için olana nasıl tahammül edeceğim” der, göz yaşı dökerdi.
“Ey Dâvûd! Arzularını sevgim üzerine tercih eden âlime vereceğim cezânın en küçüğü, bana yalvarmasının tadını ona haram etmektir. Ey Dâvûd! Dünyâ sevgisi kendisini kaplayan âlimi benden sorma, bu gibiler, bana muhabbetten insanlara mâni olurlar; kullarımın bana gelen yollarını keserler. Ey Dâvûd! Beni arayan birini görürsen yâni bulursan, ona hizmetçi ol. Ey Dâvûd! Bir kaçağı bana iâde eden zâtı, basiretli ve anlayışlı yazarım. Kimi anlayışlı yazarsam, ona aslâ azâb etmem.”
Allahü teâlâ, Dâvûd aleyhisselâma; “Bir kimse, her şeyden ümîd kesip yalnız bana güvenirse, yerde ve göklerde bulunanların hepsi ona zarar yapmağa, aldatmağa uğraşsalar, onu elbette kurtarırım” diye vahy gönderdi. Dâvûd aleyhisselâmın yanına iki kişi gelip, birbirinden şikayet etti. Dinleyip karar verip giderken, Azrâil aleyhisselâm gelip; “Bu iki kişiden birincisinin eceline bir hafta kaldı. İkincisinin ömrü de, bir hafta önce bitmişti. Fakat ölmedi” dedi. Dâvûd aleyhisselâm şaşıp, sebebini sorunca; “İkincisinin bir akrabâsı vardı. Buna dargın idi. Bu gidip, onun gönlünü aldı. Bundan dolayı, Allahü teâlâ, buna yirmi yıl ömür takdir buyurdu” dedi. Allahü teâlâ Dâvûd aleyhisselâma; “Yeryüzündeki bütün halka îlân et ve de ki: “Ben, beni sevenin sevgilisi, benimle oturanın arkadaşıyım. Beni zikr ile ünsiyet edenin dostu, bana arkadaşlık edenin refikiyim. Beni tercih edeni tercih ederim. Beni gerçek olarak seveni, kendim için kabûl eder ve onu herkesten üstün tutarım. Gerçek olarak beni arayan bulur, fakat başkasını arayan beni bulamaz. Ey yeryüzünün halkı! İçine düştüğünüz şaşkınlık ve aldanmadan vazgeçin. Benim keremime, arkadaşlığıma ve benimle ünsiyete yönelin ki, ben de sizinle ünsiyet edeyim ve sür’atle sizi seveyim. Zirâ ben dostlarımın tıynetini, halîlim İbrâhim, sırdaşım Mûsâ ve hâlis dostum Muhammed'in (aleyhimüsselâm) tıynetinde yarattım. Bana iştiyak duyanların kalbini, benim nûrumdan yarattım” buyurmuştur.
Dâvûd aleyhisselâm; “Yâ Rabbî! Sana müştâk olanlar, kavuşmayı isteyenler kimlerdir?” diye sorunca, Allahü teâlâ; “Onlar, her türlü keder ve bulanıklıklardan kendilerini temizlediğim ve çekinmelerini emrettiğim, gönüllerinde bana bakmaları için pencere açtığım, sâfi kimselerdir. Ben kendi yed-i kudretimle, onların kalblerini alır, göklerin üzerine yükseltirim. Sonra meleklerimi çağırırım, onlar gelir bana secde ederler. Ben meleklerime; “Sizi, bana secde etmeniz için çağırmadım, sizi, bana müştâk olanların gönüllerini göstermek ve onlarla iftihar etmek için çağırdım” derim. Onların kalbleri, güneşin yeryüzüne verdiği ziyâ gibi, göklerdeki meleklere aydınlık verir. Yâ Dâvûd! Ben, bana müştâk olanların kalblerini benim rızâmdan yarattım. Benim cemâlimin nûru ile onları nûrlandırdım. Onları benim için haberci kıldım. Onlar, nîmeti anar ve bana şükrederler. Bedenlerini ise, yeryüzünde bakacağım yer yaptım. Gönüllerinden bana gelen bir yol açtım. Her an oradan bana bakarlar ve bana olan şevk-u iştiyakları artar” buyurdu. Dâvûd aleyhisselâm; “Yâ Rabbî! Seni sevenleri bana göster” dedi. Allahü teâlâ; “Lübnan Dağı’na çık, orada genç, orta yaşlı ve ihtiyâr olarak ondört kişi vardır. Yanlarına gittiğin vakit selâmımı söyle ve de ki: “Rabbiniz size selâm eder ve buyurur ki: “Bir isteğiniz var mı? Zirâ siz benim dostlarım, sevgililerim ve velîlerimsiniz. Sizin sevinmenizle ben ferahlanır ve sizin ferahlanmanıza yardım ederim” buyurdu.
Dâvûd aleyhisselâm, Lübnan Dağı’na çıkarak, onları bir pınar başında buldu. Orada, Allahü teâlânın kudreti üzerinde düşünüyorlardı. Dâvûd aleyhisselâmı görünce, uzaklaşmak istediler. Fakat Dâvûd aleyhisselâm; “Durun! Ben Allah'ın elçisiyim, size Rabbinizin haberini getirdim” deyince, hemen Dâvûd aleyhisselâma yöneldiler ve önlerine bakarak kulaklarını ona verdiler. Dâvûd aleyhisselâm; “Ben, Allahü teâlânın size bir elçisiyim. Allahü teâlânın size selâmı var. Allahü teâlâ; “Niçin benden bir şey istemiyorsunuz? Niçin bana seslenmiyorsunuz ki, ben sesinizi ve sözünüzü duymuş olayım. Siz benim sevgililerim ve velîlerimsiniz. Sizin sevinmenizle ben de sevinirim ve sizin sevginize sür’atle gelirim. Her an şefkâtli bir anne gibi, size bakarım buyurdu” dedi.
Onlar bunu dinleyince gözlerinden yaşlar döküldü ve en yaşlıları; “Yâ Rabbî! Seni tesbîh eder ve noksan sıfatlardan tenzih ederiz. Allah'ım! Biz, senin kulların ve kullarının çocuklarıyız. Ömrümüzde bir an seni hatırımızdan çıkarmışsak, bu husûstaki kusurumuzu bağışla” dedi. Diğeri; “Allah'ım! Seni tesbîh ve takdis ederiz. Biz senin kulların ve kullarının çocuklarıyız. Bize Hüsn-i nazar etmekle ikrâmda bulun” dedi. Bir başkası da; “Allah'ım! Biz senin kulların ve kullarının çocuklarıyız. Hangi cüretle sana duâ edelim? Halbuki, bizim rahmetinden başka hiç bir şeye ihtiyâcımız olmadığını sen bilirsin. Sana gelen yola bizi devam ettir ve bu sûretle nîmetini bize tamamla” dedi. Diğeri de; “Biz senin rızânı aramakta kusurluyuz, bu husûsta kendi lütfunla bize yardımcı ol yâ Rabbî!” dedi. Bir başkası da; “Yâ Rabbî! Bizi nutfeden yarattın, bize kendi lütfunla, âzametini, düşünme imkanlarını bahşettin. Senin âzametinle meşgûl olup, celâl ve kibriyalığını düşünen ve nûruna yaklaşmak isteyen kimse hiç söz söylemeğe cüret edebilir mi?” dedi. Diğeri; “Yâ Rabbî! Senin şânının âzametinden, evliyâlarına yakınlığından ve sevgililerine fazla minnetinden, dilimiz tutuldu ve sana duâ edemedik” dedi. Bir diğeri de; “Yâ Rabbî! Seni zikretmeğe bizi hidâyet eden, seninle meşgûl olmakla bizi başkalarından alıkoyan sensin. Sana karşı şükrümüzdeki kusurumuzu bize bağışla” dedi. Diğeri de; “Yâ Rabbî! Bizim ihtiyâcımızın, yalnız senin cemâline bakmak olduğunu bilirsin” dedi. Ötekisi de; “Yâ Rabbî! Sen kendi cömertliğinden bize duâ ile emretmesen, bir kul efendisine karşı nasıl cüret edebilirdi? Karanlıkta, hidâyete ulaşacağımız nûru bize ver” dedi. Onlardan birisi de; “Yâ Rabbî! Bizim senden istediğimiz, devamlı olarak bize yönelmendir” dedi. Bir diğeri de; “Yâ Rabbî! Fazl-u kereminle bize bahşettiğin nîmetinin tamamlanmasını isteriz” dedi. Diğeri de şöyle dedi: “Yâ Rabbî! Yarattıklarının hiç birine ihtiyâcımız yok, yalnız cemâlini isteriz, bize lutfet cemâlini göster.” Diğeri de; “Allah'ım! Dünyâ ve dünyâdakilere bakmaktan gözümü, âhıretten alıkoyacak şeylerden kalbimi kör etmeni dilerim” dedi. Diğeri de; “Allah'ım! Şânının âlî ve kadrinin yüce olduğunu bilirim. Sen dostlarını seversin. Lûtfet de kalbimi senden başka herhangi bir şey ile meşgûl olmaktan alıkoy” diye duâ etti.
Allahü teâlâ Dâvûd aleyhisselâma şöyle vahyetti: “Onlara de ki: “Sevdiklerine icâbet ettim. Duâlarını kabûl ettim.”
Dâvûd aleyhisselâm; “Yâ Rabbî! Bunlar bu mertebeye nasıl kavuştular?” diye sordu. Allahü teâlâ; “Hüsn-i zan, dünyâlıktan çekinmek ve benim için halveti tercih edip yalnızlıkta bana münâcât etmeleri sayesinde. Zirâ bu mevkiye ancak dünyâyı (haram ve günâhlarını) terkedip, kalbini yalnız bana bağlayıp, bütün varlıklar üzerine beni tercih edenler ulaşır. İşte bu durumda, ben onlara her saat, çeşitli ihsân ve ikrâmlarda bulunurum. Hastalanırsa, şefkâtli bir anne gibi ona bakarım. Susadığı vakit sular ve zikrimin zevkini tattırırım. Ona bu ikrâmda bulunduğum vakit, dünyâ ve dünyâ ehline gözünü kör ederim de, dünyâlığı ona sevdirmem. Benden başka hiç bir şey ile meşgûl olmaz. Bir an önce bana ulaşmak ister. Ben ise, onu hemen öldürmeyi istemem. Onunla, gök ehline ve meleklerime iftihar ederim. İzzet ve celâlim hakkı için, âhırette onu Firdevs Cenneti'nde oturtur, cemâlimi göstermekle gönlünü hoş ederim de, kat kat benden râzı olur.
Yâ Dâvûd! Dostlarımla samîmi dostluk kur, dünyâ halkı ile de zaruri olarak bir arada bulun. Dininde başkalarını değil, beni taklit et. Ancak benim sevgime uygun bulduğuna sarıl! Şüpheli gördüğün şeylerden uzaklaş. Seni korumak bana aittir. Böyle yaparsan, senin delilin ve öncün olurum, İstemeden sana verir, zorluklarda sana yardım ederim. Yine ben, zâtıma kasem ettim ki, kendisine ve kendi işine bağlananları, işleri ile başbaşa bırakırım. Sen her şeyi benden bil. Ameline bağlanma, boşuna zahmet çekersin ve senden kimse istifâde edemez. Beni bilmenin, bir haddi hudûdu olduğunu sanma, zirâ onun nihâyeti yoktur. Benden ziyâdeyi ve fazlalığı istediğin vakit, onu sana veririm. Ziyâdenin de bir hudûdu olduğunu sanma. Sonra İsrâiloğullarına, benimle hiç kimse arasında bir münâsebetin olmadığını da bildir. Bunun için tamâmen bana bağlansınlar. Ben de, gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, hatır ve hayâle gelmeyen nîmetleri onlara vereyim. Beni, dâimâ iki gözünün önünde sakla ve basiret gözünle bana bak. Baş gözün ile akılları benden uzaklaşanlara bakma. Ben izzet ve celâlime yemîn ettim ki, denemek veya ilerde yapmak üzere bana kullukta bulunanlara sevâb kapılarını açmam. Öğretene tevâzû göster, öğrenmek isteyeni yorma. Eğer beni sevenler, öğrenenlerin benim nezdimdeki mevkilerini bilseydiler, onlara, üzerinde yürüyecek yer olur ve onları baştacı yaparlardı. Yâ Dâvûd! Düştüğü sarhoşluktan bir talebeyi kurtarırsan, seni mücâhidlerden yazarım. Benim indimde mücâhidler defterine geçenler ise, vahşet görmez ve kimseye muhtâç olmazlar. Ey Dâvûd! Sözümü dinle. Kullarımı, rahmetimden ümîdsizliğe düşürme, o zaman ben de senin bana olan arzunu benden keserim.”
Fudayl (rahmetullahi aleyh) anlatır: “Dâvûd aleyhisselâm, bir gün elini başına koyarak dağlara çıktı. Tevbe ve istiğfâr edip ağlamaya başladı. Kendisine, neden ağladığı sorulunca; “Bırakın da ağlama günü geçmeden, et kemikten ayrılmadan, azâb melekleri beni yakalamadan önce ağlayayım” dedi.
Hazret-i Ali'nin bildirdiği hadis-i kudsîde; “Ey Dâvûd! Dünyâ, köpeklerin üzerine toplanıp da sürükledikleri bir leşe benzer. Sen onlar gibi olup, onlarla beraber onu sürüklemeyi arzu eder misin? Ey Dâvûd! Güzel yemek, yumuşak elbise ve bâtıl şöhret, hem insanlar arasında (bu dünyâda), hem de âhırette elde edilsin, bu mümkün değildir” buyruldu.
Hazret-i Ebû Zer'in bildirdiği Hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem“Dâvûd (aleyhisselâm) dedi ki: “Yâ Rabbî! Kulların seni ziyâret ederlerse, alacakları ne olur? Sendeki hakları nedir? Zirâ, her ziyâret edenin, ziyâret edilende hakkı vardır.” Allahü teâlâ buyurdu ki; “Ey Dâvûd (aleyhisselâm)! Beni ziyâret edenlere, dünyâda âfiyet verir ve bana mülaki olduklarında (kavuştuklarında) da kendilerine mağfiret ederim” buyurdu.
İbn-i Ömer'in (radıyallahü anh) bildirdiği Hadîs-i şerîfte; “Halk, Dâvûd'u (aleyhisselâm) hasta zannı ile ziyârete gidiyorlardı. Halbuki, kendisindeki bu hal, Allah korkusunun şiddetinden ve kendi hayâsındandı” buyruldu.
Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem), Ebû Bekr'e (radıyallahü anh) öğrettiği duâda, Davûd aleyhisselâm ve Zebur zikredildi.
“Yâ Rabbî! Peygamberin (habîbin) Muhammed, dostun İbrâhim, sırdaşın Mûsâ, kelîme ve rûhundan olan Îsâ hürmetine; Mûsâ'ya inen Tevrât, Îsâ'ya inen İncîl, Dâvûd'a inen Zebur, Muhammed'e (aleyhimüsselâm) inen Kur'ân-ı kerîm hürmetine; bütün peygamberlerine yaptığın vahy hürmetine; mahlûkâtın üzerindeki kazâ ve takdirin, senden isteyenlere verdiğin, fakir ettiğin zenginler, zengin yaptığın fakirler, hidâyete ulaştırdıkların hürmetine; Mûsâ aleyhisselâma bildirdiğin Tevrât'ın, kulların rızıklarını böldüğün yeryüzünün, hareketten sükûna erdirdiğin dağların, ayakta tuttuğun, arş-ı âzamı taşıttığın ism-i âzamın hürmetine; Kur'ân-ı kerîmde nâzil olan samed, ahad ve tâhir isimlerin hürmetine; gündüzleri aydınlatıp geceleri karartan ismin hürmetine; âzamet-i kibriyan ve nûr-i vechin hürmetine, senin kuvvet ve kudretinle, Kur'ân-ı kerîmi okuyup anlamağı ve onu bütün vücûduma duyurmanı ve bütün hareketlerimi ona uydurmamı senden dilerim. Kuvvet ve kudret ancak sendendir. Yâ Erhamerrahîmin.”


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Cenâb-ı Hak, Dâvûd aleyhisselâma büyük teveccüh gösterip, pek çok mûcize ve husûsiyetler verdi. Bunlardan bâzıları şunlardır:
1- Allahü teâlâ, Dâvûd aleyhisselâm hakkında; “Kulumuz Dâvûd” buyurdu. Bu ilâhî hitâb, onun şerefinin, derecesinin üstünlüğünü göstermektedir.
2- Dâvûd aleyhisselâm, bütün işlerinde sâdece Allahü teâlânın rızâsını gözetir, O'na yönelirdi.
3- Cenâb-ı Hak; dağları, taşları, kuşları onun emrine verdi. Zebur'u okumaya başladığı zaman; kuşlar, havadan ağaçlara iner, hep birlikte, okunan Zebur'u tekrar ederlerdi. İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) buyururdu ki: “Dâvûd aleyhisselâm tesbîh okuduğunda (Allahü teâlâyı zikrettiğinde), dağlar da onunla birlikte tesbîh eder, kuşlar toplanır, beraberce tesbîh okurlardı. Bu, mûcize idi. Kur'ân-ı kerîmde bu husûs şöyle bildirilmektedir:
“...Ey dağlar ve kuşlar! Dâvûd (aleyhisselâmtesbîh edince, siz de onu tekrar ediniz...” (Sebe’ sûsesi: 10)
“Doğrusu biz, akşam-sabah onunla tesbîh eden dağları ve kuşları, onun emrine vermiştik.” (Sâd sûresi: 18)
(Her yandan ona doğru) toplanıp gelen kuşları da emrine verdik. (Gerek o dağlardan, gerek bu kuşlardan) her biri, (itaat ederek) onunla tesbîh ederdi. (Sâd sûresi: 19)
“Dağları ve kuşları, Dâvûd (aleyhisselâmile birlikte tesbîh etmek üzere emrine vermiştik. (Bütün bunları) yapanlar bizdik.” (Enbiyâ sûresi: 79)
4- Mantık-ut Tayr'ı (kuşların dilini) bilirdi. Kur'ân-ı kerîmde meâlen; “Süleymân (aleyhisselâm, babası) Dâvûd'a (aleyhisselâm nübüvvet, ilim ve mülküne) vâris oldu. (ve Süleymân aleyhisselâmdedi ki: Ey insanlar! Bize kuşların dili öğretildi.” buyruldu. (Neml sûresi: 16)
Fahreddîn-i Razî (rahmetullahi aleyh) bildirdi ki: “Buradaki murâd, kuşların maksatlarını, arzularını anlamasıdır.”
5- Allahü teâlâ, Dâvûd aleyhisselâma demiri hamur yapacak bir kudret verdi. Demire istediği şekli verebilmesinin ayrı bir özelliği vardı. Ateşe sokmadan ve dövmeden demire, mum gibi, istediği biçimi verirdi. Bu hâl ona verilen bir mûcize idi. Kur'ân-ı kerîmde bu husûs şöyle bildirilmektedir:
“...Biz ona demiri (bal mumu gibi) yumuşattık.” (Sebe’ sûresi: 10)
6- Demirden zırh yapıp satar, elinin emeğiyle geçinir, devlet hazînesinden bir şey almazdı. Cenâb-ı Hak, Dâvûd aleyhisselâma zırh yapma san’atını öğrettiğini, Kur'ân-ı erîmde haber vermektedir: “Biz Dâvûd'a (aleyhisselâm) sizin için zırh yapmak san’atını öğrettik.” (Enbiyâ sûresi: 80)
(Dâvûd aleyhisselâma bütün bedeni örtecek) uzun zırhlar yap, onları dokumada intizamı gözet diye emrettik...” (Sebe’ sûresi: 11)
Dâvûd aleyhisselâm, çoğu zaman kıyafet değiştirip şehirde dolaşır, idâreden halkın memnun olup olmadığını araştırır; konuşmalarını gizlice öğrenmeye çalışırdı. Herkes onu medh-ü senâ eder, memnuniyetlerini bildirirlerdi. Bir gün kıyafet değiştirerek çıkmış, kendisinin gidişi hakkında memleketinde hâsıl olan kanaati soracak birisini aramıştı. Karşısına insan şeklinde bir melek (Cebrâil aleyhisselâm) çıktı. Dâvûd aleyhisselâm onu tanıyamadı. Ona; “Dâvûd'un memleketindeki durumunu nasıl buluyorsun?” dedi. Cebrâil aleyhisselâm; “O, ne iyi kişidir. Yalnız kendisinde bir haslet daha olsa” dedi. Dâvûd aleyhisselâm; “O haslet nedir?” deyince, melek (Cebrâil aleyhisselâm) ona; “İşittim ki o, Beyt-ül maldan (hazineden) geçiniyormuş. Halbuki, kişinin zor zahmet kendi kazancını yemesinden daha üstün bir şey yoktur” dedi. Bunun üzerine Dâvûd aleyhisselâm geri döndü. Cenabı Hak'tan, kendi elinin emeğiyle bir geçim ihsân etmesini niyaz etti. Allahü teâlâ da ona demircilik san’atını öğretti. Artık o, zırh yapıp, satıyor ve bununla geçiniyordu. Zırh yapma sayesinde maişeti bollaştı. Hazret-i Dâvûd fakir ve düşkünlere sadaka verir, malının üçte birini müslümanların işleri için sarfederdi. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Dâvûd aleyhisselâmı elinin kazancıyla geçinmesinden dolayı medhetti.
Buhârî'deki bir Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “İnsanın yediklerinin en hayırlısı, iyisi, bileği ile kazanıp yediğidir. Allahü teâlânın peygamberi Dâvûd (aleyhisselâm) elinin emeği ile kazanıp yerdi.”
7- Saltanatı heybetli olup, devleti, zamanının en kuvvetli devleti idi.
8- Kendisine ilim, hikmet ve fasl-ı hitâb verildi. Ahmed bin Muhammed el-Gaznevî, ilim öğrenmenin fazîleti hakkında buyuruyor ki: “Îmân bilgilerinden sonra ilimlerin en güzeli ve en üstünü, fıkıh ilmidir. Allahü teâlâ Bakara sûresi: 269. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruyor ki: “Hak teâlâ, dilediği kimseye hikmet ihsân eder. Kime hikmet verilmişse, muhakkak ona çok hayır verilmiştir. Bu âyet ve öğütleri, ancak kâmil akıl sâhipleri anlar.” Kelbî (radıyallahü anh), buradaki hikmetin, fıkıh ilmi olduğunu bildirmiştir. Neml sûresi 15. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Biz, Dâvûd ve Süleymân'a (aleyhimesselâm hüküm ve kazâya dair) ilim verdik. Onlar da; Allahü teâlâya hamdolsun ki, (nübüvvet, kitap ve sair ilimler ve hikmetle) bizi (kendilerine bu hasletlerin verilmediği) mü’minlerin çoğu üzerine üstün kıldı dediler.”
Tibyan tefsîrinde bildirildiğine göre, bu âyet-i kerîme; ilmin şerefinin, diğer bir çok nîmetlerden üstün olduğuna işârettir. Kendilerine ilim verilenler, diğer mü’minlerin çoğundan fazîletli olurlar.
Tefsîr âlimleri, hikmetten murâdın; peygamberlik, reyinde isabet, Zebur, kâmil bir ilim ve amel olduğunu söylemişlerdir. Fasl-ı hitâbdan murâdın ise, hakkı bâtıldan ayırarak dâvâları halletmek, reyde isabet ve üstün belâgatla hitâb etmek olduğunu belirtmişlerdir.
9- Dâvûd aleyhisselâma, o vakte kadar diğer peygamberlere verilenlerden ayrı ve fazla olarak fadl verilmiştir. Kur'ân-ı kerîmde Sebe’ sûresi 10. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Biz Dâvûd'a (aleyhisselâmtarafımızdan diğer peygamberler ve diğer insanlar üzerine bir fadl (imtiyaz) verdik” buyruldu. Âlimler, fadldan murâdın, peygamberlik, kitap (Zebur), mülk, güzel ses, demiri hamur gibi yoğurma ve diğer bir çok meziyetler olduğunu bildirdiler.
10- Allahü teâlâ, Dâvûd aleyhisselâma Zebur'u verdi. Cenâb-ı Hak fazîletin, din ve ilimle olup, malla olmadığına işâret ederek meâlen; “Biz Dâvûd'a (aleyhisselâmZebur'u verdik.” (İsrâ sûresi: 55) buyurdu ve onun fazîletini bildirdi. Hazret-i Dâvûd'un sesi çok güzel olup, gönülleri cezbederdi. Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyruldu: “Dâvûd'a da (aleyhisselâmZebur'u verdik.” (İsrâ sûresi: 55) “Dâvûd'a (aleyhisselâmZebur verdiğimiz gibi, (Habîbim) şüphesiz sana da vahyettik.” (Nisâ sûresi: 163) “Tevrât’dan sonra Zebur'da da yazmışızdır ki, arza (Cennet’e ancak) sâlih kullarım mîrasçı olur.” (Enbiyâ sûresi: 105)
Zebur, manzum olup İbranî dili üzere idi. Meşhûr dört kitabın biri olup, Tevrât’dan sonra indirilmiştir. Vâz ve nasîhat şeklinde olup, Tevrât'ı kuvvetlendirir, açıklar. Onunla amel etmeğe çağırdığından, Tevrât'ı nesh etmedi, yâni hükümlerini yürürlükten kaldırmadı. Ayrı bir şeriat kitabı değildi. Zâten Dâvûd aleyhisselâm da ayrı bir resûl olmayıp, İsrâiloğullarının peygamberlerinden biri idi. Arais’de yazıyor ki: Zebur, İbranî dili üzere inmiştir. Vaaz ve nasîhatleri ihtivâ eder. İçinde helâl ve harama dâir hükümler yoktur.
Zebur, Dâvûd aleyhisselâma Ramazân ayında nâzil oldu. Dâvûd aleyhisselâmın sesi çok güzel, pek yanık ve tatlı idi. Allahü teâlâ hiç bir kuluna böyle bir ses ihsân etmemişti. Zebur'u, Dâvûd aleyhisselâmdan dinleyenler hayran, şaşkın kalıp, pek çok kimse kendinden geçer, düşerdi. Zebur okumağa kalkınca, ardında Benî İsrâil'in âlimleri, arkalarında diğer insanlar, cinler de insanların arkalarında dururdu. Daha arkada ehlî hayvanlar, en sonra yırtıcı hayvanlar durur; kuşlar da üzerine kanat gerip, gölge eder, rüzgâr dinerdi.
Buhârî’deki Hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), bir gün Ebû Muse'l-Eş’arî'yi Kur'ân-ı kerîm okurken dinledi ve; “Gerçekten sana Dâvûd'un (aleyhisselâmmizmarlarından (güzel ses, ses ahengi) biri verilmiştir” buyurdu. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), bu Hadîs-i şerîfinde, onun sesini Dâvûd aleyhisselâmın sesine benzetti.
Muhammed bin İshak'ın rivâyetine göre; cenâb-ı Hak, Dâvûd aleyhisselâma ihsân ettiği (güzel ve gür) ses gibi, hiç bir kimseye bahşetmemiştir. O, Zebur'u okurken, bütün vahşi hayvanlar boyunlarını eğerek etrâfında toplanırlar ve sesini dinlerlerdi. Beydâvî’de de; O Zebur'u okuduğu zaman; insanlar, cinler, vahşî hayvanlar etrâfında halka olur, dinlerlerdi şeklinde bildirilmektedir.
Dâvûd aleyhisselâmın mübârek hançeresinden, yetmişiki türlü sedâ (ses) işitilirdi. Vehb (radıyallahü anh) bildirdi ki: Zebur'u okudukta etrâfına yırtıcı ve yırtıcı olmayan hayvanlar ile kuşlar toplanırlar, aslâ birbirlerine zarar vermezlerdi. Bütün mahlûkât onun emrine verilmişti. Kuşlar, cinler, insanlar emrini dinlerlerdi. Mel’ûn iblis bu hâli kıskanıp hased etti. Şeytanlarını yanına toplayıp, onlara; “Halkın gönlünü Dâvûd'a (aleyhisselâm) bağlılıktan ayırıp, aralarına nefret sokmak için ne çâre düşünürsünüz” dedi. Şeytanlar; “Ey babamız! Bu fitneleri sen bizden daha iyi bilirsin” dediler. O zaman iblis; “Dâvûd'un (aleyhisselâm) sedâsına benzer bir ses bulmalı. Oyun ve çalgı aletlerini çalıp, onunkine benzetelim” dedi. Sonra da şeytanlar, oyun ve çalgı aletleriyle halkı saptırmaya çalıştılar.
Ebû Hüreyre'nin (radıyallahü anh) bildirdiği Hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Dâvûd'a (aleyhisselâm kendisine vahy olunan Zebur'u) okumak kolaylaştırıldı. Dâvûd aleyhisselâm kendisini (ve maiyetinin) binek hayvanlarının (sefere) hazırlanmasını emrederdi ve atlar eğerlenirdi. Ve bunlar eğerlenmezden evvel Zebur'u okurdu (hatmederdi).” Yine; “Dâvûd (aleyhisselâm) kendi elinin emeğinden yerdi” buyruldu.
11- Yırtıcı hayvanlar, hazret-i Dâvûd'un huzûruna gelip, tam bir bağlılıkla ona hizmet ederlerdi.
12- Dâvûd aleyhisselâmın husûsiyetlerinden biri de, kendisine ihsân edilen nîmetlere şükredip, ihsân sâhibinin hakkına riâyet edici olmasıdır.
Dâvûd aleyhisselâmAllahü teâlâya şöyle münâcâtta bulundu: “Yâ Rabbî! Âdem aleyhisselâma sayısız ikrâm ve nîmetlerde bulundun. O sana nasıl şükretti?” Allahü teâlâ; “Ey Dâvûd! Âdem (aleyhisselâm) bütün bu ikrâmların benim tarafımdan olduğunu bildi. Bu bilmesini, onun şükrü olarak kabûl ettim” buyurdu.
Rûh-ul Beyân’daki Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Kıyâmet gününde, bir münâdî şöyle seslenir: “Dikkat ediniz! Muhakkak ki, Dâvûd (aleyhisselâm), abidlerin arasında en fazla şükredendir.”
Şükür: Allahü teâlâya, verdiği nîmetleri ile âsî olmamak, yâni Hakk'ın nîmetini O'nun râzı olmadığı şeylerde kullanmamaktır.
Allahü teâlânın nîmetlerini dile getirmek de şükürdür. Nitekim Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allahü teâlâya şükretmiş olmaz. Aza şükretmeyen, çoğa şükretmez. Allahü teâlânın nîmetlerini dile almamız şükür, hiç bahsetmememiz ise nîmete küfürdür. Birlik rahmet, ayrılık azâbdır” buyurdu.
Kul, Allahü teâlânın nîmetlerini düşünür, şükrünü kendine lâzım bilip, “Elhamdülillah” derse, nîmete şükretmiş olur. Şükrün, kısaca târifi, İslâmiyetin emirlerine uymaktır. Kur'ân-ı kerîmde meâlen; “Nimetlerimin kıymetini bilir, emrettiğim gibi kullanırsanız, onları arttırırım. Kıymetlerini bilmez, bunları beğenmezseniz, elinizden alır, şiddetli azâb ederim” buyruldu. (İbrâhim sûresi: 7)
Şükür, din ve dünyâ nîmetlerinin artmasına sebep olmaktadır. Nimet umûmî olunca, insan bunları görmez ve nîmetin kıymetini bilmez. Bir nîmetin kıymetini, nîmete kavuşmayana sormalıdır. Gençliğin kıymetini yaşlılar, sıhhatin kıymetini hastalar, rahatın kıymetini sıkıntı içinde olanlar, zenginliğin kıymetini fakirler, hayatın kıymetini ölüler bilir. Allahü teâlâ meâlen; “Sizlere, gizli-açık nîmetler verdim” buyuruyor. Açık ve gizli nîmetin ne olduğu hakkında ise Hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmaktadır: “Açık nîmet, her uzvu düzgün, güzel yaratılmış olmak; gizli nîmet ise güzel ahlâktır.”
Şükür; kalb, dil ve beden ile olur. Kalbin şükrü îmân etmekle olur. Dilin şükrü, Allahü teâlâyı hatırlayıp söylemektir. Bütün bedenin şükrü ise, namaz kılmak ile yapılmış olur. Ayrıca, kalb ile şükür, herkes için iyilik istemektir. Dil ile şükür, nîmeti değil nîmet sâhibini görerek şükrünü açıkça ifâde edip, “Elhamdülillah” demektir. Beden ile şükür ise, bütün uzuvları, Allahü teâlânın bir nîmeti bilmek ve ne için yaratılmışsa, o işte kullanmaktır.
Nimeti, Allahü teâlânın sevdiği ve istediği işe sarf edince, şükür yapılmış olur. Şükrün îmânla alakası bulunmaktadır. Hadîs-i şerîflerde buyruldu ki: “Kıyâmet günü; Şükredenler ayağa kalksın denir. Allahü teâlâya şükredenlerden başkası kalkmaz.”
Allahü teâlânın verdiği nîmetlere dâimâ şükredici olmalıdır. Şükrün esası, Allahü teâlânın; “Nimetlerimin kıymetini bilir, emrettiğim gibi kullanırsanız, onları arttırırım.” meâlindeki İbrâhim sûresi 7. âyet-i kerîmesindeki emrine uymaktır. Bir gün Mûsâ aleyhisselâm, Tûr-i Sînâ'da, Allahü teâlâya münâcât ederken; “Yâ Rabbî! insanlara el, ayak, göz, kulak ve bunlara benzer bir çok nîmetler verdin. Bu nîmetlerin şükrünü nasıl ifâ edebilirler?” deyince, karşılığında, Allahü teâlâ da şöyle buyurdu: "Yâ Mûsâ! Bir kimse kendine verdiğim nîmeti benden bilip, kendinden bilmezse, şükrünü edâ etmiş olur. Bir kulum rızkını kendi çalışması ile bilip, benden bilmezse, nîmetin şükrünü edâ etmemiş olur.”
İnsanlara lâyık olan, her zaman kendisine verilen rızkı ve başka nîmetleri, Allahü teâlâdan bilmektir. Karşılığında ise gece-gündüz şükür ve tesbîh ile hamd eylemektir.
Hadîs-i şerîfte; “Bir müslümanda üç şey bulunursa, Allahü teâlâ onu muhâfaza ve himâye eder, onu sever, merhamet eder. (Bunlar); nîmete şükretmek, zâlimi affetmek, gadaba gelince, gadabını yenmek” buyruldu. Nimete şükretmek, onu İslâmiyete uygun şekilde kullanmak demektir.
Şükür, çok kıymetli yüksek bir mertebedir. Allahü teâlâ“Şükredenler azdır” buyurdu. Peygamber efendimiz de (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdular ki: “Nimet, yabanî bir kuştur. Ayağını şükürle bağlayın, uçup gitmesin!”
Bir hükümdârın oğlu attan düştü ve boyun kemikleri birbirine girdi. Öyle ki, boynu fil boynu gibi gövdesine battı. Başını çevirebilmek için bütün gövdesini döndürüyordu. Ülkesindeki bütün doktorlar tedavisinde âciz kaldılar. Yalnız, başka ülkeden gelen bir doktor, başını eski hâline getirebildi ve damarlarıyla kemiklerini düzeltti. O doktor olmasaydı, şehzade sakat kalacak, belki de ölüp gidecekti. Bir gün şehzadeyi iyi eden doktor, onu ve babasını ziyârete gitti, iyiliği takdir etmeyen nankör hükümdâr ile şehzade, ona hiç yüz vermediler. Doktor kendisine revâ görülen bu muâmeleden müteessir oldu ve hükümdâr ile oğlu utanacakları yerde, doktor utanarak başını yere eğdi. Kalkıp giderken şöyle mırıldanıyordu: “Ben onun boynunu çevirip eski hâline koymasaydım, bugün yüzünü benden çeviremezdi.”
Zamânla, şehzadenin başı eskisi gibi çarpıldı. Bunun, o zâta yaptıkları hürmetsizlik sebebiyle olduğunu anladılar. Pâdişahın emriyle o doktoru çok aradılar bir türlü bulamadılar. Kendisinden özür dileyeceklerdi. Fakat iş işten geçmişti. Bu kıssadan ibret almalıdır.
Cenâb-ı Hakk'a şükürden yüzünü çevirme ki, yarın mahşer günü boynu bükük kalmayasın.
Şakik-i Belhî (rahmetullahi aleyh), Mekke'ye gitti. Orada çok kimseler etrâfında toplanır, sohbetlerinden ve nasîhatlerinden istifâde ederlerdi. Birisine dedi ki: “Geçimini nasıl te’min ediyorsun? Bir şey bulamazsan ne yapıyorsun?” O kimse cevap olarak; “Bir şey bulursam şükrediyorum, bulamazsam sabrediyorum” dedi. Hazret-i Şakik; “Belh şehrinin köpekleri de böyledir. Buldukları zaman sevinirler. Bulamazlarsa bekleyip sabrederler” buyurdu. O kimse; “Peki bu husûsta sizin yaptığınız nedir?” diye sorunca, cevâben; “Elimize bir şey geçerse, başkalarını kendimize tercih eder, başkalarına veririz. Geçmezse şükrederiz” buyurdu. Bunun üzerine o kimse, Şakik-i Belhî hazretlerine sarıldı ve; “Vallahi sen büyük bir zâtsın” dedi.
Ebû Osman (rahmetullahi aleyh); “Şükür; şükürden, aczi îtirâf etmektir” buyurdu.
İmâm-ı Şiblî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Şükür, nîmeti görmeyip, nîmet sâhibini görmektir.”
13- Dâvûd aleyhisselâm günâhtan korkan, ibâdete tahammülü çok ve kuvvet sâhibi idi. Cenâb-ı Hak onu kuvvetli vasfıyla medhetti. Dâvûd aleyhisselâm çok tevbe ve çok istiğfâr ederdi.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget