Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Bedr gâlibiyeti ile Medîne'de bulunan yahudi ve putperest müşriklerin kalblerine korku düştü. Bâzı yahudiler, insâfa gelip; "Sıfatlarını kitaplarımızda okuduğumuz zât, mutlaka budur. Artık O'na karşı durmak mümkün olmaz. Zirâ O, hep gâlip gelecektir" diyerek müslüman oldular. Bâzıları da; "Muhammed, harpten anlamayan Kureyşlilerle savaştı. Onun için gâlip geldi. Eğer bizimle cenk etseydi, O'na, harp nasıl yapılır, zafer nasıl kazanılır gösterirdik" dediler.
Ka'b bin Eşref ismindeki bir yahudi de, Bedr'de İslâm ordusunun gâlibiyetini duyunca, müslümanlara olan kininden Mekke'ye gitti. Oradaki müşrikleri toplayıp, Medîne’ye saldırmaları için şiirler söyledi, onları teşvik ve tahrik etti. Peygamber efendimiz ile çarpışmak üzere onlarla anlaştı. Hattâ, sevgili Peygamberimize sû-i kast düzenledi. Allahü teâlâ bu durumu, Resûlullah efendimize bildirdi ve meâlen buyurdu ki: “Onlar, Allahü teâlânın kendilerine lânet ettiği (rahmetinden uzaklaştırdığı) kimselerdir..." (Nisâ sûresi: 52)
Bunun üzerine Resûl-i ekrem efendimiz, şerefli Eshâbına; “Ka'b bin Eşref’i kim öldürür? Çünkü o, Allahü teâlâ ve Resûlüne ezâ etmiştir" buyurdu. Muhammed bin Mesleme (radıyallahü anh); "Yâ Resûlallah! İster misin, ben onu öldüreyim” diye suâl eyledi. Resûlullah efendimiz de; “Evet, isterim" buyurdu. Muhammed bin Mesleme, bir kaç gün bu iş üzerinde durup, plânlar kurdu. Arkadaşlarından Ebû Nâile, Abbâs bin Bişr, Hâris bin Evs, Ebû Abs ibni Cebr'in yanına gidip, mes'eleyi onlara açtı. Hepsi uygun görüp; "Beraber öldürürüz" dediler. Birlikte Peygamber efendimize geldiler. "Yâ Resûlallah! İzin buyurursanız, biz onunla konuşurken, sizinle ilgili, Ka'b'ın hoşuna gidecek bâzı sözler söyleyebilir miyiz?" dediler. Peygamber efendimiz, onlara istediklerini söylemeye müsâde buyurdular. Bunun üzerine, Muhammed bin Mesleme, arkadaşlarıyla (radıyallahü anhüm) Ka'b bin Eşref’in yanına gitti. "Şu Muhammed, bizden sadaka istedi. Bize çok vergi yükledi. Onun için senden ödünç bir şey almak için geldim" dedi. Ka'b sevinerek, Muhammed bin Mesleme'nin kendisi gibi düşündüğünü sandı ve; "O sizi daha da bıktıracak" dedi. Muhammed bin Mesleme (radıyallahü anh); "İşte O'na bir defâ uymuş bulunduk. O'na tâbi olmakla devam edeceğiz. Bakalım sonu ne olacak? Şimdi sen bize biraz ödünç hurma ver" dedi. Ka'b; "Evet vereyim, fakat, bana bir şeyi rehin vermelisiniz!" dedi. Muhammed bin Mesleme ile yanındakiler; "Ne istersin" dediler. Ka'b; "Kadınlarınızı rehin isterim" deyince rızâ göstermediler. Ka'b; "O zaman oğullarınızı rehin verin" dedi. "Onları da rehin veremeyiz. Onlardan birine, bir-iki deve yükü hurmaya karşılık rehin olundu diye söylenir ki, bu da bizim için unutamıyacağımız bir leke olur. Fakat sana silâhımızı ve zırhımızı rehin verebiliriz" dediler. Ka'b bu teklifi kabûl etti. Onlara ne zaman geleceklerini de bildirdi. Muhammed bin Mesleme, bir gece Ka'b'ın yanına geldi. Ebû Nâile de beraber idi. Ka'b onları kaleye çağırdı. Kendisi de onları karşılamak için aşağı indi. Ka'b'ın karısı; "Bu saatte nereye çıkıyorsun" dedi. Ka'b; "Gelenler, Muhammed bin Mesleme ile kardeşim Ebû Naile'dir" dedi. Karısı; "İşittiğim bu ses bana pek iyi gelmiyor. Sanki ondan, kan damlıyor" dedi. Ka'b; "Yok, onlar Muhammed bin Mesleme ile süt kardeşim Ebû Naile'dir. O iyi bir gençtir. Geceleyin, kılıç vuruşmasına bile çağırılsa, hiç tereddüt etmeden gelir. Böyle birisidir" dedi. Muhammed bin Mesleme (radıyallahü anh) kendisiyle beraber iki kişiyi, bir rivâyete göre de üç kişiyi kaleye soktu. Bunlar, Ebû Abs bin Cebr, Hâris bin Evs, Abbâd bin Bişr (radıyallahü anhüm) idi. Muhammed bin Mesleme hazretleri, arkadaşlarına; "Ka'b gelince, ona saçını koklayacağımı söyler, başını tutup koklarım. Siz benim, Ka'b'ın başını iyice yakaladığımı gördüğünüz zaman, kılıçlarınızla, vurunuz" dedi. Ka'b bin Eşref güzel giyinmiş olarak, güzel koku saçarak, onların yanına geldi, İbn-i Mesleme; "Şimdiye kadar böyle güzel koku koklamadım" diyerek Ka'b'ın yanına vardı. Ka'b; "Arab'ın en güzel kokulu kadınları benim yanımda" diyerek övündü. Muhammed bin Mesleme (radıyallahü anh); "Başını koklamama izin verir misiniz" dedi. Ka'b, müsâde ettiğini söyledi. Mesleme (radıyallahü anh) onu kokladı. Arkadaşlarına da koklattı. Sonra, tekrar koklamak istediğini söyledi. Bu defâ, Muhammed bin Mesleme (radıyallahü anh) başını yakalayıp, arkadaşlarına, kılıçlarıyla vurmalarını işâret etti. İlk kılıç vurulduğunda Ka'b şiddetle bağırdı fakat ölmedi. Bunun üzerine Muhammed bin Mesleme, hançeri ile onu öldürdü. Ka'b'ı öldüren mücâhidler derhal orayı terkedip, Medîne’ye ulaştılar. Resûlullah efendimize müjdeyi verdiklerinde, PeygamberimizAllahü teâlâya hamd etti ve mücâhidlere duâ buyurdu.
Ka'b bin Eşref kâfirinin öldürülmesi, yahudileri büyük bir korkuya düşürdü. Çünkü, Ka'b gibi ileri gelen bir lider öldürüldükten sonra, kendilerinin öldürülmesi an mes’elesi idi. Sabahleyin toplanıp, Peygamber efendimizin huzûruna geldiler. Gece olan hâdiseden şikayetçi oldular. Resûl-i ekrem efendimiz; “O, bizi hep rahatsız eder, aleyhimizde şiirler söylerdi. Eğer, sizden her kim böyle yaparsa, bilsin ki, cezâsı kılıçtır" buyurdular. Bu tehdit üzerine yahudiler, korkularından Resûlullah efendimizle yeniden bir andlaşma yaptılar.
Bir gün Benî Kaynukâ yahudileri, bir müslüman hanımla alay etmek istemiş, bunu gören sahâbeden biri, derhal kılıcını çekip, o yahudiyi öldürmüştü. Yahudiler de toplanıp, o mübârek sahâbîyi şehîd ettiler. Hâdise, Peygamber efendimize bildirildi. Resûl-i ekrem efendimiz, onları, Kaynukâ pazar yerinde toplayıp; “Ey yahudi topluluğu! Siz, Allahü teâlânın Kureyş'e verdiği azâb gibi bir azâba yakalanmaktan korkunuz ve müslüman olunuz. Benim, Allahü teâlâ tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğumu iyi bilirsiniz. Bunu da, Allahü teâlânın size olan ahdini de kitabınızdan okumuş bulunuyorsunuz..." buyurdu. Bu merhamete rağmen, yaptıkları andlaşmayı bozan yahudiler, Âlemlerin sultânına; "Ey Muhammed! Harb etmesini bilmeyen bir kavmi hezîmete uğratman seni aldatmasın! Yemîn ederiz ki, biz cengâver kimseleriz! Sen, ancak bizimle çarpışmaya başladığın zaman, nasıl bahadırlar olduğumuzu anlarsın!..." diyerek meydan okudular. Böylece, önceki andlaşmayı bozarak meydan okuduklarını açığa vurdular.
Bunun üzerine Cebrâil aleyhisselâm vahiy getirdi ki, meâlen şöyle buyruluyordu: "(Ey Habîbim!) Eğer (seninle) andlaşma yapan bir kavmin, bir hâinliğinde (sözleşmeye aykırı hareket ettiğinde) endişeye düşersen, (savaş açmadan önce) hak ve adâlet üzere ahidlerini reddettiğini doğruca kendilerine bildir. Çünkü, Allahü teâlâ hâinleri sevmez." (Enfâl sûresi: 58) Başka bir âyet-i kerîmede de meâlen buyruldu ki: “Ey Resûlüm! O kâfir olan yahudilere de ki: “Siz muhakkak mağlûb olacaksınız ve toplanıp Cehennem’e sürükleneceksiniz. O Cehennem, ne kötü bir karargâhtır." (Âl-i İmrân sûresi: 12)
Habîb-i ekrem efendimiz, derhal, bir ordu kurup Kaynukâ yahudilerinin bulunduğu kaleye yürüdüler. Beyaz sancağı, hazret-i Hamza taşıyordu ve Medîne'ye vekil olarak Ebû Lübâbe (radıyallahü anh) bırakılmıştı. Mübârek ordu, Kaynukâ kalesini muhâsara etti. "Biz ne cengâver bahadırlarız" diyen yahudiler, değil karşı koymak, kalelerinden bir ok bile almaya cesâret edemediler. Resûlullah efendimiz, giriş ve çıkışları kontrol altına aldı. Kimse dışarı çıkamadı. Bu hâl onbeş gün devam etti. Yahudiler korkuya kapılıp, teslim oldular. Her birinin öldürülmeleri lâzım gelirken, âlemlere rahmet olarak gönderilen sevgili Peygamberimiz, merhamet buyurup, Kaynukâ yahudilerinin Şam'a gitmelerine izin verdiler. Böylece Medîne topraklarından çıkardılar.
Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, Medîne'de hem yahudilerle, hem de Abdullah bir Übey gibi müslüman görünen münâfıklarla, bir de müşriklerle mücâdele ediyordu. Ayrıca Medîne dışındaki müşrik kabîleleri İslâm’a dâvet ediyor, müslüman olmakla şereflenmeleri için uğraşıyordu. Sevîk, Gatafân, Karde, Bahran... gibi gazâlar hep Bedr gazâsından sonra yapıldı.
Bu arada zekâtın farz edilmesi, sadaka-i fıtrın verilmesi, bayram namazlarının kılınması ve kurban kesmek emri geldi. Resûlullah efendimiz, kızı Ümmü Gülsüm'ü (radıyallahü anhâ) hazret-i Osman ile evlendirdi. Zeyneb binti Cahş ve hazret-i Ömer'in kızı Hafsa'yı (radıyallahü anhâ) kendi nikâhlarına aldı. Hazret-i Ali'nin oğlu hazret-i Hasen dünyâya geldi.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Hicretin ikinci senesi idi. Fahr-i kâinat sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin kızı hazret-i Fâtıma, onbeş yaşına gelmişti.
Bir gün Hazret-i Fâtıma, bir hizmet için Resûl-i ekrem efendimizin huzûruna girmişti. Resûlullah efendimiz, kerîmelerinin evlenme çağına eriştiğini müşâhede ettiler. O günden sonra, Fâtıma-tüz-Zehrâ (radıyallahü anhâ) vâlidemizi pek çok kimse istedi. Resûl aleyhisselâm, bunlara iltifât etmeyip; “Onun işi, Hak teâlânın emrine bağlıdır” buyurdu.
Bir gün Ebû Bekr, Ömer ve Sa'd bin Mu'âz (radıyallahü anhüm) mescidde oturup; "Hazret-i Fâtıma'yı, hazret-i Ali'den gayri herkes istedi. Kimseye iltifât olunmadı" diye konuştular. Hazret-i Sıddîk; "Zannederim ki, Ali'ye nasîb olur. Gelin ziyâretine gidelim ve bu mes’eleyi açalım. Eğer fakirliği ileri sürerse yardımda bulunalım" dedi. Sa'd (radıyallahü anh) da; "Yâ Ebâ Bekr! Sen, hep hayır yaparsın. Kalk, biz de sana arkadaş olalım" dedi. Üçü birden mescidden çıkıp, hazret-i Ali'nin evine gittiler. Ali (radıyallahü anh), devesini alıp gitmiş, Ensârdan birinin hurmalığına su veriyordu. Onları görünce, karşılayıp hâl ve hatırlarını sordu. Ebû Bekr (radıyallahü anh); "Yâ Ali! Her hayırlı işte sen öndersin ve Resûl-i ekrem katında hiç kimseye nasîb olmamış bir mertebedesin. Fâtıma'yı (radıyallahü anhâ) herkes taleb etti. Hiç kimseye iltifât olunmadı. Sana nasîb olacağını zannediyoruz. Niçin teşebbüs etmezsin?" diye sordu.
Hazret-i Ali bunu işitince, mübârek gözleri yaşla doldu ve; "Yâ Ebâ Bekr! Beni ziyâdesiyle yaktın. Ona benden başka rağbet eden yoktur. Lâkin elimin darlığı buna mânidir" dedi. Ebû Bekr (radıyallahü anh); "Böyle söyleme. Allahü teâlâ ve Resûlünün yanında, dünyâ bir şey değildir. Buna fakirlik mâni olamaz. Var, taleb eyle" dedi.
Hazret-i Ali buyuruyor ki: "Resûlullah'ın huzûruna utanarak ve sıkılarak girdim. Resûlullah'ın bütün heybet ve vakârı üzerinde idi. Huzûrunda oturdum ve konuşmaya kâdir olamadım. Resûlullah efendimiz“Niçin geldin, bir ihtiyâcın mı var?" buyurdu. Sustum. “Her hâlde Fâtıma'yı istemeye geldin" buyurunca; "Evet" diyebildim. (Peygamber efendimiz, hazret-i Fâtıma'ya hazret-i Ali'nin kendisini istediğini duyurdu. O da sustu.)
Peygamber efendimiz“Fâtıma'ya mihr olarak verecek neyin var?" buyurdular. "Yanımda ona verilecek bir şeyim yok yâ Resûlallah" dedim. “Sana vermiş olduğum Hutamî zırhlı gömleğin nerededir, ne oldu?" buyurdular. "Yanımdadır" deyince; “Onu sat ve parasını bana getir. Mihr olarak o kâfidir" buyurdular." Başka bir rivâyette de; "Resûlullah efendimiz, hazret-i Ali'ye; “Yanında neyin var" buyurduğunda; "Atım ve zırhlı gömleğim var" diye cevap vermiş, Resûlullah efendimiz de; “Atın sana lâzım olur, fakat zırhını sat" buyurmuştu. Başka bir rivâyette de; “Yâ Ali, git kendine bir ev kirâla" buyurdu.
Hazret-i Ali, evleninceye kadar Peygamber efendimizle beraber oturuyordu. Peygamber efendimizin emirleri üzerine, Mescid-i Nebevî yakınında, hazret-i Âişe'nin odasının karşısında bulunan Hârise bin Nu'mân'ın evini kirâladı. Zırhını da, hazret-i Osman efendimize 480 dirheme sattı. Hazret-i Osman, zırhı satın aldıktan sonra, hediye olarak geri verdi.
Hazret-i Ali, zırh ve dirhemlerle Peygamberimizin yanına gelince, Peygamber efendimiz, hazret-i Osman'a çok hayr duâ ettiler ve; “Osman, Cennet’te benim refîkimdir" buyurdular. Sonra Bilâl-i Habeşî'yi çağırdı ve paranın bir kısmını vererek; “Bu parayı al, çarşıya çık! Biraz gül suyu, geri kalan para ile de bal al ve Mescid'in bir kenarında temiz bir kab içinde su ile eziniz. Bal şerbeti yapınız ki, nikâh kıyıldıktan sonra içelim. Ensâr ve Muhâcirlerden mevcût bulunan Eshâbımı mescide dâvet et ve Fâtıma ile Ali'nin nikâhlarının kıyılacağını halka îlân et" diye emretti.
Bilâl-i Habeşî, dışarı çıkıp hazret-i Ali ile hazret-i Fâtıma'nın nikâhlarının kıyılacağını halka îlân etti. Eshâb-ı kirâm, Mescid-i Nebevî'ye gelerek, içini dışını doldurdular. Peygamber efendimiz ayağa kalkarak şu hutbeyi okudular: “Bütün hamd ve şükür, âlemlerin Rabbine mahsustur. O, verdiği nîmetlerle öğülen, sonsuz kudretinden ve kuvvetinden dolayı ibâdet edilen, azâb ve hesâbından korkulan, hüküm ve fermânı yeryüzünde ve göklerde hâkim olandır. Mahlûkâtı kudretiyle yaratan, adâletli hükümleriyle bunları birbirinden ayıran, insanları (İslâm) dîni ve peygamberi Muhammed (aleyhisselâm) ile şereflendiren O'dur...
Allahü teâlâ bana, kızım Fâtıma'yı Ali bin Ebî Tâlib'e nikâhlamamı emretti. Şimdi sizi şâhid tutuyorum ki, (Allahü teâlânın emriyle) 400 miskâl gümüş mihr ile Fâtıma'yı, Ali bin Ebî Tâlib'e nikâhladım. Rabbim kendilerinin varlıklarını bir araya getirsin ve bunu kendilerine mübârek kılsın. Nesillerini temiz ve rahmete anahtar, hikmete mâden, ümmet-i Muhammed'e emîn kılsın. Söyleyeceğim bundan ibârettir. Rabbimden kendim ve sizin için mağfiret dilerim."
Hazret-i Ali de kalkarak şu kısa hutbeyi okudu: "... Huzûrunda bulunduğumuz Muhammed aleyhisselâma salât ve selâm ederim ki, mübârek kerîmeleri Fâtıma'yı 400 miskâl gümüş mihrle bana nikâhlamıştır. Ey din kardeşlerim! Şüphesiz Peygamber efendimizin buyurduklarını işittiniz ve şâhid oldunuz. Ben de buna şâhid ve râzıyım. Aynen kabûl ediyorum. Allahü teâlâ hepimizin sözlerine şâhiddir, hepimize vekildir."
Nikâh akdi bittikten sonra. Peygamber efendimiz taze hurma getirttiler ve; “Haydi bu hurmadan alınız, yiyiniz" buyurdular. Herkes alıp yediler. Sonra hazret-i Bilâl bal şerbeti dağıttı, onu da içtiler ve bütün sahâbîler; "Bârekellahü fi kümâ ve aleykümâ ve ceme'a şemlekümâ" diye duâ ettiler.
Hazret-i Fâtıma, nikâhtan sonra ağlıyordu. Peygamber efendimiz onun yanına geldi ve; “Ey Fâtıma! Sana ne oldu ki ağlıyorsun? Allahü teâlâya yemîn ederim ki, seni, isteyenlerin en âlimine, hilim ve akıllılıkta en üstününe ve ilk müslüman olanına nikâhladım" buyurdu. Hazret-i Fâtıma; "Babacığım! Evlenen her kızın mihri altın ve gümüşle takdir ve tâyin ediliyor. Benim de mihrim böyle takdir edilirse, seninle diğerleri arasında ne fark olur. Kıyâmet günü sen, mü’minlerin günâhkârlarından ne kadar kimseye şefâatte bulunursan, ben de onların hanımlarına şefâatte bulunmak istiyorum. Muradım budur" dedi. Allahü teâlâ, hazret-i Fâtıma'nın bu dileğinin kabûl edildiğini bildirince, Resûlullah efendimiz; “Yâ Fâtıma, peygamber çocuğu olduğunu belli ettin." buyurdular.
Hazret-i Ali buyurdu ki: “Bu işlerin üzerinden bir ay geçmişti. Bu husûsta mecliste hiç söz olmadı. Ben de hicâbımdan yâni utandığımdan ağzımı açamadım. Ama Resûlullah efendimiz, bâzan beni tenhâda gördükleri zaman; “Senin hâtunun ne iyi hanımdır. Sana müjdeler olsun ki, o, âlemdeki hâtunların seyyidesidir." buyururlardı.
Bir ay sonra Ali'nin (radıyallahü anh) kardeşi hazret-i Ukayl; “Yâ Ali! Bu akd-i izdivaç ile mesrûr olduk. Lâkin murâdım odur ki, bu iki mes’ûd birbirine yakın olalar" deyince, Ali (radıyallahü anh); "Benim de murâdım odur, lâkin hicâb ediyorum" dedi. Hazret-i Ukayl, Ali'nin (radıyallahü anh) elini tutup, Peygamber efendimizin hânesine varınca, Resûlullah'ın câriyesi Ümmü Eymen'e (radıyallahü anhâ) rastladılar. Durumu ona söylediler. Ümmü Eymen de; "Bu husûs için sizin gelmeniz lâzım değildir. Biz ezvâc-ı tâhirât ile ittifâk edip, size haber veririz. Zirâ bu husûsta hâtunların sözü dinlenir" dedi. Ümmü Eymen (radıyallahü anhâ), bu hâli Resûlullah'ın hanımlarına söyledi. Diğer ezvâc-ı tâhirât, hazret-i Âişe'nin hânesine geldiler. Hazret-i Hadîce'yi anarak; “Eğer o hayatta olsaydı, bize bir endişe olmaz idi" dediler. Resûlullah efendimiz ağladı ve buyurdu ki; “Hadîce gibi hâtun hani? Halk beni yalanlarken o tasdik etti ve bütün malını benim yoluma sarf etti. Dîn-i İslâm'a çok yardım etti. Hayatında, Hak teâlâ bana emretti ki, Hadîce'ye müjde ver: Cennet’te onun için zümrütten bir köşk yapılmıştır."
Resûlullah efendimizin zevceleri, hazret-i Ali'nin murâdını arz ettiler. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz, Ümmü Eymen'e, hazret-i Ali'yi dâvet etmesini emretti. Ali (radıyallahü anh) gelince, meclisteki hanımlar kalkıp gittiler. Hazret-i Ali başını önüne eğip oturdu. Resûlullah“Zevceni ister misin yâ Ali?" buyurdu. Ali (radıyallahü anh); "Evet yâ Resûlallah! Anam ve babam sana fedâ olsun" dedi. Resûl-i ekrem efendimiz, Esmâ binti Umeys'e; “Git, Fâtıma'nın evini hazırla!" buyurdu. Esmâ, hazret-i Fâtıma'nın gelin gideceği eve gitti. Bir minder yeni meşinden, bir minder yamalı meşinden, bir minder de hasırdan yapıp, içlerini hurma lifi ile doldurdu. Resûlullah efendimiz yatsı namazından sonra Fâtıma'nın evine gelip yapılanları gözden geçirdi.
Peygamberimiz, hazret-i Ali'nin getirdiği paranın üçde ikisiyle yiyecek, süs ve koku gibi şeyler; üçte biriyle de giyecek alınmasını emrettiler ve ev eşyasını tamamlattılar. Hazret-i Fâtıma'nın çeyizi ve ev eşyasında şunlar vardı: Esmâ binti Umeys'in hazırladığı üç minder, saçaklı bir halı, içi hurma lifi ile doldurulmuş bir yüz yastığı, iki tane el değirmeni, bir su kırbası, topraktan yapılmış bir su testisi, meşinden yapılmış bir su bardağı, bir havlu, bir elek, dabağlanmış bir koç postu, eskiyip tüyü dökülmüş alacalı bir Yemen halısı, hurma yaprağından örülmüş bir sedir. Yemen işi iki alacalı elbise, bir kadife yorgan. Bundan sonra Resûlullah efendimiz, hazret-i Ali'ye bir mikdar para verip, hurma ve yağ almasını söylediler. Hazret-i Ali bundan sonrasını şöyle anlattı: "Beş dirhemle hurma, dört dirhemle yağ aldım. Resûlullah'ın huzûruna getirdim. Deriden bir sofra istedi. Hurma, un, yağ ve yoğurdu mübârek eli ile karıştırıp, bir çeşit yemek yaptı ve; “Yâ Ali! Var, kimi bulursan getir" buyurdu. Ben dışarı çıktım, pek çok insan gördüm, hepsini dâvet ettim ve içeri girip; "Yâ Resûlallah! Halk çoktur" diyerek arz eyledim.
Âlemlerin efendisi Fahr-i kâinat efendimiz; “Onları onar onar içeri getir, taam (yemek) yesinler" buyurdu, öyle yaptım. Hesâb ettiler, erkek ve kadından yediyüz kimse yemek yemişler ve doymuşlar idi."
Hazret-i Ali'nin ve Fâtıma'nın (radıyallahü anhâ) velîmesi yenildikten sonra, Ümmü Eymen'in bildirdiğine göre, Peygamber efendimiz hazret-i Ali'ye “Yâ Ali, kızım Fâtıma gelin olarak evinize gitti. Ben de akşam namazından sonra gelip duâ edeceğim. Beni bekleyin." buyurdu. Hazret-i Ali eve gelince, bir köşeye oturdu. Hazret-i Fâtıma da evin diğer bir köşesine oturdu. Sonra Resûlullah efendimiz gelip kapıyı çaldı. Ümmü Eymen kapıyı açtı. Resûlullah“Kardeşim burada mı?" buyurdu. Ümmü Eymen; "Anam-babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Kardeşiniz kimdir?" dedi. Resûlullah efendimiz“Ali bin Ebî Tâlib'dir" deyince, Ümmü Eymen; "Kerîmenizi kardeşinizle mi evlendirdiniz?" dedi. Resûlullah efendimiz“Evet" buyurdular. Ümmü Eymen, Resûlullah'ın; “Kardeşim burada mı?" buyurmasından, nikâhın câiz olmayacağını sandı. Resûluflah efendimiz de “Evet" buyurmakla, evlenmeye mâni olanın aynı anadan doğmak olduğuna işâret ettiler.
Bundan sonra Resûlullah efendimiz Ümmü Eymen'e; “Esmâ binti Umeys de burada mı?" buyurdular. "Evet" diye cevap verince; “Demek Resûlullah'ın kerîmesine hizmete geldi" buyurdular. Ümmü Eymen; "Evet" deyince; “Hayra kavuşsun" buyurup duâ ettiler.
Bundan sonra bir kabla su getirttiler. Mübârek ellerini yıkadılar. Suyun içine de bir miktar misk döktüler. Sonra hazret-i Fâtıma'yı çağırdılar. Fâtıma (radıyallahü anhâ) utancından elbisesine bakıyordu. Resûlullah efendimiz sudan bir miktar alıp, Fâtıma'nın göğsüne, başına ve sırtına serpti ve; “Allahümme innî e'îzuhâ bike ve zürriyetihâ min-eş-şeytân-ir racîm (Yâ Rabbî! Onun ve zürriyetinin racîm olan, taşlanan şeytanın şerrinden muhâfazası için sana sığınırım)" diye duâ ettiler. Sonra Hazret-i Ali'ye de aynısını yapıp; “Allahümme bârik fîhimâ ve bârik aleyhimâ ve bârik lehümâ fî neslihimâ" diye duâ ettiler. İhlâs ve Mu’avvizeteyn sûrelerini okuyup; Allahü teâlânın ismi ve bereketi ile ehlinin yanına gir" buyurdular. Sonra mübârek elleriyle kapının iki kanadını tutup, bereket ile duâ ettiler ve oradan ayrıldılar.
Hazret-i Ali buyurdu ki: "Düğünümüzden dört gün sonra, Resûlullah efendimiz, hânemizi teşrîf eyledi. Gönülleri alan, hikmet dolu sözleri ile bize nasîhat ettiler ve buyurdular ki: “Yâ Ali! Su getir!" Kalktım su getirdim. Bir âyet-i kerîme okudu ve; “Bu sudan biraz iç. Bir miktar kalsın" buyurdu. Öyle yaptım. Kalan suyu, başıma ve göğsüme serpti. Tekrar; “Su getir" buyurdu. Yine su getirdim. Bana yaptığı gibi, Fâtıma'ya da yaptı. Sonra beni dışarı gönderdi."
O dışarı çıktıktan sonra kızına, hazret-i Ali hakkında suâl eyledi. Fâtıma (radıyallahü anhâ) dedi ki: "Babacığım, bütün kemâl sıfatlar kendisinde mevcûttur. Lâkin, bâzı Kureyş hâtunları bana; "Senin erin fakirdir" diyorlar" deyince, Resûlullah efendimiz buyurdu ki: “Ey kızım! Senin baban ve helâlin fakir değildir. Bütün yer ve gök hazîne ve definelerini bana arz ettiler. Kabûl etmedim. Allahü teâlânın katında makbûl olanı kabûl ettim. Ey kızcağızım! Eğer benim bildiğimi, sen bilseydin, dünyâ senin nazarında, hor ve aşağı olurdu. Allahü teâlânın hakkı için, erin, sahâbenin evvelidir. İslâm'da büyüğüdür, ilimde en derinidir. Ey kızım! Allahü teâlâ Ehl-i beytten iki kimse ihtiyâr etti. Biri baban ve biri helâlindir. Zinhâr ona isyân eyleme ve emrine muhâlefet etme."
Fahr-i kâinat aleyhi efdâlüs-salevat efendimiz, kızına nasîhat ettikten sonra, hazret-i Ali'yi dâvet etti. Ona da Fâtıma'yı (radıyallahü anhâ) ısmarladı; “Yâ Ali! Fâtıma'nın hatırına riâyet eyle. O benden bir parçadır. Onu hoş tut. Eğer onu üzersen, beni üzmüş olursun" buyurdu. İkisini de Allahü teâlâya ısmarladı. Sonra kalkıp gitmeye azîmet etmişti ki, Fâtıma (radıyallahü anhâ) "Yâ Resûlallah! İçerinin hizmetini ben görürüm. Dışarısının hizmetini de Ali görür. Bana bir câriye ihsân ederseniz, bâzı işlerimde yardımcı olur. Beni memnun edersiniz" dedi. Resûlullah efendimiz buyurdu ki: “Ey Fâtıma! Sana hizmetçiden daha iyi bir şey mi, yoksa hizmetçi mi ihsân edeyim?"
Fâtıma vâlidemiz (radıyallahü anhâ) "Hizmetçiden iyisini ihsân eyle" dedi. Resûlullah efendimiz“Her gün yatarken otuzüç kere Sübhânallah, otuzüç kere Elhamdülillah, otuzüç kere Allahü ekber, bir kere de Lâ ilâhe illallahü vahdehü lâ şerîke leh. Lehül mülkü ve lehül hamdü ve hüve alâ külli şey’in kadîr, söyle. Hepsi yüz kelimedir. Kıyâmette bin hasene (iyilik) bulursun. Mîzânda hasenâtın ağır gelir" buyurdu. Sonra Peygamber efendimiz, kerîmelerinin evinden ayrılıp, hâne-i saâdetlerine gittiler.
Hazret-i Ali ile hazret-i Fâtıma'nın nikâhları hicretten beş ay sonra, düğünleri ise Bedr gazvesinden sonra olmuştur.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, şanlı Eshâbına; “Nevfel bin Hüveylid hakkında bilgisi olan var mı?" buyurdular. Hazret-i Ali ileri çıkıp; "Yâ Resûlallah! Onu ben öldürdüm" dedi. Bu habere çok sevinen sevgili Peygamberimiz“Allahü ekber!" diyerek tekbir getirdiler ve; Allahü teâlâ, onun hakkındaki duâmı kabûl eyledi" buyurdular.
Ümeyye bin Halef’in öldürüldüğünü söylediklerinde de çok sevindiler ve; “Elhamdülillah! Allahü teâlâya şükürler olsun, Rabbim kulunu tasdik etti, dînini üstün kıldı" buyurdular.
Resûl-i ekrem efendimiz, Ebû Cehl için; “Acabâ Ebû Cehl ne yaptı, ne oldu, kim gidip bir bakar?" buyurarak, ölüler arasında onun araştırılmasını emretti. Aradılar bulamadılar. Peygamber efendimiz“Arayınız, onun hakkında sözüm var. Eğer onu tanıyamazsanız dizindeki yara izine bakınız. Bir gün ben ve o, Abdullah bin Cüd’ân'ın ziyâfetinde idik. İkimiz de gençtik. Ben ondan biraz büyükçe idim. Sıkışınca onu ittim. Dizleri üzerine düştü. Dizlerinden birisi yaralandı ve bu yaranın izi dizinden kaybolmadı" buyurdu. Bunun üzerine Abdullah ibni Mes’ûd, Ebû Cehl'i aramaya gitti. Onu yaralı olarak buldu ve tanıdı. "Ebû Cehl sen misin?" dedi. Boynuna ayağını bastı. Sakalından tutup çekti ve; "Ey Allahü teâlânın düşmanı! Allahü teâlâ nihâyet seni hor ve hakîr etti mi?" dedi. Ebû Cehl; "Ne diye beni hor ve hakîr edecek! Ey koyun çobanı! Allah seni hor ve hakîr etsin. Sen çıkılması pek sarp bir yere çıkmışsın! Sen bana bugün zafer ve galebenin hangi tarafta olduğunu haber ver" dedi. İbn-i Mes’ûd (radıyallahü anh); "Zafer, Allah ve Resûlünün tarafındadır" dedi. Ebû Cehl'in miğferini kafasından çıkarırken; "Ey Ebû Cehl! Seni öldüreceğim" dedi. Ebû Cehl; "Sen kavminin ulusunu öldürenlerin ilki değilsin. Fakat doğrusu, senin beni öldürmen bana çok ağır gelecek. Hiç olmazsa boynumu göğsüme yakın kes de başım heybetli görünsün!" diyerek küfrünün, gurur ve kibrinin ne dereceye çıkmış olduğunu gösterdi. İbn-i Mes’ûd (radıyallahü anh), Ebû Cehl'in başını kendi kılıcıyla kesemeyince, Ebû Cehl'in kılıcıyla kesti ve silâhını, zırhını, miğferini, başını getirip, Peygamber efendimizin önüne koydu. "Anam-babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Bu, Allahü teâlânın düşmanı Ebû Cehl'in başıdır" dedi. Sevgili Peygamberimiz“O Allah ki, O'ndan başka ilâh yoktur" buyurdu. Sonra kalkıp Eshâbıyla birlikte Ebû Cehl'in ölüsünün yanına kadar gittiler. Orada; Allahü teâlâya hamd olsun ki, seni zelîl ve hakîr kıldı. Ey Allah düşmanı! Sen bu ümmetin fir'avn'ı idin" buyurdu. Sonrada; “Ya Rabbî! Bana olan vâdini yerine getirdin" diyerek Allahü teâlâya şükrettiler.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, yaralı Eshâb-ı kirâmın yaralarını sardırdı. Şehîd olanları tespit ettirdi. Muhâcirlerden altı, Ensârdan sekiz olmak üzere ondört şehîd verilmişti. Hepsinin de mübârek rûhları Cennet’e uçarken, İslâmın nûrunu söndürmeye uğraşan müşriklerden, yetmiş kişi öldürüldü ve bir o kadarı da esir alındı.
Resûlullah efendimiz, zaferi müjdelemek üzere Abdullah bir Revâha ve Zeyd bin Hârise'yi (radıyallahü anhüma) Medîne'ye gönderdi.
Peygamber efendimiz, şehidlerin cenâze namazını kıldırarak kabirlerine defnettirdiler.
Müşriklerin cesedlerinden yirmidört tanesini kör bir kuyuya, diğerlerini topluca çukurlara atıp, üzerlerini doldurdular.
Âlemlerin efendisi, şerefli Eshâbıyla kuyunun başına gelip; “Ey kuyuya atılanlar!" buyurduktan sonra, öldürülen müşriklerin isimlerini, babalarının ismiyle beraber sayıp; “Ey Utbe bin Rebîa! Ey Ümeyye bin Halef! Ey Ebû Cehl bin Hişâm!... Sizler, Peygamberinize karşı ne kötü bir kavim idiniz. Siz, beni yalanladınız, başkaları ise beni tasdik edip doğruladılar. Siz, beni şehrimden, diyârımdan çıkardınız. Başkaları ise bana kapılarını açıp, bağırlarına bastılar. Siz, benimle harb ettiniz, başkaları ise bana yardım ettiler. Rabbimin, vâdettiğine kavuştunuz mu? Ben, Rabbimin vâdettiği zafere kavuşdum" buyurdular.
Hazret-i Ömer; "Yâ Resûlallah! Leş olmuş kimselere mi söylüyorsunuz?" diye suâl ettiler. Bunun üzerine Resûl-i ekrem efendimiz; “Beni hak peygamber olarak gönderen Rabbim hakkı için söylüyorum ki, siz beni onlardan daha çok işitmiyorsunuz. Fakat cevap veremezler" buyurdular.
Müşrikler, harb meydanından canlarını kurtarmak için hızla kaçarken, getirdikleri hiç bir şeyi alıp götürememişlerdi. Hepsi müslümanların eline geçti. Peygamber efendimiz, ganîmet mallarını Bedr harbine katılan ve vazifeli olan bütün Eshâbına paylaştırdı.
Bu sırada müjdeci olarak gönderilen Abdullah bin Revâha ve Zeyd bin Hârise (radıyallahü anhüma), Medîne'ye yaklaşmışlardı. Pazar günü kuşluk vakti, Akik mevkîine gelince, ayrıldılar. Abdullah bin Revâha bir taraftan, Zeyd bin Hârise (radıyallahü anhümâ) de başka bir yönden Medîne'ye girdiler. Ev ev dolaşıp zaferi bildiriyorlardı. Resûlullah efendimizin şâiri olan Abdullah bir Revâha (radıyallahü anh);
"Ey Ensâr cemâati! Size müjdelerim ki,
Sağ ve selâmettedir, Allah'ın Peygamberi.
Müşrikler öldürüldü ve esir edildiler,
Var esirler içinde, çok şöhretli kişiler.
Rebîa ve Haccâc'ın oğulları bittamâm,
Öldürüldü hem Bedr'de, Ebû Cehl Amr bin Hişâm"
diyerek yüksek sesle zaferi müjdeliyordu. Hazret-i Âsım bin Adîy; "Ey İbn-i Revâha! Söylediğin gerçek mi?" diye sordu. Abdullah bin Revâha; "Evet, vallahi gerçektir! İnşâallah, yarın Resûlullah da, ellerinden bağlanmış esirlerle birlikte gelecektir!" buyurdu.
O gün, sevgili Peygamberimizin kızı hazret-i Rukayye vefât etmişti. Efendisi hazret-i Osman, cenâze namazını kıldırmıştı. Bu üzüntü üzerine gelen zafer haberi, onları biraz ferahlatmıştı.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem Eshâbıyla Bedr zaferini kendisine ihsân eden Allahü teâlâya hamd edip, şükür secdesine kapandıktan sonra, Medîne-i münevvereye doğru esirlerle birlikte yola çıktılar.
Daha önce müjdeyi veren Abdullah bin Revâha ile Zeyd bin Hârise (radıyallahü anhüm), Bedr gazâsında olanları ve kimlerin şehîd olduğunu anlatmışlardı. Medîne'de kalan çocuklar, kadınlar, vazifeliler zafer için çok sevinmişlerdi. Peygamber efendimizi karşılamaya çıktılar. Şehîd olanların içinde Hârise bin Sürâka (radıyallahü anh) da vardı. Hazret-i Hârise'nin annesi Rebî (radıyallahü anhâ), oğlunun havuzdan su içerken, bir düşman okuyla vurulup şehîd olduğunu öğrenmişti. Rebî (radıyallahü anhâ) vâlidemiz, bu haberi işittiğinde; "Resûl aleyhisselâm gelmedikçe oğlum için ağlamam. Saâdetle Medîne'yi teşrîf ettiklerinde, kendisine suâl ederim. Eğer oğlum Cennet’te ise hiç ağlamam. Yok eğer Cehennem’de ise, gözlerimden yaş yerine kanlar dökerim" demişti.
Sevgili Peygamberimiz, mübârek Eshâb-ı kirâmıyla Medîne'yi teşrîf ettiklerinde, Rebî (radıyallahü anhâ), huzûrlarına varıp; "Anam-babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Oğlum Hârise'ye olan muhabbetimi bilirsin. Acabâ şehîd olup Cennet’e girmiş midir? Eğer böyle ise, sabredeyim. Yok öyle değilse, gözümden kanlı yaşlar dökeyim" dedi. Habîb-i ekrem efendimiz ona; “Ey Ümmü Hârise! Senin oğlun bir değil, birden çok Cennet’tedir. Onun yeri Firdevs'tir" buyurarak müjde verdiler. Bunun üzerine Rebî (radıyallahü anhâ) "Artık oğlum için ağlamam" dedi. Kâinatın sultânı, bir kap ile su istediler. Merhamet buyurup mübârek elini suya sokup çıkardılar. Bu suyu hazret-i Hârise'nin annesi ve kız kardeşine içirdiler. Ayrıca bu suyu, onların başlarına ve yüzlerine sürdüler. O günden sonra Rebî ve kızının (radıyallahü anhümâ) yüzleri pek nûrlu idi. Ömürleri de çok uzun oldu.
Hace-i kâinat aleyhi efdâlüssalevat efendimiz, Medîne'ye getirilen yetmiş esiri, Eshâbı arasında paylaştırarak iyi muâmele yapılmasını emir buyurdular. Esirlerin âkıbeti hakkında, Allahü teâlâdan henüz bir vahiy gelmemişti. Resûlullah efendimiz, Eshâbıyla istişâre ettikten sonra esirlerin, fidye karşılığında serbest bırakılması kararına vardılar. Her esirin mal varlığına göre, fidye miktarı tespit edildi. Parası olmayanlardan okuma yazma bilenler, Medîne'de okuma yazma bilmeyen on kişiye okuma ve yazmayı öğretecek, ondan sonra Mekke'ye gidebileceklerdi. Esirler arasında, Peygamber efendimizin amcası Abbâs da vardı. Efendimiz ona; “Ey Abbâs! Kendin, kardeşinin oğlu Ukayl (Akîl) bin Ebî Tâlib, Nevfel bin Hâris için kurtulmalık akçesi ödeyiniz. Çünkü sen, zenginsin" buyurdu. Hazret-i Abbâs da; "Yâ Resûlallah! Ben müslümanım. Kureyşliler beni zorla Bedr'e getirdiler" dedi. Resûlullah“Senin müslümanlığını Allahü teâlâ bilir. Doğru söylüyorsun, Allahü teâlâ sana elbette onun ecrini verir. Fakat sen, görünüş îtibâriyle aleyhimizdesin. Bunun için, kurtulmalık akçeni ödemen lâzımdır” buyurdu. Abbâs (radıyallahü anh); "Yâ Resûlallah! Yanımda ganîmet olarak aldığınız 800 dirhemden başka servetim yok" deyince, Peygamber efendimiz“Yâ Abbâs! Ya o altınları niçin söylemiyorsun?” buyurdu. O da; "Hangi altınları?" dedi. Sevgili Peygamberimiz“Hani sen Mekke'den çıkacağın gün, hanımın Hâris'in kızı Ümm-ül-Fadl'a verdiğin altınlar! Onları verirken yanınızda sizden başka kimse yoktu. Sen, Ümm-ül-Fadl'a; “Bu seferde başıma ne geleceğini bilemiyorum. Eğer bir felâkete düçâr olup da dönemezsem, şu kadarı senindir, şu kadarı Fadl içindir, şu kadarı Abdullah için, şu kadarı Ubeydullah için, şu kadarı Kusem içindir" dediğin altınlar" buyurunca, hazret-i Abbâs şaşırdı ve; "Yemîn ederim ki, ben bu altınları hanımıma verirken yanımızda kimse yoktu. Bunu nereden biliyorsunuz?" dedi. Peygamber efendimizAllahü teâlâ haber verdi” buyurduğunda, Abbâs (radıyallahü anh); "Senin, Allahü teâlânın resûlü olduğuna ve doğru söylediğine şehâdet ederim" deyip Kelime-i şehâdet getirdi. Müslüman olunca, Peygamber efendimiz hazret-i Abbâs'ı Mekke'de vazifelendirdi. Oradaki müslümanları korumasını, İslâmiyete düşman olanlarla ilgili haberleri göndermesini emir buyurdular.
Bedr gazâsında hezîmete uğrayan Kureyş'e haber gönderilip, fidye karşılığında esirlerini alabilecekleri bildirildi. Ancak, hicretten önce Peygamberlerin efendisine pek çoz eziyet ve işkencelerde bulunan Nadr bin Hâris'in boynu vuruldu. Bir de, Resûl aleyhisselâm Kâbe'de namaz kılarken mübârek sırtına deve işkembesi koymak bedbahtlığını gösteren alçak Ukbe bin Ebî Mu'ayt öldürüldü. Bu azılı İslâm düşmanının başı gövdesinden ayrılınca, Resûlullah efendimizAllahü teâlâya hamd ettiler. Yanına varıp; “Vallahi Allahü teâlâyı, resûlünü ve Kur'ân-ı kerîmi inkâr eden, peygamberini işkenceden işkenceye uğratan senin kadar kötü bir kimse bilmiyorum” buyurdular.
Esirler, sâhipleri tarafından fidye karşılığı alınıncaya kadar, Eshâb-ı kirâmın aleyhimürrıdvân yanında kaldılar. Sahâbenin hepsi de esirlere çok iyi muâmele edip, onları yiyeceklerine ortak ettiler. Mus’ab bin Umeyr'in (radıyallahü anh) kardeşi Ebû Azîz esirler arasında idi. O anlattı; "Ben de Medîneli bir müslümanın evinde esir idim. Bana çok iyi davranıyorlar, sabah ve akşam yiyecekleri ekmeği bana veriyorlar, kendileri sâdece hurma yemek mecbûriyetinde kalıyorlardı. Onlardan birinin eline bir ekmek parçası geçse, doğruca bana getirip verirdi. Utandığımdan ekmeği, getirene geri verirdim. Fakat o, ekmeği tekrar bana iâde ederdi."
Yine esirlerden Yezid ismindeki Kureyşli şöyle anlattı: Müslümanlar Bedr'den Medîne'ye gelirken, biz esirleri hayvanlara bindirdiler, kendileri ise yaya olarak yürüdüler."
Müşriklerin Bedr'de hezîmete uğrayıp, perişân bir vaziyette harp meydanından kaçmaları, Mekke'de büyük bir şaşkınlık meydana getirdi. Hiç beklemedikleri, hattâ hiç akıllarından geçmeyen bir netîce ortaya çıkmıştı. Haberi ilk getirenin sözlerine, Ebû Leheb ve diğer müşrikler inanmadılar. Harp meydanından kaçan Ebû Süfyân Mekke'ye geldiğinde, onu hemen yanlarına çağırdılar, Ebû Leheb ona; "Ey kardeşimin oğlu! Anlat bakalım, nasıl oldu?" diye sordu. Ebû Süfyân orada, bir yere oturdu. Bir çok kimse de ayakta dinliyorlardı. Ebû Süfyân şöyle anlattı; "Hiç sorma, müslümanlarla karşılaşınca, sanki elimiz kolumuz bağlı idi. İstedikleri gibi hareket ettiler. Bir kısmımızı öldürdüler, bir kısmımızı esir ettiler. Yemîn ederim ki, ben, bizimkilerden kimseyi kınayıp, ayıplamıyorum. Çünkü, o sırada yer ile gök arasında kır atlar üzerinde beyazlara bürünmüş kimselerle karşılaştık. Onlara ne bir şey dayanabiliyor, ne de bir kimse karşı durabilirdi."
İslâmın ilk zamanlarında müslüman olmasına rağmen, müşriklerin şerrinden çekindiği için müslümanlığını açığa vurmayan Abbâs'ın (radıyallahü anh) kölesi Ebû Râfi' hazretleri orada idi. Sessizce onları dinlemekte olan Ebû Râfi' (radıyallahü anh), sevincinden her şeyi unuttu ve; "Vallahi onlar meleklerdir" deyiverdi. Ebû Leheb, ona şiddetli bir tokat vurdu ve kaldırıp yere çarptı. Bir hayli de dövdü. Bunun üzerine, orada bulunan hazret-i Abbâs'ın hanımı Ümmü Fadl (radıyallahü anhâ) dayanamadı. Çünkü kendisi de önceden müslüman olmuştu. Ümmü Fadl, odadaki direklerden birini alıp; "Kimsesi yok diye onu güçsüz gördün değil mi?" diyerek, şiddetle Ebû Leheb'e vurdu. Ebû Leheb'in başı yarıldı. Kanlar akarak zelîl, hakîr ve horlanmış bir vaziyette dönüp gitti. Yedi gün sonra, Allahü teâlâ ona kara kızıl denen bir hastalık verdi. Bu hastalıktan öldü. Oğulları iki veya üç gece defnetmeden bıraktılar. Nihâyet kokmaya başladı. Herkes, Ebû Leheb’in yakalandığı hastalıktan, tâ'ûndan kaçar gibi kaçıyor ve iğreniyordu. Bunun üzerine kureyş'ten biri, Ebû Leheb'in oğullarına; "Yazık size, utanmıyor musunuz? Babanızı, kokuncaya kadar evde bıraktınız. Hiç olmazsa onu bir yere gömüp kaybedin" dedi. Oğulları o şahsa; "Biz ondaki hastalıktan korkuyoruz!" diye cevap verdiler. Bu defâ adam onlara; "Siz gidiniz, ben geliyorum, size yardımcı olacağım" dedi. Sonra, üçü bir araya geldiler. Yüklenip, ücrâ bir yere bıraktılar. Görünmeyinceye kadar, üzerine taş attılar. Ebû Leheb böylece ebediyyen azâb ve ateşler içerisinde kalacağı yurduna, karanlık ve Cehennem çukuru olan kabrine girdi.
Bedr'de esir edilen Kureyşliler arasında Velîd bin Velîd de vardı. Onu Abdullah bin Cahş (radıyallahü anh) esir almıştı. Velîd'in kardeşleri Hişâm ile henüz müslüman olmayan Hâlid bin Velîd (radıyallahü anh) Medîne'ye geldiler. Abdullah bin Cahş (radıyallahü anh) fidye-i necât yâni kurtuluş akçesi verilmedikçe bırakmak istemedi. Kardeşlerinden Hâlid râzı olduysa da, babası bir annesi ayrı kardeşi Hişâm kabûl etmedi. Resûlullah efendimiz, babalarının silâh ve teçhîzâtının verilmesini teklif etti. Buna Hişâm râzı olduysa da Hâlid kabûl etmedi. Fakat sonunda babalarının yüz dinâr kıymetindeki kılıcı, zırhı ve miğferi, karşılığında anlaştılar. Velîd'i esâretten kurtarıp, Mekke'ye yola çıktılar. Fakat Velîd, Mekke yolu üzerinde Medîne'ye dört mil mesâfedeki Zü'l-Huleyfe'de onlardan ayrılıp, Peygamber efendimizin yanına geldi. Îmân edip, Eshâb-ı kirâmdan oldu. Müslüman olduktan bir müddet sonra, Mekke'ye kardeşlerinin yanına gitti. O zaman Hâlid bin Velîd; "Mâdem, müslüman olacaktın. Kurtuluş fidyesi ödemeden olsaydın? Babamızdan kalan hâtırayı elimizden çıkardın. Niçin böyle yaptın?" diye sorunca; "Kureyşlilerin; "Esârete dayanamadı ve Muhammed aleyhisselâma tâbi oldu" demelerinden korktum" cevâbını verdi. Bu cevâba çok sinirlenen kardeşleri onu, Mahzûm oğullarından bâzı müslümanlarla, Iyâş bin Ebî Rebîa ve Seleme bin Hişâm'ın (radıyallahü anhüm) yanına haps ettiler.
Velîd bin Velîd (radıyallahü anh), îmân ettiği için senelerce hapis yattı. İslâmiyetin azılı düşmanlarından amcası Hişâm ile müşrik akrabâlarından çok zulüm ve işkence gördü. Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, müşriklerin zulmüne uğrayan Iyâş bin Ebî Rebîa ile Ebû Seleme bin Hişâm ve Velîd için şöyle duâ ettiler: “İlâhî! Velîd bin Velîd'i, Seleme bin Hişâm’ı, Iyâş bin Rebîa'yı (küffâr elinde bunalıp) zayıf (ve âciz) görülen diğer mü’minleri kurtar. İlâhî, Mudar'ı (Kureyş'i) daha beter (çök kötü) çiğne. Bu yılları (onlara) Yûsuf'un yıllarına benzet.” Velîd (radıyallahü anh), Resûlullah efendimizin duâsı bereketiyle bir fırsatını bulup, bağlı bulunduğu yerden kaçtı. Medîne-i münevvereye gelip, sevgili Peygamberimize kavuştu. Habîbullah efendimiz, Iyâş bin Rebîa ile Seleme bin Hişâm'ın hâlini sorunca, onların ayaklarından birbirlerine bağlı olduklarını, şiddetli azâb ve işkenceler altında kıvrandıklarını haber verdi. Kâinatın sultânı, onların hâline çok üzülüp, kurtarılma çârelerini aradı. Kimin kurtarabileceğini sorunca, senelerce işkence altında kalmasına rağmen, Velîd, büyük bir cesâret ve aşkla; "Yâ Resûlallah! Onları ben kurtarırım, sana getiririm" diye cevap verdi. Tekrar Mekke'ye gelip, işkence gören müslümanların yerini, onlara yiyecek götüren bir kadını tâkib ederek öğrendi. İkisi de tavansız bir binâda hapisti. Velîd (radıyallahü anh) gece, ölümü göze alarak büyük bir cesâretle duvardan inip, arkadaşlarının yanına vardı. Îmân etmekten gayrı bir suçları olmayan iki mazlum, müşriklerce bir taşa bağlanıp; Arabistan'ın çöl havasındaki yakıcı sıcağında, her türlü zulme uğratılıyordu. Velîd, bu mübârek kardeşlerini kurtarıp, devesine bindirdi. Kendisi de yayan, yalın ayak Medîne-i münevvereye, çok sevdiği Resûlullah’ın yanına bir an önce varmak için yola çıktı. Onu çölün kavurucu sıcağı değil, Âlemlerin efendisine kavuşmak aşkı yakıyordu. Medîne'ye aç, susuz, yalın ayak, üç günde geldi. Parmakları, taşların tahribatından param parça olmuştu. Velîd bin Velîd (radıyallahü anh), kan revân içinde çok sevdiği Habîbullah'a kavuştu.
Şevk-i haddin nârına her cân ki yansa nûr olur,
Aşk derdiyle harâb olan gönül ma’mûr olur.
Bedr zaferi, müslümanları büyük bir sevince garketti. Müşrikler ise büyük bir üzüntü ve hüsrâna düşmüşlerdi. Habeşistan meliki Necâşî de Resûlullah efendimizin muzaffer olduğunu işitince, hemen ülkesindeki Eshâb-ı kirâmın yanına gidip; "Allahü teâlâya hamdolsun ki, Resûlünü Bedr'de muzaffer edip, zafer ihsân eyledi" diyerek müjde verdi.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget