Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Rivayete göre. Süleymân aleyhisselâm, Beyt-ül-Makdis'in (Mescid-i Aksâ'nın) inşasını bitirince, Mekke-i mükerremeye gitmeye karar verdi. Hazırlığını yaptı. Rüzgâr, cinler, insanlar, kuşlar ve diğer vahşî hayvanlardan meydana gelen ordusu ile birlikte yola çıktı. Mekke-i mükerremeye varıp, bir müddet orada ikâmet etti. Orada, kavminin ileri gelenlerine; “Buradan bir peygamber çıkacaktır. Hak husûsunda, O'nun yanında herkes birdir. Allahü teâlânın emrini yerine getirmek husûsunda, kınayanın kınamasına aslâ kıymet vermez” dedi. Yanında bulunanlar ona; “O hangi din üzeredir?” dediler. Süleymân aleyhisselâm da; “O hanif dîni yâni İslâm dîni üzeredir. O'na yetişip de îmân edenlere ne mutlu! Burada olanlar, olmayanlara; O'nun, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) efendisi ve son peygamber olduğunu ulaştırsınlar” buyurdu. Süleymân aleyhisselâm, kurbanlar kesip ibâdetler yaptıktan sonra, bir sabah vakti, Mekke-i mükerremeden ayrılarak Yemen tarafına gitti. Birkaç saatte San'a'ya vardı. Gördüğü güzel bir arâziye inerek namaz kılmak ve bir şeyler yemek istedi. Süleymân aleyhisselâm iniş ile meşgûl iken, hüdhüd, daha yükseklere çıkıp, etrâfı seyretmeye, meşgûliyetinin bitmesine yakın yanında olmaya karar verdi. Hüdhüd etrâfa bakınırken, Belkıs'ın güzel bahçelerinden birini gördü. Hoşuna gidip, oraya indi. Burada, başka bir hüdhüd ile karşılaştı. Karşılaştığı hüdhüd ona; “Nereden gelip, nereye gidiyorsun?” dedi. Hüdhüd ona; “Pâdişahımız, Süleymân bin Dâvûd'la Şam tarafından geldik. O; insanların, cinlerin, şeytanların, kuşların ve diğer vahşî hayvanların sultânıdır” dedi. “Senin pâdişahına büyük bir mülk verilmiş. Fakat bu Yemen diyârının melikesi Belkıs da, ondan aşağı değildir. Çünkü onun emrinde, pek çok kumandan, her kumandana bağlı pek çok asker vardır. İstersen sana onun mülk ve saltanatını göstereyim” dedi.
İbn-i Abbâs'ın bildirdiğine göre, hüdhüd nerede su olduğunu bilir ve Süleymân aleyhisselâma su bulurdu. Suyun yakınlığını ve uzaklığını bilirdi. Suyun bulunduğu yeri gagalar, cinler gelir, orayı kazıp, su çıkarırlardı.
İbn-i Abbâs'a; “Hüdhüd (Çavuş kuşu), böyle bir haslete sâhip olduğu hâlde, bir çocuk tuzak kurup, üzerini azıcık bir toprakla örtünce, toprağın altındaki tuzağı görmez. Gelir üstüne basar. Tuzağa yakalanır. Halbuki o, toprağın altındaki suyu görmektedir” denildi. İbn-i Abbâs (radıyallahü anh); “Kaza ve kaderin vakti gelince göz görmez olur, akıl baştan gider” cevâbını verdi.
Süleymân aleyhisselâmın hüdhüdü, Yemenli hüdhüde; “Namaz vaktinde Süleymân aleyhisselâmın suya ihtiyâcı olup beni aramasından korkuyorum” dedi. Yemenli hüdhüd; “Fakat, Belkıs'ın memleketini Süleymân aleyhisselâma haber verirsen, o bundan memnun kalır” dedi. Süleymân aleyhisselâmın hüdhüdü, onunla beraber Belkıs'ın mülkünü görmek için gitti. Süleymân aleyhisselâmın ordusu ile beraber indiği yer, susuz bir yerdi. Su ihtiyâcı üzerine, insan ve cinlerden orada su bulunup bulunmadığını araştırdı. Onlar da bilemediklerini söylediler. Süleymân aleyhisselâm, adı geçen hüdhüdü sordu. Çünkü o hüdhüdlerin reîsi idi. Ona, oralarda su bulunup bulunmadığını soracaktı. Fakat onu ortalıkta göremedi. Sonra kuşları tanıyan, akbaba (veya kerkenez kuşunu) çağırdı. Ona, hüdhüdün nerede olduğunu sordu. O da bilmediğini söyledi. Süleymân aleyhisselâm, hüdhüdün orada bulunmadığını anladı. Bu husûs, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir: (Süleymân aleyhisselâm hüdhüdü görmek için) kuşları araştırdı. (Onu kuşlar arasında göremeyince;) Bana ne oluyor ki; (kuşların arasında) hüdhüdü görmüyorum? (Acabâ ne oldu?) Yoksa gayıplardan mı oldu? dedi. (Neml sûresi: 20)
Rûh-ul-Beyân tefsîri’nde, Tevîlat-ı Necmiyye isimli eserden naklen şöyle bildirilmektedir: Bu âyet-i kerîme; sultânlara, memleketleri husûsunda uyanık ve dikkatli olmalarına, halkın işlerini iyi yürütmelerine, teb’asından en büyük mertebede olanların durumlarını araştırdığı gibi, en küçüklerinin de hâllerini sorup öğrenmesine, büyük-küçük hepsinin varlığından ve yokluğundan haberdâr olması icâb ettiğine işâret etmektedir. Nitekim Süleymân aleyhisselâm, kuşların en küçüklerinden olan hüdhüdün durumunu araştırmış, onun izinsiz azıcık ortadan kaybolması kendisine gizli kalmamıştır.
Süleymân aleyhisselâm, tebaasına son derece şefkâtli idi. Bu sebeple kusuru kendi şahsına nispet ederek; “Bana ne oluyor ki, hüdhüdü görmüyorum” dedi. Bununla tebaasının faydasını gözetmek ve onları terbiye etmek istedi. Bunun için; “Hüdhüde ne oluyor ki, onu (kuşlar arasında) görmedim?” demedi.
Hüdhüdün orada bulunmadığı kesin olarak ortaya çıkınca, Süleymân aleyhisselâm gadablandı ve tehdit ederek meâlen; “(Tüyünü yolup, güneşin harâretinde bırakmak, yahut çiftinden ayırmak, yahut yanında ona zıt bir kuş bulundurmak, yahut karıncalı bir yere koyup onu karıncalara yedirmek, yahut onu akranlarına hizmetçi yapmak veya huzûrumdan kovmak sûretiyle) ona şiddetli bir azâb yapacağım” buyurdu. (Neml sûresi: 21)
Rûh-ul-Beyân’da, bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde şöyle buyrulmaktadır: Hüdhüde yapılan bu tehdit, onu terbiye etmek için azâb ile yapılmış bir korkutmadır. Hüdhüd, mükellef bir varlık değildir. Mükellef olmayanların terbiyesi dört ayaklı hayvanların terbiyesi gibidir.
Yine Rûh-ul-Beyân tefsîri’nde, Tevîlat-ı Necmiyye’den naklen şöyle bildirildi: Âyet-i kerîme, Süleymân aleyhisselâm zamanında kuşların ve Süleymân aleyhisselâma itâatle emrolunmuş olan insanların ve cinlerin kendi hâllerine münâsip bir teklifle mükellef olduklarını, Süleymân aleyhisselâmın bir mûcizesi olarak emir ve nehyleri kabûlde kuşların da insanlar gibi olduğunu göstermektedir.
Ayet-i kerîmenin devamında bildirildiği gibi, Süleymân aleyhisselâm sözlerine meâlen şunları da ilave etti: “Yâhud onu mutlaka (boğazından) keseceğim. Yâhud bana (kayıp olmasına mâzeret olacak) açık ve kat’î bir delil getirir.” (Neml sûresi: 21)
Süleymân aleyhisselâm hüdhüd hakkında bu tehdidi yaptıktan sonra, kuşların efendisi olan Ukâb isimli kuşu çağırdı. Hüdhüdü derhal bulup getirmesini emretti. O kuş, hemen havalandı. Her tarafı gâyet iyi görüyordu. Etrâfa bakınırken, hüdhüdün Yemen tarafından gelmekte olduğunu gördü. Nitekim Kur'ân-ı kerîmde meâlen; “Derken (hüdhüd) çok eğlenmeyip döndü” buyruldu. (Neml sûresi: 22)
Hüdhüdün ortadan kaybolması her ne kadar şiddetli azâba uğratmasına sebep ise de, kaçmasını telâfîye çalışması ve gittiği yerden sür’atle dönmesi de onun hakkında hayır ve saâdet alâmetlerindendir. Süleymân aleyhisselâmın hüdhüdü aramakla vazifelendirdiği kuş, ona doğru öterek seslendi. Hüdhüd, kötü bir haber olduğunu anladı. Yaklaşınca o kuş hüdhüde; “Allahü teâlânın peygamberi Süleymân aleyhisselâm sana pek şiddetli azâb edeceğine, yahut seni boğazlatacağına yemîn etti” dedi. Bunu duyan hüdhüd, Süleymân aleyhisselâma doğru uçtu. Süleymân aleyhisselâmın bulunduğu yere varınca, onu akbabalar ve diğer kuşlar karşıladı. Ona; “Yazık sana! Bugün nerede idin?” diyerek, Allahü teâlânın peygamberi Süleymân aleyhisselâmdan bahsedip, onun hakkında yaptığı tehdidi tekrarladılar. Bunun üzerine hüdhüd; “Süleymân aleyhisselâmın istisna tuttuğu bir sözü olmadı mı?” diye, sordu. Onlar da; “Evet istisnası oldu. “Yâhud bana (mazeretini beyân eden) açık, kat’î bir delil getirir” buyurdu” dediler. Hüdhüd; “Öyleyse, kurtuldum” dedi. Ukâb, hüdhüdü, Süleymân aleyhisselâmın huzûruna çıkardı. Süleymân aleyhisselâm, kürsîsinde oturuyordu. Ukâb; “Hüdhüdü getirdim, yâ Nebiyyallah” dedi. Hüdhüd, Süleymân aleyhisselâma yaklaşıp, tevâzû ve hürmetini arzetti. Süleymân aleyhisselâm, Ona; “Nerede idin? Sana şiddetli azâb edeceğim” buyurdu. Bunun üzerine hüdhüd, âyet-i kerîmede bildirildiği gibi meâlen; Ey Allah'ın Nebîsi!) Ben, senin bilmediğin bir şeye vâkıf oldum. (Senin ve ordunun varmadığı yere vardım.) Sebe’ şehrinden sana çok doğru (ve mühim) bir haber getirdim dedi. (Neml sûresi: 42)
Hüdhüdün, Süleymân aleyhisselâmın bilmediği bir şeyi bilmesi, onun peygamberliğinin şânına bir şey getirmez. Çünkü Hüdhüdün bildiği şey, nübüvvetle (peygamberlikle) alakalı değildi. Bu bilgi, sırf his uzvuna bağlı olup, onu bilmekte ve görmekte, akıl sâhibi olanlar, ile akıl sâhibi olmayanların müşterek oldukları bir bilgidir.
Sonra bu âyet-i kerîme, peygamberlerin de gaybı bilmediklerini, ancak, mûcize olarak, Allahü teâlâ kendilerine bildirdiği takdirde, haberdâr olabildiklerini göstermektedir.
Yine Hüdhüdün, Süleymân aleyhisselâma; “Ben, senin bilmediğin bir şeye vâkıf oldum” demesi, edebe uygun değil ise de, peşinden faydalı bir şey bildirmesi, önceki sözünün yükünü hafifletti. Büyükler, böyle edebe uygun olmayan hareket ve sözlere faydalı bir husûs ile beraber söyleyince, sabır ve tahammül gösterirler. Nitekim hüdhüd, bu sözünün hemen peşinden, âyet-i kerîmede bildirildiği gibi meâlen; “Sebe’ (şehrin) den sana kat’î bir haber ile geldim” dedi. Tefsîr âlimlerinin bildirdiğine göre, âyet-i kerîmede; doğruluğunda aslâ şüphe olmayan haberleri sultâna, âmire bildirmenin lâzım olduğuna işâret vardır.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Allahü teâlâSâd sûresi 31. âyet-i kerîmesinde; Süleymân aleyhisselâmın ne güzel bir kul olduğunu, bütün vakitlerinde Allahü teâlâya, tevbe ve tesbîh ile yönelen bir zât olduğunu bildirmektedir. Müfessirler, bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde buyuruyorlar ki: Bütün hâllerinde Allahü teâlâya tevbe ve rücûu çok olan kimse; “Ne iyi kuldur” diye vasıflanır. Çünkü, insanın kemâli, hakkı ve hayrı tanımasındandır. Marifetlerin başı, Allahü teâlâyı tanımaktır. Tâatların başı ise, her hayrın Allahü teâlâdan olduğunu îtirâf etmektir. Böyle kimsenin, tevbesi ve Allahü teâlâya dönmesi çok olur ve; “Ne iyi kuldur” vasfına mazhar olur.
Âyet-i kerîmenin devamında meâlen; “Hani ona öğleden sonra, bir ayağını tırnağı üstüne dikip, üç ayağının üzerinde duran koşu atları gösterilmişti de; Muhakkak ki ben hayr (at) sevgisine (sadece) Rabbimi zikretmek için düştüm demişti. Nihâyet (bu atlar) perdenin arkasına gizlenmişlerdi (gözden kaybolmuşlardı. Dedi ki:) Onları (atları) bana döndürün. Hemen ayaklarını, boyunlarını okşamaya, taramaya başladı.” buyrulmuştur. (Sâd sûresi: 31-33) Bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde, Fahreddîn-i Razî (rahmetullahi aleyh) şöyle buyurmaktadır: Muhârebe için at yetiştirmek, bizim dînimizde olduğu gibi Süleymân aleyhisselâmın dîninde de sevâb idi. Süleymân aleyhisselâm, at yetiştirmeye ehemmiyet verirdi. Bir gazâ için hazırlık yapıyordu. Bir yere oturup, atların hazırlanmasını, koşturularak idman yaptırılmasını emretti ve; “Ben bunları dünyâ nîmetlerinden haz almak için değil; Allahü teâlânın emri için, O'nun dînini takviye etmek, kuvvetlendirmek arzumun çokluğundan seviyorum” buyurdu. İşte; “Muhakkak ki ben, hayr (at) sevgisine (sadece) Rabbimi zikretmek için düştüm.” meâlindeki âyet-i kerîmeden murâd budur. Sonra Süleymân aleyhisselâm, atların yine koşturulmalarını emredince, dört nala gözden kayboldular. Süvârilere, atların kendisine getirilmesini emretti. Atlar getirilince, ayaklarını ve boyunlarını sığadı. Süleymân aleyhisselâm atların ayaklarını ve boyunlarını sığamakla;
1- Düşmanı defetmekteki yardımları ve hizmetleri pek büyük olduğu için, onların kıymet ve şerefini ifâde etti.
2- Mülkü muhâfaza etmekte pek çok faydası görülen atlara, gerekli alâkayı göstermiş oldu.
3- Süleymân aleyhisselâm, atların ahvâlini, hastalıklarını ve onlarda bulunanları gâyet iyi biliyordu. Bu sebeple, onların durumlarını gözden geçirmek, bacaklarını ve boyunlarını sığamak sûretiyle, onlarda herhangi bir hastalık hâlinin olup olmadığını öğrenmek istedi.
Âyet-i kerîmede, Süleymân aleyhisselâmın atlarının vasıfları da bildirilmektedir. Onlar, üç ayağını basar, diğer ayağının tırnağını dikerek hareketsiz dururlardı. Bu duruş şekli, tam ve hareketsiz bir duruş olup daha çok hâlis arap atlarında görülür. Ayrıca, bu atlar, çok süratli koşardı. Arkalarından yetişilmez, fakat kimin peşinden koşturulurlarsa derhal yakalarlardı.
Âyet-i kerîmede ata; “hayr” buyrulmuştur. Nitekim Buhârî ve Müslim’de Cerir radıyallahü anhdan şöyle rivâyet edilmiştir: Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), gazâ atının alnına dökülen perçemini mübârek parmağı ile büktü ve; “Gaza atının perçeminin örgülerinde, kıyâmet gününe kadar, hayır bağlıdır. O hayır, âhırette sevâb, dünyâda ganîmettir” buyurdu.
Başka bir Hadîs-i şerîfte; “At üç nevî insana nispetle üç kısma ayrılır: “Ecr, setr ve vizr (günah). Sâhibi için ecr olan at, cihâd ve gazâ için beslenen attır. Sâhibi için setr olan at, Allahü teâlânın verdiği servetin şükrünü izhar etmek için ve övünmekten kaçınarak beslenen attır. Sâhibi için günâh olan at ise, övünmek için beslenen attır” buyrulmuştur.
Buhârî’de, Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) rivâyet edilen Hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulmuştur: “At, bâzı kimseler için sevâbdır. (yani kişinin sevâb kazanmasına vesile olur.) Bâzı kimseler için bir perdedir. (Onunla ihtiyaçlarını te’min eder.) Bâzı kimseler için de, vebâldir (günahtır). At, kendisi için hayır olan kimseye gelince, o atını Allah yolunda (cihad için) bağlamıştır (bakıp beslemiştir). Bol otlu geniş bir sahada veya çayırlıkta ayağının ipi uzatılırsa, at burada her ne yerse, at sâhibi için iyilik, sevâb olur. Eğer ipini kırıp şahlanarak bir veya iki mil mesâfeye koşsa, yerde tırnaklarının bıraktığı izleri ve onun gübreleri de sâhibi için hasene (sevab) olur. Bu sırada bir nehre uğrayıp, onun suyundan içerse, sâhibi sulamak istememiş olsa bite, atın içtiği bu su da sâhibi için hasene olur. İşte, cihâd için bağlanan at, sâhibi için büyük bir sevâbdır. Bir kimse de atını, halktan müstağni olmak, iffetini muhâfaza etmek (geçimini onunla kazanmak) için bağlar (besler) ve hayvanlarının üzerindeki Allah hakkı olan zekâtını ve onların sırtına tâkâtlerinden, güçlerinden fazla yük yüklememeği unutmazsa, bu at da o kimse için (fakirliğe karşı) bir hail, (yani bir) perdedir. Bir kimse de atını öğünmek, riyâ ve müslümanlara husûmet için bağlarsa, bu at onun için büyük bir vebâl olur.”
Gazâ için at bağlayıp, beslemenin fazîletine dâir, bir çok âyet-i kerîme vardır. Enfâl sûresi 60. âyet-i kerîmesi, bunlardan biridir. Âyet-i kerîmede, meâlen şöyle buyrulmaktadır: “Kâfirlerin hücûm ve işkencelerine uğramamak, onları da saâdet-i ebedîyyeye kavuşturmak için, insan gücünün yettiği kadar, durmadan çalışınız. En mükemmel harp vâsıtalarını yapınız. (Cihâd için) bağlanıp beslenen atlar hazırlayınız. Bununla (bu hazırlanma ile), Allah'ın ve sizin düşmanlarınızı (Mekke kâfirlerini) ve bunlardan başka sizin bilmeyip, Allahü teâlânın bildiği diğer düşmanlarınızı (hıristiyan, yahudi ve mecûsî) da korkutursunuz. Allahü teâlâ yolunda ne sarfederseniz, (ecri) eksiksiz ödenir ve siz aslâ haksızlığa uğratılmazsınız.”
Tefsîr âlimlerinin bildirdiğine göre, bu âyet-i kerîmede, Allahü teâlâ, kâfirleri müslüman olmakla şereflendirmeyi veya cizye kabûl ederek İslâmiyetin himâyesi altına girenlerin; çalışmalarına, ibâdetlerine karışmayıp, canlarını, mallarını, nâmuslarını korumayı emrediyor. Bu sûretle, bütün dünyânın kardeş olup birleşmesini, îmân etmesini, sevişmesini istiyor. İslâmiyeti anladığı hâlde inâd edip inanmayanları da içine alan, umûmi bir adâlet ve saâdet kurmağı, bütün insanlara, hayvanlara, dirilere, ölülere yâni her şeye, bir rahatlık kazandırmayı emrediyor. Rivâyete göre, İbn-i Sîrîn'e bir kimse gelerek, bir tanıdığının (rüyasında) kendisine, malının üçte birini kal’alar için sarfedilmesini vasiyet ettiğini söyledi. İbn-i Sîrîn (rahmetullahi aleyh); onun malının üçte biri ile gazâ için at alıp beslenmesini söyledi. Bunun üzerine o şahıs; “Fakat onun vasiyeti, kal’alar için sarfedilmesidir” deyince, İbn-i Sîrîn, şöyle buyurdu: “Onun kal’alar ile murâdı, gazâ atlarıdır. Hattâ bir şâir de; Adî ve bayağı kimselerden korunabilmem için kal'am tuğla ve kerpiçten duvarlar değil, atlardır” demiştir.”
Ayet-i kerîme, okla, silâhla, ata binme tâlimi ile ve ok eğitimi yapmakla, muhârebeye hazırlanmanın farz-ı kifaye olduğunu göstermektedir.
Müslümanların, düşmanda bulunan silâhları öğrenmesi ve yapması, farzdır. O hâlde, bugün atom bombasını yapmaya ve bunun için lüzumlu matematik, fizik, kimya bilgilerini öğrenmeğe çalışmak farzdır. Önümüzde bulunan atom harbine hazırlanmazsak, dînimizi, milletimizi koruyamayız. Harb için, atom tesislerini hazırlamak, bunlardan sulh zamanında, insanların refâhı için istifâde etmek, dîni vazifemiz ve ibâdetimizdir. Hükümetin, milletin harbe hazırlanması, ibâdettir. Hazırlanmaması, büyük günâhtır. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “İlim, Çin'de de olsa alınız!” buyurdu. Yâni ilim, dünyânın en uzak yerinde bulunsa ve kâfirlerde de olsa, gidin alın buyurdu. Çünkü Çin, o zaman, en kâfir ve çok uzak bir yer idi. O hâlde, cihâd için gerekli bilgileri, en uzak kâfirlerden de arayıp, bulup, öğrenmek, yapmak hazırlıklı olmak beş vakit namazdan sonra, en birinci vazife, en büyük ibâdettir. İbn-i Abidîn, üçüncü cilt, cihâd bahsinde buyuruyor ki: “Düşman hücûm ettiği veya hücûm korkusu olduğu zaman, her müslümanın harb etmesi farz-ı ayndır.” Atom harbi muhakkak olduğundan, buna hazırlanmak, farz-ı ayn hâline gelmiştir.
Hadîka’da el afetlerinde buyuruyor ki: “Nefsin hoşuna giden faydasız şeylere lehv ve la'b denir ki, boş yere vakit geçirmektir. Yalnız zevcesi ile oynamak ve harb oyunları helâl olup, başkaları haramdır. Harbe hazırlanmak için; at yarışları, atış, güreş, ok tâlimleri, lüzumlu teknik tecrübeleri yapmak câizdir. Hattâ lâzımdır ve çok sevâbdır.”
Âyet-i kerîmede, muhârebe için böyle bir hazırlığın yapılmasının sebebi, bu hazırlanma ile Allah'ın düşmanı olan Mekke kâfirlerini korkutmak olduğu bildirilmiştir. Çünkü kâfirler, müslümanların muhârebeye hazırlıklı olduklarını, muhârebe için lâzım gelen bütün harb silâhlarını ve vâsıtalarını hazırladıklarını bildikleri zaman, müslümanlardan çekinip korkarlar. Bu sebeple; müslümanlara tecâvüz edemezler; fazla korkmalarından cizye vermeyi kabûl ederler; müslüman olmalarına sebep olur; müslümanların düşmanlarına, çekindikleri için yardımda bulunamazlar. Bir de dışardan gelmesi muhtemel tehlikelere karşı vatan, emniyet içinde olduğundan, millet rahat ve huzûra kavuşur ve bu yoldaki çalışmalar günden güne ilerler. Hayat seviyesi yükselir. İlimde ilerlemeler olur. Ayrıca her türlü harp vâsıtalarına sâhip olunca, bu durum müslümanların, düşmanlarını açıkça korkuttuğu gibi, düşmanlıklarını gizleyenleri yâni münâfıkları da korkutur. Onlar korkunca; müslümanlar hakkındaki arzu ve isteklerinden vazgeçerler, gizli küfürlerinden bıkıp, müslüman olabilirler. Ayrıca müslümanların arasını açmak için bekledikleri fırsat, müslümanların kuvvetli olmasıyla gecikir. Bozgunculuk yapmaya cüret edemezler. İstemeseler bile, hizmet yapmak için yarışırlar.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Süleymân aleyhisselâmın; insanlar, cinler ve kuşlardan meydana gelen bir ordusu vardı. Nitekim, âyet-i kerîmede meâlen; “Süleymân (aleyhisselâmiçin; cinlerden, insanlardan ve kuşlardan orduları toplandı. Onlar, bir intizam üzere sevk olunuyorlardı. (Hem sevk edilirler, hem de dağılmadan tertipli gitmeleri te’min edilirdi) buyrulmuştur. (Neml sûresi: 17)
Rivâyete göre, Süleymân aleyhisselâmın cinler tarafından dokunmuş olan bir yaygısı vardı. Kendisi ve ordusu bu yaygının üzerine çıkar, rüzgâr onu emredilen yere götürürdü. Sabahtan öğleye kadar bir aylık, öğleden akşama kadar bir aylık yol kat ederdi. Ayrıca rüzgâr, duymak istediği sesleri de Süleymân aleyhisselâma getirirdi.
Süleymân aleyhisselâmın ordusundaki vazifeliler, yemek kaplarını ve malzemelerini de yanlarına alır, ihtiyaç oldukça yemek yapar, ekmek çıkarırlardı. Bu şekilde havada seyahat ederlerdi. Yine bir gün emir verilip, Süleymân aleyhisselâm ve ordusu İran'daki İstahar şehrinden (Persepolis'den) Yemen tarafına hareket etti. Yolculuk esnâsında Medîne-i münevverenin bulunduğu yerden geçerken, Süleymân aleyhisselâm; “İşte burası, âhır zaman peygamberi Muhammed aleyhisselâmın hicret edeceği beldedir. O zaman O'na îmân eden ve tâbi olanlara ne mutlu” dedi. Sonra yollarına devam ettiler. Mekke-i mükerremeye vardılar. Kâbe-i muazzamanın etrâfındaki putları gördüler. Süleymân aleyhisselâmın oradan ayrılması üzerine Kâbe-i muazzama ağlamaya başladı. Allahü teâlâ da Kâbe-i muazzamaya; “Seni ağlatan nedir?” buyurunca; “Yâ Rabbî! Etrâfımda sana değil de bu putlara tapılıyor” dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ; “Ağlama! Senin etrâfını secdeye varan âlimlerle dolduracak ve bulunduğun yerde Kur'ân-ı kerîmi indireceğim. Bulunduğun yere, habîbim Muhammed aleyhisselâmı peygamber olarak göndereceğim. Seni, (haccı) farz kılarak bana ibâdet eden kimselerle ma’mûr edeceğim. Bu sebeple sana, yuvasına uçarak gelen kuşlar gibi gelirler. İnsanlar devenin yavrusuna, güvercinin yumurtalarına olan hasreti gibi sana hasret duyarlar. Seni putlardan ve şeytandan temizlerim” buyurdu.
Süleymân aleyhisselâmın ordusu daha sonra Tâif'de Sedir vâdisine, sonra da karıncaların çok olduğu Neml vâdisine ulaştı. (Neml vâdisinin Şam'da olduğu da rivâyet edilir.) Süleymân aleyhisselâmın ordusunun, kendilerine doğru geldiğini gören karıncaların reîsi durumundaki dişi bir karınca, arkadaşlarını ikaz edip; “Ey karıncalar! Süleymân aleyhisselâm ve ordusu bize doğru geliyor. Çabuk yuvalarınıza girin. Bilmeden üstünüze basıp sizi öldürebilirler” deyince, karıncalar reîslerinin sözüne uyarak, yuvalarına girdiler. Bu hâdise. Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirildi: “Nihâyet karıncaların vâdisine geldikleri zaman, (reisleri olan) dişi bir karınca; Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin ki, Süleymân (aleyhisselâmve ordusu bilmeyerek sizi çiğneyip kırmasın? dedi.” (Neml sûresi: 18)
Karınca, Süleymân aleyhisselâma itâat etmekle me’murdu. Elbette itâat ettiği zâtı, onun fazîlet ve adâletini bilirdi. Karıncalarda, Allahü teâlânın ihsân ettiği bir anlayış vardır. Çünkü onlar, faydalarına olan şeyleri bilirler. Meselâ, yuvalarına götürdükleri buğday tanesini, çimlenmemesi için ikiye bölerler. Fakat, kişniş otunu dört parça yaparlar. Çünkü kişniş otu, iki parça olursa tekrar bitip büyür.
Tefsîr âlimleri şöyle buyurdular: “Karınca, Süleymân aleyhisselâmın peygamber olduğunu, onun zulüm yapmayacağını biliyordu. Bu sebeple; “Bilmeyerek sizi çiğneyip kırmasın” dedi. Yâni karınca, Süleymân aleyhisselâm ve emrindekilerin, bir karıncayı bile çiğnemeyecekleri husûsundaki fazîlet ve adâletlerini gâyet iyi biliyordu. Ancak, bilmeyerek ortaya çıkacak bir kazâdan sakınmaları için, yuvalarına girmeleri, ortada dolaşmamalarını söyledi. Bu âyet-i kerîme, Süleymân aleyhisselâm ve yanındakilerin, bilerek eziyet etmekten, zulümden berî (uzak) olduklarını bildirmektedir.
Ayrıca bu âyet-i kerîmede bâzı tenbihler vardır: 1- Yolun içinde bulunan kimsenin; yoldan geçenlerin, kendisine herhangi bir zarar vermesinden sakınması lâzımdır. 2- Süleymân aleyhisselâm masumdur. O, hayvanları kasden öldürmez. Lâkin, yanlışlıkla olabilir. Bu âyet-i kerîme, peygamberlerin günâh işlemekten masum olduklarına inanmanın vâcib olduğunu bildirmektedir. 3- Karıncaların reîsi, diğer karıncaların; Süleymân aleyhisselâmın mülk ve saltanatının şâşâsını görüp, Allahü teâlâyı zikirden geri kalmamalarını; bir de onların Allahü teâlânın nîmetlerine nankörlük etmelerine sebep olmaktan korktuğu için, yuvalarına girmelerini emrettiğini söyleyen âlimler de vardır. Bu kavli nakleden Fahreddîn-i Razî hazretleri, bu mânânın, zenginlerle düşüp kalkmanın mahzurlu olduğuna işâret ettiğini bildirmiştir.
İnsana ve yemeklere zarar veren karıncaları, eziyet etmeden ve suya atmadan öldürmek câizdir. İçinde karınca bulunan odunu, yere vurup silkeledikten sonra yakmak câizdir. Fare, bit, pire, akrep ve çekirgeyi her zaman öldürmek câizdir. Biti diri olarak yere atmak ve her canlıyı yakmak mekruhtur. Zarar veren kediyi, kuduz köpeği ve yırtıcı hayvanları keskin bıçakla kesmek ve vurmak, zehirlemek câizdir. Dövmek câiz değildir. Dövmek, terbiye için olur. Hayvanın aklı olmadığı için terbiye edilmez. Öldürülmesi vâcib olanı, başka çâre bulunmadığı zaman yakarak öldürmek câiz olur.
Süleymân aleyhisselâm, dişi karıncanın, âyet-i kerîmede beyân buyrulan sözünü, uzaktan duydu. Bir rivâyete göre, rüzgâr kendisine karıncanın sözünü ulaştırdı. Süleymân aleyhisselâm tebessüm etti. Nitekim, âyet-i kerîmede meâlen; “Onun (dişi karıncanın) bu sözünden (dolayı), gülercesine tebessüm etti” buyrulmuştur. (Neml sûresi: 19) Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) gülmesi tebessümdür. Nitekim, Buhârî-i şerîfte Hazret-i Âişe'nin; “Ben, Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) mübârek ağzını açarak güldüğünü görmedim. O ancak tebessüm ederdi (gülümserdi)” buyurduğu bildirilmektedir.
Süleymân aleyhisselâmın, gülercesine tebessüm etmesinin iki sebebi vardı: 1) Karıncanın, gerek kendisinin ve gerekse ordusunun merhametli oldukları ve takvâları husûsundaki sözü hoşuna gitmişti. 2) Allahü teâlânın başkalarına nasîb etmediği, karıncanın sözünü anlamak nîmetini, kendisine ihsân ettiği için sevinçli idi. Bu sebeple, bâzı âlimler şöyle buyurmuşlardır: Süleymân aleyhisselâmın bu tebessümünün zâhirî sebebi, karıncanın sözüne taaccüp etmesinden idi. Bâtınî sebebi ise; Allahü teâlânın, karıncanın sözünü anlamayı, kendisine ihsân etmesinden ve onun sözünün, gerek kendisinin ve gerekse ordusunun mahlûklara şefkât ve merhamet ettiklerini göstermesinden ve buna sevinmesinden dolayı idi.
Bunun üzerine, Süleymân aleyhisselâm, karıncalar yuvalarına girinceye kadar, ordusunu vadiye bırakmadı. Kendisi de, Allahü teâlânın ihsân ettiği nîmetlere şükür vazifesini yerine getirmek ve bu husûsta Allahü teâlâdan yardım istemek için, âyet-i kerîmede bildirildiği gibi meâlen; “Ey Rabbim! Bana ve ana ve babama lütfettiğin nîmetine şükretmemi ve (geri kalan ömrüm içinde) senin râzı olacağın iyi işler yapmamı bana ilhâm et (muvaffak kıl). Rahmetinle beni de (Cennet’te) sâlih kullarının arasına koy. (İsmimi onların ismi arasında bulundur. Beni onlar arasında haşret) dedi.” (Neml sûresi: 19)
Süleymân aleyhisselâmAllahü teâlâdan, önce âhıret sevâbına kavuşmaya vesile olacak şeyi, sonra da âhıret sevâbını istedi. Âhıret sevâbına vesile olacak iki şey vardır. Bunlar; daha önce verilen nîmete şükretmek, bir de Allahü teâlânın râzı olacağı işleri yapmaktır. Süleymân aleyhisselâm, verilen nîmetin şükrünü yerine getirebilmek için, Allahü teâlâdan yardım talebini meâlen; “Bana ve ana ve babama lütfettiğin nîmetine şükretmemi...” demek sûretiyle ifâde etmiştir. Babalara yapılan lütûf ve ihsân, oğullara lütûf ve ihsândır. Şerefli bir babanın oğlu olmak, o oğula Allahü teâlânın nîmetidir. Bunun içindir ki, Süleymân aleyhisselâm, ebeveynine verilen nîmetlerin şükrü ile de meşgûl olmuştur. Süleymân aleyhisselâm, babası Dâvûd'a aleyhisselâm verilen peygamberlik ve ilme vâris olmuş, saltanata da kavuşmuştu. Ayrıca annesi de sâliha ve afîfe bir hanım idi.
Süleymân aleyhisselâmAllahü teâlâdan râzı olduğu amellerle meşgûl olmayı nasîb etmesini; (Kalan ömrümde) senin râzı olacağın iyi ameller yapmamı bana ilham et...” demek sûretiyle ifâde etmiş; “Rahmetinle beni de (Cennet’te) sâlih kullarının arasına koy” demek sûretiyle de, âhıret sevâbını istemiştir. Süleymân aleyhisselâm“Rahmetinle” demiştir. Çünkü, kul, iyi amelleri ile değil, ancak Allahü teâlânın rahmeti, lütûf ve ihsânı ile Cennet’e girer. Sâlih ameller ise, sâdece Allahü teâlânın merhametine lütûf ve ihsânına kavuşmaya vesiledir.
Mektûbât-ı Masumiyye’de buyruluyor ki: Kulun işlemiş olduğu hayırlı amellerin hepsi, Allahü teâlânın, ona vermiş olduğu vücûdun şükrünün karşılığı olamaz. Diğer bir nîmeti de Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle bildirmiştir: “Kimse, Allahü teâlânın rahmeti olmadan Cennet’e giremez.” Eshâb-ı kirâm; “Siz de mi yâ Resûlallah?” diye sordular. Resûlullah efendimiz“Evet. Ben de!” buyurdular. Bunun gibi Kur'ân-ı kerîmde ve Hadîs-i şerîflerde, kulun amelinin karşılığı olarak, dünyâda ve âhırette verileceği bildirilen sevâblar da ihsân-ı ilâhîdir. Çünkü kul, bu amelleri, Allahü teâlânın ihsânı ile yapabilmektedir.
Süleymân aleyhisselâm, şükredici ve sâlih olmakta sebâtkâr ve devamlı olması için Allahü teâlâya yalvardı. Kendisini, Cennet’te, sâlihler arasında bulundurmasını isteyerek, duâsını bitirdi. Nitekim, daha önce peygamber olan babaları da böyle duâ etmişlerdi. Süleymân aleyhisselâmın böyle duâ etmesi, onun masum olmasına, son nefeste îmânla gitme korkusundan emîn olmasına mâni değildir. Yâni o, hem günâhlardan masum, hem de son nefeste îmânla gideceğinden emîndir. Ancak böyle duâ etmesi, müslümanlara böyle yapmalarını öğretmek içindir.
Hadîs-i şerîfte; “Nimet, vahşî hayvan gibidir. Onu şükürle bağlayınız” buyruldu. Çünkü nîmete şükredildiği zaman, yerinde sabit kalır, durur. Nimete nankörlük yapılınca, kaçar. Hazret-i Ali de; “Size, nîmetin uçlarından ulaştığı zaman, az şükretmek sûretiyle, onları uzaklara kaçırmayınız” buyurmuştur. Yâni kendisinde bulunan nîmetlere şükretmeyen, uzakta olan nîmetlerden mahrûm kalır.
Sâlih kullar, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) hepsi ve îmân, amel ve ibâdette onlara tâbi olanlardır. Sâlihlik, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riâyet etmek, âsî olmamak, günâhlara yönelmemekle mümkündür. Bu ise, bütün peygamberlerin ve evliyânın istediği yüksek bir derecedir. Allahü teâlânın bir kimseyi sâlihlerden yapması; o kimseyi sâlih yaratması, veya onda bulunan bozukluğu gidermesi ile olur.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget