Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Hendek gazâsından sonra, İslâm Devleti'nin gücünü çevredeki kabîlelerin bir kısmı kabûl ettiler. Artık müslümanlarla dost geçinmenin, hattâ müslüman olmanın en isabetli yol olacağını düşünmeye başladılar. Bâzıları, Peygamber efendimizin huzûruna gelip, müslüman olmakla şereflendiler.
Âlemlerin efendisi sallallahü aleyhi ve sellem, dîn-i İslâmın yayılması için, Eshâbından birlikler teşkil ederek, çevre kabîleleri İslâm’a dâvete gönderdi. Bâzı kabîlelere bizzat kendileri gittiler. Dûmet-ül-Cendel halkı gibi kabîleler, yapılan nasîhatlerı kabûl edip müslüman oldular. Gatafanlılar, Lıhyânoğulları gibi kabîleler de İslâm askeriyle karşılaşmaktan korkup kaçtılar. Böylece civar kabîlelere gözdağı verilmiş oldu.
Hicretin altıncı senesinde, müthiş bir kıtlık olmuş, gökten tek damla düşmemişti. Bu sebeple yerde ot bitmemiş, insanlar ve hayvanlar açlık sıkıntısına düşmüşlerdi. Ramazân-ı şerîf ayının bir Cumâ günü sevgili Peygamberimize; "Yâ Resûlallah! Duâ buyursanız da, Allahü teâlâ yağmur ihsân eylese!..." diyerek, murâdlarını bildirdiler. Peygamber efendimiz, Eshâbıyla sahraya çıkıp, ezân okunmadan ve kamet getirmeden iki rekat namaz kıldılar. Peygamber efendimiz, mübârek ridâsını ters çevirip tekbir getirdiler. Sonra mübârek ellerini, yenlerinin arasından mübârek koltuk altları görününceye kadar kaldırıp; “Ey Allah'ım! bize yağmur ihsân eyle!..." diye duâ etmeye başladılar. Eshâb-ı kirâm da; "Âmin! Âmin!" diyordu. O anda gökyüzü gâyet berrak olup, bir bulut yoktu. Resûl-i ekrem efendimiz duâ ederken, bir rüzgâr esmeye başladı ve gökyüzünü bulutların kapladığı görüldü. Sonra ince ince bir yağmur başladı. Âlemlerin efendisi bu defâ; “Allah’ım! Bu yağmuru bardaktan boşanırcasına yağdır ve hakkımızda hayırlı eyle!" diyerek duâ ettiler. O anda bardakdan boşanırcasına, yağmur yağmaya başladı. Peygamber efendimiz ve Eshâb-ı kirâmın elbiselerinde, ıslanmadık yer kalmadı. Eve varıncaya kadar, sular her tarafı göl hâline getirdi. Herkes, sulara dalarak yürüyordu. Yağmur devam ediyordu. O gün, ertesi gün... ertesi gün... bir sonraki Cumâ vaktinde Eshâb-ı kirâm; "Yâ Resûlallah! Evlerimiz yağmur sularından yıkılmaya, hayvanlarımız da boğulmaya başladı. Allahü teâlâya duâ eyleseniz de yağmur kesilse!..." dediler. Sevgili Peygamberimiz, gülümsediler ve mübârek ellerini kaldırıp; “Yâ Rabbî! Bu yağmuru mezralara, ağaç biten yerlere, vâdilere gönder!" diyerek duâ ettiler. O anda, bir hafta müddetle yağan yağmur durdu ve duâ edilen yerler ıslanmaya başladı.
Hicretin altıncı senesinin Zilkâde ayı idi. Bir gece Nebiyy-i muhterem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz rüyâsında, Eshâb-ı kirâm ile Mekke-i mükerremeye gidip Kâbe-i muazzamayı tavâf ettiklerini, bir kısmının saçlarını kısalttıklarını, bir kısmının da kazıttıklarını gördü. Resûlullah efendimiz, bu rüyâsını Eshâbına anlattığında, onlar pek ziyâde heyecanlandılar. Hicretten bu yana, doğup büyüdükleri, acı tatlı hâtıralarla dolu, o güzel yurtları olan Mekke'ye gideceklerdi. Beş vakit namazda yönlerini döndükleri ve hasretini çektikleri mukaddes Kâbe'yi ziyâret edip tavâfta bulunacaklardı. Bu ne güzel bir müjde idi... Eshâb-ı kirâm, sevgili Peygamberimizin; “Siz, muhakkak Mescid-i Haram'a gireceksiniz!" müjdesini alır almaz, hemen hazırlıklara başladı.
Habîb-i ekrem efendimiz, hazırlıklarını bitirdikten sonra, Abdullah bin Ümm-i Mektûm'u, Medîne'de vekil bıraktı. Zilkâde ayının birinci Pazartesi günü, Kusvâ ismindeki devesine bindi. Hazırlanan bindörtyüz Eshâbı ile birlikte, Medîne'de kalanlarla vedalaştılar. Umreye niyet ederek, Mukaddes belde Mekke'ye doğru yürüdüler. Yanlarına yolcu silâhı olan kılıçlarını ve kesmek üzerede yetmiş deve almışlardı. Kâfileye ikiyüz atlı ve dört hanım sahâbi katılmıştı. Hanımlardan biri, sevgili Peygamberimizin mübârek, mutâhhar zevcesi hazret-i-Ümmü Seleme idi.
Zü'l-Huleyfe denilen mîkât yerine geldiklerinde, ihrâma girdiler, öğle namazını kıldılar. Sonra, kesilecek develerin kulaklarını işâretleyip, boyunlarına ip bağladılar. Naciye-tübnü Cündüb Eslemî’ye (radıyallahü anh), yardımcılar verilerek, develerin başında vazifelendirildi. Abbâd bin Bişr, yirmi kişilik bir süvâri birliğine kumandan tâyin edilerek ileri keşfe gönderildi. Büşr bin Süfyân, Mekke'ye haberci gönderildi.
İhrâm elbisesini giyen sevgili Peygamberimiz ve kahraman Eshâb, beyazlara bürünmüş bir hâlde, Allahü teâlâya hamd ve şânının yüceliğini tasdik etmeye ve yalvarmaya başladılar; "Lebbeyk! Allahümme Lebbeyk! Lebbeyk! Lâ şerîke leke Lebbeyk! İnnel hamde ven-ni’mete leke vel-mülke lâ şerîke lek!" Bu mübârek telbiye ile yer gök inliyor, Zü'l-Huleyfe, nûranî bir havaya bürünüyordu. Herkes heyecanlanmış, bir an önce Mekke'ye varmak için Zü'l-Huleyfe'den ayrılmışlardı.
Yolda, hazret-i Ömer ile Sa'd bin Ubâde hazretleri, Habîb-i ekrem efendimize yaklaşıp; "Yâ Resûlallah! Seninle harp hâlinde bulunan kimselerin üzerine silâhsız olarak mı gideceğiz? Kureyşlilerin size saldırıp, mübârek vücûdunuza bir zarar eriştirmelerinden korkarız!..." diyerek, endişelerini belirttiler. İki cihânın serveri, onlara; “Ben, umreye niyet ettim. Bu hâlde iken silâh taşımak istemem" buyurdular.
Yolculuk sâkin geçiyordu. Yol üzerindeki çeşitli kabîlelere uğranıyor, Peygamber efendimiz, onları İslâm’a dâvet ediyordu. Bir kısmı kabûl etmekten çekiniyor, bir kısmı hediyeler gönderiyorlardı. Bu şekilde yolun yarısını geçmişler, Usfân'ın arkasında Gadîr-ül-Eştât denilen mevkîe gelmişlerdi. Burada, daha önce Mekkelilere haber gönderilmek üzere vazifelendirilen Büşr bin Süfyân hazretleri, Kureyşlilerle görüşüp geri dönmüştü. Peygamber efendimize, gördüklerini şöyle anlattı: "Yâ Resûlallah! Kureyşliler, senin geldiğini haber almışlar. Korkularından etrâftaki kabîlelere ziyâfetler çekerek, onların yardımlarını istemişler. İkiyüz kişilik bir süvâri birliğini keşf için size doğru yola çıkardılar. Etrâftaki kabîleler, bu isteği kabûl edip Beldah mevkîinde birleştiler. Pek çok askerî yığınak yaptılar ve sizi Mekke'ye sokmamak üzere yemîn ettiler." Bu habere, Âlemlerin efendisi çok müteessir oldular ve; “Kureyş helâk oldu. Zâten harp onları yiyip bitirmiştir... Kureyş müşrikleri, kendilerinde bir kuvvet mi var zannediyor? Vallahi Allahü teâlânın, yaymak için beni gönderdiği bu dîni, hâkim ve üstün kılıncaya, başım gövdemden ayrılıncaya kadar onlarla çarpışmaktan aslâ geri durmayacağım!" buyurdu. Sonra kahraman Eshâbına dönerek, bu konudaki rey ve görüşlerini sordu. Bütün benliği ile Resûlullah'a kendilerini adamış olan şanlı Eshâb; "Allahü teâlâve Resûlü daha iyi bilir. Canımız sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Biz, Beytullah'ı tavâf etmek niyetiyle yola çıkmış bulunuyoruz. Ne bir kimseyi öldürmek, ne de çarpışmak için geldik. Ancak, Kâbe'yi ziyâret etmemizi engellemek isterlerse, muhakkak onlarla çarpışır, hedefimize ulaşırız!..." dediler.
Eshâb-ı kirâmın bu kararlı hâli, sevgili Peygamberimizin hoşuna gitti. Buyurdular ki: “Haydi, öyle ise Allahü teâlânın ism-i şerîfi ile yürüyünüz!..." Sahâbîler, Peygamber efendimizin etrâfında; "Lebbeyk! Allahümme Lebbeyk!..." diyerek telbiye ve; "Allahü ekber! Allahü ekber!..." diyerek tekbir getirerek Mekke'ye doğru ilerlemeye başladılar.
Bir öğle vaktinde Bilâl-i Habeşî (radıyallahü anh), sesinin bütün güzelliği ile ezân-ı şerîfi okuyarak, namaz vaktinin girdiğini bildirmişti. Bu sırada, ikiyüz kişilik Kureyş süvâri birliği oraya yetişmiş, Mekke ile sahâbîlerin arasına girerek, hücûma hazır vaziyette durmuştu. Buna rağmen, Âlemlerin efendisi yüce Eshâbı ile saf olup namaza durdular. Sevgili Peygamberimizin arkasında binbeşyüz civarındaki Eshâbının saf hâlinde hareketsiz kıyamda duruşları, rükûya eğilmeleri, görülmeye değer bir manzara idi. Hele, hep birlikte secdeye gitmeleri, heybetli bir dağın eğilip, doğrulmasına benziyordu. Onların, Allahü teâlânın huzûrunda şerefli alınlarını toprağa sürerek tevâzû göstermeleri, Kureyş süvârilerinden bâzılarının kalblerine İslâmın muhabbetini düşürdü. Eshâb, selâm verip namazdan çıktıklarında, Kureyş süvâri komutanının; "Müslümanların bu hâllerinden istifâde ederek baskın yapsaydık, onların çoğunu öldürürdük!... Onlar namazda iken niçin saldırmadık?" diye hayıflandığı, sonra da; "Merâk etmeyiniz. Nasıl olsa, canlarından ve çocuklarından da sevgili olan bir namaza daha duracaklardır!..." diyerek, bu defâ fırsatı kaçırmayacaklarını arkadaşlarına bildirdi.
Onların bu sözlerini Allahü teâlâCebrâil aleyhisselâm ile vahiy göndererek Peygamber efendimize bildirdi.
Gelen âyet-i kerîmede buyruluyordu ki: (Ey Habîbim!) Sen de içlerinde bulunup, (düşman karşısında) onlara (Eshâbına) namaz kıldıracağın zaman (onları iki kısma ayır), bir kısmı seninle birlikte (namazda, diğeri de düşman karşısında) dursun. Silahlarını yanlarına alsınlar. Seninle namazda olup, bir rekat kılanlar (namazı bozacak amellerden sakınarak) düşman karşısına gitsinler. Bundan sonra, henüz namazını kılmamış olan diğer kısmı gelip, ikinci rekatı seninle kılsınlar ve onlar da zırhlarını, koruyucu aletlerini ve silâhlarını yanlarına alsınlar. (Teşehhüdü seninle okusunlar. Sen selâm verince, onlar selâm vermeden düşman karşısına gitsinler. Önce bir rekat kılmış olanlar geri gelip, kendi başlarına bir rekat daha kılarak selâm versinler. İkinci rekatı imâmla kılmış olanlar da tekrar gelip, bir rekat daha kılarak namazı tamamlayıp selâm versinler.) Kâfirler arzu ederler ki, silâh ve eşyalarınızdan gâfil bulunasınız da size ansızın bir baskın yapalar... Eğer size, yağmurdan bir eziyet olursa, yahut hasta bulunursanız, silâhlarınızı koymanızda üzerinize bir vebal yoktur. Fakat yine bütün ihtiyat tedbirlerini alın. Şüphe yok ki, Allahü teâlâ kâfirlere, hor ve hakîr edici bir azâb hazırlamıştır." (Nisâ sûresi: 102)
İkindi vaktinde, hazret-i Bilâl ezân okuduğunda, Kureyş süvârileri yine Mekke ile Eshâb-ı kirâmın arasında hücûma hazır olarak durdular. Peygamber efendimiz, Eshâbına âyet-i kerîmede belirtildiği gibi namazlarını kıldırdı.
Müslümanların bu tedbirli namaz kılışlarına, müşrikler hayret ettiler. Allahü teâlâ, onların kalblerine korku verdi. Herhangi bir harekette bulunmaya cesâret edemediler. Mekke'ye haber götürmek üzere oradan ayrıldılar. Peygamber efendimiz ve Eshâbı da buradan Hudeybiye denilen mevkie doğru harekete geçtiler.
Mukaddes Mekke hudûduna geldiklerinde, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin devesi Kusvâ, zâhirî hiç bir sebep yok iken çöküverdi. Kaldırmak için çok uğraştılar fakat kalkmadı. Bunun üzerine, Kâinatın sultânı efendimiz buyurdular ki; “Onun böyle bir çökme huyu yoktur. Fakat, bir zamanlar (Ebrehe'nin) fili(ni) Mekke'ye girmekten tutup alıkoyan Allahü teâlâ, şimdi de Kusvâ'yı tutup alıkoydu. Varlığım yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Kureyş, Allahü teâlânın, Harem dâhilinde yapılmasını haram ettiği (çarpışmayı ve kan akıtmayı terk etmek gibi) şeylerden hangisini benden isterlerse istesinler, onların bu isteklerini muhakkak yerine getireceğim!" Bundan sonra Kusvâ'yı kaldırmak istediler. Deve sıçrayıp kalktı. Harem hududlarından içeri girmedi, tam hudud üzerinde bulunan Hudeybiye mevkîinde durdu. Peygamber efendimiz Eshâb-ı kirâmla, suyu az olan bu yerde konakladılar.
Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem, çadırını mübârek Mekke hudûdunun dışına kurdurdu. Eshâbıyla burada beklemeye başladılar. Vakit girince, namazları, Mekke-i mükerreme hudûdu içinde kılıyorlardı. Kuyularda içecek ve kullanacak su kalmamıştı. Sâdece Peygamber efendimizin ibriğinde vardı. Güç durumda kalan sahâbîler; "Canımız sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Yanımızda, yalnız sizin ibriğinizde su var. Mahvolduk!." dediler. Âlemlerin efendisi; “Ben, sizin aranızda iken, siz mahvolmazsınız" buyurdular. Sonra “Bismillah" diyerek, mübârek elini ibriğin üzerine koydular. Sonra kaldırıp; “Alınız!..." buyurduğunda, mübârek parmaklarının arasından, çeşme gibi, sular akmaya başladı. Eshâb-ı kirâm; kana kana su içtiler, abdest aldılar, bütün kırbalarını doldurdular at ve develerini suladılar. Eshâbını gülümseyerek seyreden merhamet deryâsı sevgili PeygamberimizAllahü teâlâya hamd ettiler.
O gün, orada hazır bulunan hazret-i Câbir bin Abdullah; "Biz, binbeşyüz kişi idik. Eğer yüzbin kişi dahî olsaydık, o su, hepimize yeterdi" buyurdu.
Hayret ilen barmağın dişler kim etse istimâ,
Barmağından verdiği şiddet günü Ensâra su.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, Medîne-i münevvereye dönünce, hazret-i Âişe vâlidemizin evine geldi. Silahlarını ve zırhını çıkardı. Mübârek vücûdu tozlanmıştı. Yıkandı. O anda hazret-i Dıhye sûretinde, üzerinde zırhı ve silâhları olduğu hâlde bir süvâri geldi. Bu, Cebrâil aleyhisselâmdı. Peygamber efendimiz yanına vardığında; "Ey Allahü teâlânın Resûlü! Cenâb-ı Hak, Kureyzâ oğullarının üzerine hemen yürümeni sana emrediyor!" diyerek emri tebliğ etti. Kâinatın sultânı, hazret-i Bilâl'ı çağırtarak, Eshâb-ı kirâma duyurmak üzere şu emrini verdi: “Ey Eshâbım! Kalkınız, atlarınıza, develerinize bininiz! İtâat edenler, ikindi namazını Kureyzâ oğullarının yurdunda kılsınlar.”
Habîb-i ekrem efendimiz, hemen zırhını giyip kılıcını kuşandı. Miğferini mübârek başlarına geçirip, kalkanını sırtına, mızrağını eline aldı. Sonra atına bindi. Eshâbının arasına varıp, hazret-i Ali'ye İslâm sancağını vererek, öncü kuvvet olarak Kureyzâ yahudilerinin kalesine gönderdiler. Her zaman olduğu gibi Abdullah ibni Ümmi Mektûm'u Medîne'de vekil bıraktılar.
Şanlı Eshâb, sevgili Peygamberimizi ortalarına alarak, Medîne'den; "Allahü ekber! Allahü ekber!" tekbirleri arasında ayrıldılar. Yolda Ganmoğulları ile karşılaştılar. Silahlarını kuşanmış olarak, Resûlullah efendimizi bekliyorlardı. Peygamber efendimiz onlara; “Size kimse rastladı mı?" buyurdu. Onlar da; "Yâ Resûlallah! Bize Dıhye-i Kelbî rastladı. Eğerli beyaz bir katır üzerine binmişti. O katırın üzerinde atlastan bir kadife vardı" dediler. Sevgili Peygamberimiz, onlara; “Bu Cebrâil'dir. Benî Kureyzâ'ya gönderildi. Onların kalelerini sarssın ve kalblerine korku atsın diye..." buyurdular. Kureyzâ yahudilerinin kalesine varıncaya kadar, İslâm ordusunun sayısı üçbini bulmuştu.
Hazret-i Ali, İslâm sancağını Kureyzâ yahudilerinin kalesi önüne dikti. Bunu gören yahudiler, Peygamber efendimiz, aleyhinde sözler sarfettiler. Hazret-i Ali gidip durumu efendimize anlattı. Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem üçbin asker ile orayı teşrîf ettikten sonra, merhametlerinden onları İslâm’a dâvet ettiler. Yahudiler, bu güzel teklifi kabûl etmediler. Sevgili Peygamberimizin; “Öyle ise, Allahü teâlâ ve Resûlünün emrine boyun eğerek kaleden inip teslim olunuz" emr-i şerîfini de reddettiler. Bunun üzerine Âlemlerin efendisi, okçuların üstâdı Sa'd bin Ebî Vakkâs hazretlerine; “Ey Sa'd! İlerle ve onları oka tut!" buyurdu. Hazret-i Sa'd ve diğer okçular, sadaklarındaki okları, tekbir sadâları arasında yahudi kalesine atmaya başladılar. Onlar da ok ve taş atışlarıyla cevap vererek, çarpışmayı başlattılar.
Müslümanların zayıf durumlarında, arkadan vuran ve hasedlerinden Muhammed aleyhisselâmın peygamberliğini kabûl etmeyen bu yahudi gürûhunun kale kapısını açıp da meydana çıkacak cesâretleri yoktu.
Harp, muhâsara hâlinde devam ediyordu. İslâm askeri arasında bulunan münâfıklar da kaleye gizlice haber göndererek; "Sakın teslim olmayınız! Medîne'den gitmenizi isterlerse bile kabûl etmeyiniz! Eğer çarpışmaya devam edecek olursanız, biz size bütün gücümüzle yardım eder, hiç bir şeyimizi sizden esirgemeyiz. Şâyet sizi Medîne'den çıkarırlarsa, biz de sizinle beraber çıkıp gideriz!..." diyorlardı. Bu haber ile münâfıkların yardımını bekleyen yahudiler, müdâfâya yeni bir azîm ve ümîdle devam ettiler. Muhâsara uzadı, bir aya yaklaştığı hâlde münâfıklardan yardım gelmedi. Kalblerine korku düşüp, andlaşma istediklerini bildirdiler.
Andlaşmayı yapmak üzere, Nebbâş bin Kays ismindeki yahudi, Resûlullah efendimizin huzûruna gelip; "Yâ Muhammed!. Nâdiroğullarına gösterdiğiniz merhameti bize de gösteriniz. Malımız ve silâhlarımız senin olsun! Yeter ki kanımızı dökmeyiniz. Çocuklarımız ve kadınlarımızla beraber yurdumuzdan çıkmamıza müsâde ediniz. Silah haricinde her âile için bir deve yükü götürmemize de izin veriniz!..." dedi. Âlemlerin efendisi; “Hayır. Bu teklifi kabûl edemem!" buyurdular. Bu defâ da; "Malı götürmekten vaz geçtik. Kanımızı dökmeyin! Kadınları ve çocuklarımızı götürmeye izin verin!" dedi. Sevgili Peygamberimiz“Hayır! Kayıtsız ve şartsız hükmüme boyun eğmekten, itâat edip teslim olmaktan başka çâreniz yoktur!" buyurdu. Nebbâş yahudisi, perişân bir hâlde kaleye dönüp konuşmaları nakletti. Kureyzâoğulları, bu defâ büyük bir ye's ve üzüntüye gark oldular.
Liderlerinden Ka'b bin Esed, insâfa gelip kavmine şu îtirâfta ve teklifte bulundu: "Ey kavmim! Gördüğünüz gibi, başımıza büyük bir felâket gelip çatmış bulunuyor. Bu durumda size, üç nasîhatim olacak. Bunlardan istediğinizi seçip, ona göre hareket edebilirsiniz! Birincisi; Şu Zat'a tâbi olup, peygamberliğini kabûl edelim! Vallahi O'nun, Allah tarafından gönderilen ve kitaplarımızda vasıflarını gördüğümüz peygamber olduğunu hepimiz biliyoruz. Eğer O'na îmân edecek olursak, kanlarımız, çocuklarımız, kadınlarımız ve mallarımız kurtulmuş olur. Bizim O'na tâbi olmamamızın tek sebebi, Arablara karşı duyduğumuz kıskançlık ve O'nun İsrâiloğullarından olmayışıdır. Halbuki, bu Allah'ın bileceği bir iştir. Geliniz, O'na tâbi olalım!..." Yahudiler hepbirden karşı çıktılar ve; "Hayır! Biz, bunu kabûl etmeyiz ve bizden başkasına tâbi olmayız!" dediler. Bu sefer Ka'b, ikinci teklifini yaptı: "Hepimiz çocuklarımızı ve hanımlarımızı öldürüp arkamızda düşüneceğimiz bir kimse kalmayınca, müslümanların üzerine yürüyelim, ölünceye kadar çarpışalım!..." Yahudiler, bunu da reddettiler. Ka'b, üçüncü teklifinde; "Bu gece, Cumartesi gecesidir. Müslümanlar, bizim bu gecede çarpışmayacağımızı bildikleri için, emîn ve gâfil olabilirler. Kılıçlarımızı sıyırıp, kapıdan hep birlikte çıkalım. Böyle bir baskın ile belki gâlip gelebiliriz!..." dedi. Yahudiler; "Biz, Cumartesi günü, çalışma yasağını kaldıramayız!" diyerek, bu teklifi de reddettiler. Sâdece, içlerinden Esîd ve Sa’lebe kardeşler, bir de amcalarının oğlu Esed, ilk teklifi kabûl edip, müslüman olmakla şereflendiler. Kaleden çıkıp Eshâb-ı kirâmın arasına girdiler.
Yahudiler, kendi aralarında uzun süre münâkâşa ettiler. Netîcede teslim bayrağını çekerek, Peygamber efendimizden haklarında hüküm vermek üzere bir kimseyi hakem tâyin etmesini istediler. Resûlullah efendimiz de; “Eshâbımdan istediğiniz kimseyi hakem seçiniz" buyurdu. Onlar da; "Biz, Sa’d bin Mu’âz'ın vereceği hükme râzı oluruz" dediler. Peygamber efendimiz, kabûl buyurup Sa'd bin Mu'âz hazretlerinin getirilmesini emrettiler.
Sa'd bin Mu'âz (radıyallahü anh), Hendek gazâsında ağır yaralanmıştı, Resûlullah efendimiz, onu, Mescîd-i Nebî’de bir çadır içinde tedavi ettiriyordu. Hakem seçilince, sedye ile hazret-i Sa'd'ı, Kureyzâ kalesine götürdüler. Yolda hazret-i Sa'd kendi kendine; "Vallahi, Allahü teâlânın yolunda hiç bir kınayıcının kınamasına kulak asmayacağım!" diyordu. Resûlullah efendimizin huzûrunda sedyeden indirdiler. Peygamber efendimiz“Ey Sa'd! Şunlar, senin hükmüne göre teslim olmayı kabûl ettiler. Haydi, onlar hakkındaki hükmünü bana bildir" buyurdu. Sa’d bin Mu’âz (radıyallahü anh) ise; "Canım sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Muhakkak ki, hüküm vermeğe Allahü teâlâ ve Resûlü daha lâyıktır" dedi. Resûlullah efendimiz de; “Bunlar hakkında hüküm vermeyi Allahü teâlâ, sana emretmiştir" buyurdu. Hazret-i Sa'd, yahudilerden, hükmüne râzı olacaklarına dâir kesin söz aldı. Her iki taraf da verilecek hükmü merâkla beklemeye başladılar. Bunun üzerine hazret-i Sa'd, üstünlüğünü gösteren, ilikleri donduran, şânına lâyık olan şu muazzam hükmü açıkladı: "Benim hükmüm odur ki, akıl ve bâliğ olan bütün erkeklerin boynu vurulsun! Kadınları, çocukları esir alınsın, malları da müslümanlar arasında taksim edilsin!..."
Bu kesin hüküm karşısında, yahudiler donup kaldılar. Çünkü, kendi kitaplarında, böyle azgınlık yapanlara verilecek cezâ aynen böyle idi ki; "Şehrin birine harb etmek için vardığında onları sulha dâvet et. Bunu kabûl edip, kapılarını açarlarsa, içindekilerin hepsi, sana haraç versinler ve hizmet etsinler. Şâyet, harb etmeğe karar verirlerse, onları muhâsara et. Allahü teâlânın ihsânı ile, onlara gâlip geldiğin zaman, erkeklerinin hepsini kılıçtan geçir. Kadınlarını, çocuklarını ve mallarını ganîmet olarak al!..." diye yazıyordu.
Sa'd bin Mu'âz hazretlerinin verdiği hükmün ilâhî hükme uygun gelmesinden dolayı, âlemlerin efendisi, sevgili Peygamberimiz, onu tebrik edip; “Sen, onlar hakkında, Allahü teâlânın, yedi kat gökler üstünde, Levh-i mahfûzdaki hükmüne uygun hüküm verdin!" buyurarak takdirlerini bildirdiler.
Yahudiler, kendi kitaplarında belirtilen bu hükme îtirâz edemediler. Akil-bâliğ olan bütün erkekleri toplanıp bağlandı ve hüküm yerine getirildi. Çocuklar, kadınlar ve mallar Eshâb-ı kirâm arasında pay edildi.
Böylece, müslümanların en sıkışık zamanlarında arkadan vuran, yapılan bütün andlaşmaları bozan, Peygamber efendimizi, çocukluğundan bu yaşına kadar gördükçe mübârek vücûd-i şerîfini ortadan kaldırmaya uğraşan bu kavim, Medîne'den temizlenmiş oldu.
 Eshâb-ı kirâm saâdetle, huzûr ve sevinç içinde nûrlu Medîne'nin yolunu tuttular... Esirler arasında bir kadın, müslüman olmak saâdetine kavuştu. Onun bu hareketine ziyâde sevinen sevgili Peygamberimiz, onun da sevinmesi, Cennet’te derecesinin çok yüksek olması için, merhamet buyurarak onu zevceliğe kabûl eyledi. Bu, hazret-i Reyhâne vâlidemizdi.
Sa'd bin Mu'âz (radıyallahü anh), Benî Kureyzâ yahudileri hakkındaki hükmü verdikten sonra, tekrar çadırına götürüldü. Yarası ağırlaşıp, durumu şiddetlenmişti. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, yanına gelip, onu kucakladı ve; “Allah'ım! Sa'd, senin rızân için, senin yolunda cihâd etti. Resûlünü de tasdik etti. Ona kolaylık ihsân eyle..." buyurarak duâ etti. Sa'd bin Mu'âz hazretleri, sevgili Peygamberimizin bu mübârek sözlerini duyunca, gözlerini açıp, "Yâ Resûlallah! Sana selâm ve hürmetler ederim. Senin, Allahü teâlânın peygamberi olduğuna şehâdet ederim" diye fısıldadı. Bundan sonra Sa'd bin Mu'âz'ın yakınları, onu, kaldığı çadırdan Abdüleşhel oğullarının evine götürdüler. O gece durumu çok ağırlaşmıştı. Cebrâil aleyhisselâmPeygamber efendimize gelip; "Yâ Resûlallah! Bu gece senin ümmetinden vefât edip de, vefâtı melekler arasında müjdelenen kimdir?" dedi. Bunun üzerine Kâinatın sultânı, hemen Sa'd bin Mu'âz'ın (radıyallahü anh) hâlini sordu. Evine götürüldüğünü söylediler. Peygamber efendimiz, yanında Eshâb-ı kirâmdan bâzıları olduğu hâlde Sa'd bin Mu'âz'ın yanına gitti. Yolda çok süratli gitmeleri sebebiyle, Eshâb-ı kirâm; "Yorulduk yâ Resûlallah!" dediler. Peygamber efendimiz de; “Melekler, Hanzala'nın cenâzesinde bizden önce bulundukları gibi, Sa'd'ın da cenâzesinde bizden önce bulunacaklar. Biz önce yetişemiyeceğiz" buyurarak, hızlı gitmelerinin sebebini açıkladı. Peygamber efendimiz, Sa'd bin Mu'âz'ın yanına gelince, onu vefât etmiş buldu. Baş ucuna durup, Sa'd bin Mu'âz'ın (radıyallahü anh) künyesini söyleyerek; “Ey Ebû Amr! Sen reîslerin en iyisi idin. Allahü teâlâ sana saâdet, bereket ve en hayırlı mükâfatı versin! Allahü teâlâya verdiğin sözü yerine getirdin. Allahü teâlâ da sana vâdettiğini verecektir!" buyurdu. Bu sırada, Sa'd bin Mu'âz'ın annesi ağlayarak şu beyti okudu.
"Nasıl dayanabilir, vâh yazık annesine!
Tâhâmmül ister, ağlarım başıma gelene!..."
Eslem bin Hâris de (radıyallahü anh) şöyle anlatmıştır: "Resûlullah, Sa'd bin Mu'âz'ın evine geldi. Biz kapıda bekliyorduk. Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem içeri girdi, adımlarını gâyet geniş açarak yürüyordu. Biz de peşinden yürüdük. Resûlullah durmamızı işâret edince durduk ve geriye döndük. İçerde Sa'd'ın cenâzesinden başka kimse yoktu. Resûlullah, içerde bir müddet durduktan sonra dışarı çıktı. Merâk etmiştim; "Yâ Resûlallah! Adımlarınızı geniş açarak yürümenizin hikmeti nedir?" diye suâl eyledim. Bunun üzerine; “Böylesine kalabalık bir mecliste bulunmadım. (Melekler dolmuştu.) Meleğin biri beni kanadı üzerine aldı da ancak öyle oturabildim" buyurdu. Sonra; "Sa'd bin Mu’âz'ın künyesini söyleyerek; “Sana âfiyet olsun yâ Ebâ Amr! Sana âfiyet olsun yâ Ebâ Amr! Sana âfiyet olsun yâ Ebâ Amr" buyurdu.
Onun vefâtı, Resûlullah ve Eshâb-ı kirâmı çok üzdü, gözyaşı döküp ağladılar. Cenâzesinde bütün Eshâb-ı kirâm toplandı. Sevgili Peygamberimiz, cenâze namazını kıldırdı, cenâzesini taşıdı. Eshâb-ı kirâm, Sa'd bin Mu’âz’ın (radıyallahü anh) cenâzesini taşırken; "Yâ Resûlallah! Biz, böyle kolay taşınan cenâze görmedik!" dediler. Bunun üzerine Peygamber efendimiz“Melekler indi, onu taşıyorlar!" buyurdu. Cenâzesi giderken, münâfıklar da kötülemek için; "Ne kadar da hafif!" dediklerinde, sevgili Peygamberimiz“Sa'd'ın cenâzesine yetmişbin melek indi. Şimdiye kadar yeryüzüne bu kadar kalabalık hâlde inmemişlerdi" buyurdu.
Ebû Sa’îd-il Hudrî (radıyallahü anh), dedesinin şöyle dediğini nakletmiştir: "Sa'd bin Mu'âz'ın (radıyallahü anh) kabrini kazanlardan biri de bendim. Ona kabir kazmaya başlayınca, etrâfa kabirden misk kokusu yayıldı!" Şûrahbil bin Hasene de şöyle demiştir: "Sa'd bin Mu'âz defnedilirken, birisi kabrinden bir avuç toprak almıştı. Sonra onu evine götürünce, o toprak misk oldu. Cenâzesi kabre indirilirken, Peygamberimiz kabri başında oturup, mübârek gözleri yaşardı ve mübârek sakalını eliyle tutup çok üzüldü. “Sa'd bin Mu'âz'ın ölümünden dolayı arş titredi" buyurdu. Bir defâsında, Peygamberimize çok kıymetli bir elbise hediye edilmişti. Eshâb-ı kirâm ne kadar güzel dediklerinde; “Sa'd bin Mu'âz'ın Cennet’teki mendilleri, bundan daha güzeldir" buyurmuştu.
Hicretin beşinci senesinin bâzı mühim hâdiseleri da şunlardır: Resûlullah efendimiz, Dûmet-ül-Cendel'de yaşayan ve Şam'a gidip gelen yolcuları rahatsız ve Medîne-i münevvereyi tehdit eden kabîleler üzerine bin kişilik bir ordu ile sefere çıktı. İslâm ordusunun geldiğini haber alan düşman kabîleleri kaçtılar. Burada birkaç gün kalındıktan sonra Medîne'ye dönüldü. Resûl-i ekrem efendimiz, Zilkâde ayında Zeyneb binti Cahş (radıyallahü anhâ) ile evlendiler. Bu sene hicâb âyet-i kerîmeleri geldi ve müslüman hanımlara tesettür emredildi. Ayrıca münâfıklar, hazret-ı Âişe vâlidemize iftirâda bulundular. Bâzı müslümanlar da bu iftirâlara aldanmıştı. Âyet-i kerîmeler gelerek münâfıkların iftirâları ortaya çıkarıldı ve hazret-i Âişe (radıyallahü anhâ) medhedildi. Medîne-i münevvere yakınlarında yaşayan Müzeyne kabîlesi heyet göndererek müslüman oldu ve muhâcirlerden sayıldı. Yine bu sene zelzele ve Ay tutulması vukû buldu. Ayrıca hac da bu sene farz kılındı.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Müşrikler, İslâm’ı tamâmen ortadan kaldırmak için yaptıkları bu mücâdelelerinden sonra, müslümanların gündüz mağlûb edilemeyeceğini anladılar. Onlara göre tek çâre aynı şiddetle gece baskınları tertiplemekti. Müslümanlar ancak bu şekilde yenilebilirdi. Bu kararlarını hemen tatbikata koyup, yahudi Kureyzâ oğullarıyla birlikte gece baskınları yapmaya başladılar. Askerlerini gruplara ayıran müşrikler, nöbet ve sıra ile hücûma geçiyorlardı. Bu hâl günlerce devam etti. Başta sevgili Peygamberimiz ve kahraman Eshâb-ı kirâm; aç, uykusuz, yorgun oldukları hâlde müdâfâya devam ettiler. Hiç bir düşman askerini hendekten bu tarafa geçirmediler. Canla başla yapılan bu müdâfâ, daha önce yapılan bütün gazâlardan daha korkulu, daha şiddetli, daha sıkıntılı ve daha zahmetli idi.
Günlerdir çarpışmakta olan müşriklerde, yiyecek sıkıntısı baş göstermeye başladı. At ve develeri de, yerde bir tutam kuru ot bulamadıkları için, ölmeğe başlamıştı. Bu sebeple müşriklerin kumandanı, Dırâr bin Hattâb kumandasında bir birliği, Kureyzâ yahudilerine erzak te’mini için göndermişti. Küffâra her şeylerini fedâ eden yahudiler, derhal yirmi deve yükü buğday, arpa, hurma ve hayvanlar için saman yükleyip teslim ettiler. Dırâr, askerleri ile sevinç içinde dönerken, Kubâ yakınlarında bir grup sahâbî ile karşılaştılar. Kahraman Eshâb, derhal hücûm etti. Kanlı bir çarpışmadan sonra, müşrikleri kaçırtarak yüklü develeri Peygamber efendimize teslim ettiler ve çok duâya mazhar oldular.
Kâinatın sultânı sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, bir aya yakın devam eden bu şiddetli çarpışmada, pek güç durumlarda kalan kahraman Eshâbına acıyor, onlara, babalarından kat kat fazla şefkât gösteriyordu. Şanlı Eshâbının gösterdiği bu insan üstü gayretlere karşı, kendisi mübârek alnını toprağa koyuyor, onlar için Allahü teâlâya şöyle yalvarıyordu: “Ey darda kalanların imdatlarına yetişen! Ey muhtâç ve çâresiz kalmışların duâsına icâbet eden Allah'ım! Benim ve Eshâbımın hâllerini muhakkak görüyor ve biliyorsun. Yâ Rabbî! Sen küffârı münhezim kıl, (hezîmete uğrat), içlerine tefrika düşür ve onlara karşı bize nusret ver, zafer ihsân eyle!..." Sevgili Peygamberimiz, bu duâsını, son günlerde sık sık tekrarlıyordu.
Müşrikler, kıtlığın da verdiği ızdıraplardan dolayı, bir an önce müslümanları ortadan kaldırmak için, bütün güçlerini harcıyorlardı. Böyle çarpıştıkları bir akşam, müşrik ordusundan, kalbine İslâmın sevgisi düşmüş bir kimse, Peygamber efendimizin huzûruna geldi. Bu, Gatafan kabîlesinden Nu'aym bin Mes’ûd idi. Sevgili Peygamberimize; "Yâ Resûlallah! Ben, Allahü teâlânın bir olduğunu ve senin hak peygamber olduğunu tasdik etmek için geldim. Hamd olsun müslüman olmakla şereflendim. Şimdiye kadar size karşı çarpışmıştım. Bundan sonra da küffâra karşı çarpışacağım. Bana ne emrederseniz yapmağa hazırım! Yâ Resûlallah! Benim müslüman olduğumu kavmim dahî bilmiyor" dedi. Resûl-i ekrem efendimiz; “Bu küffârın arasına girip, tefrika sokarak birbirlerinden ayırmağa çalışabilir misin?" buyurdular. O da; "Yâ Resûlallah! Allahü teâlânın yardımı ile onları birbirinden ayırabilirim. Yalnız, her ne dilersem söylemeğe izin var mı?" diye suâl etti. Efendimiz de; “Harp hîledir. İstediğini söyleyebilirsin” buyurdular.
Nu'aym bin Mes’ûd hazretleri, önce Kureyzâ yahudilerinin yanına varıp; "Benim size karşı olan sevgimi bilirsiniz. Yalnız bu konuşacaklarımız aramızda kalsın, hiç kimse bilmesin!" dedi. Yahudiler de; "Hiç kimse bilmeyecektir?" diyerek yemîn ettiler. Bunun üzerine hazret-i Nu'aym; "Şu adamın (Peygamber efendimizin) işi, muhakkak bir belâdır. O'nun, Nâdir ve Kaynuka oğullarına yaptığını biliyorsunuz. Onları, yurtlarından yuvalarından sürüp çıkardığını, hepiniz de gördünüz. Şimdi, Kureyşliler ve Gatafanlar gelip müslümanlarla çarpışmaktalar, siz de onlara yardım etmektesiniz. Günlerce çarpıştığımız hâlde, daha bir netîceye varamadık. Böyle devam ederse, muhâsara uzayacağa benzemektedir. Kureyşliler ve Gatafanların malları, mülkleri, yurtları, çocukları, sizin gibi burada değildir. Bu harpte eğer fırsat bulur da gâlip gelirlerse ganîmetleri toplar giderler. Şâyet mağlûb olurlarsa çekip giderler, sizi, onlarla başbaşa bırakırlar. Halbuki, sizin müslümanlarla başa çıkacak ne gücünüz, ne de kuvvetiniz var. Harbin şu andaki durumu ise, müslümanların zafere kavuşacağını göstermektedir. Tahmin ettiğim gibi olursa, müslümanlar sizi kılıçtan geçirmeden bırakmazlar. Onun için acele bir tedbir almamız lâzımdır!..." dedi. Bu´sözleri büyük bir heyecan ve korku ile dinleyen yahudiler, hazret-i Nu'aym'ın, kendilerini bu derece düşünmesinden dolayı çok memnun kaldılar ve; "Sen bize dostluğunu lâyıkıyla gösterdin. Bize, nasıl bir tedbir almak lâzım geldiğini de söyle" dediler. Bunu bekleyen Nu'aym bin Mes’ûd (radıyallahü anh); "Doğrusu şudur ki; Kureyş ve Gatafan eşrâfından bâzılarını rehin almadıkça, müslümanlarla aslâ harbe girmeyin! Rehineler sizin yanınızda olduğu müddetçe, harbden kaçıp gidemezler!" dedi. Bunun da pek güzel bir tedbir olduğunu kabûl eden yahudiler, ona, teşekkür edip, izzet ikrâmda bulundular.
Hazret-i Nu'aym, yahudilerden ayrılıp doğruca Kureyş karargâhına vardı. Kumandanlarına; "Benim Muhammed'e olan düşmanlığımı ve sizleri de ne kadar çok sevdiğimi bilirsiniz. Öğrendiğim bir şeyi, dostluğumuzun îcâbı, size ulaştırmayı büyük bir vazife bildim. Yalnız, bu söyleyeceklerimi hiç kimseye duyurmayacağınıza söz verip yemîn etmelisiniz!" dedi. Onlar da yemîn edip merâkla; "Söyle, seni dinliyoruz" dediler. "Haberiniz olsun ki, Kureyzâ yahudileri, sizinle ittifâk ettiklerine pişman olmuşlar ve Muhammed'e haber göndermişler: "Kureyşten ve Gatafanların ileri gelenlerinden boyunlarını vurmak üzere rehineler alıp sana teslim edelim. Sonra seninle birlik olup müşriklerin kökünü kazıyıncaya kadar çarpışalım! Yalnız, kardeşlerimiz Nâdir oğullarını affedip yurtlarını bağışlamalısın!" demişler. Muhammed de, yahudilerin bu isteklerini kabûl etmiş! Eğer yahudiler, sizden rehine isterse, sakın kabûl etmeyin, hepsini öldürecekler! Sakın bu söylediklerimi kimse duymasın!..." dedi. Kureyşliler, bu mühim haberden dolayı hazret-i Nu'aym'a çok teşekkür edip iltifât gösterdiler.
Nu'aym bin Mes’ûd (radıyallahü anh) oradan ayrılıp, Gatafanların yanına geldi. Kureyşlilere anlattıklarını onlara da söyledi.
Bir gün sonra Kureyş kumandanı, Kureyzâ oğullarına; "Artık burada durmak bizim için çok güçleşti. Zirâ hava soğuk, hayvanlarımız açlıktan kırılıp gitmektedir. Bu gece iyi bir hazırlık yapıp, yarın hep birlikte şiddetli bir hücûma geçelim" diye haber gönderdi. Yahudiler de; "Biz, hem Cumartesi günü harp etmeyiz hem de sizinle beraber savaşmaya katılabilmemiz için, ileri gelenlerinizden bir çok kimseyi bize rehin olarak vermeniz lâzım. Eğer muhâsara müddeti uzar ve siz âciz kalıp memleketinize giderseniz, bizi Muhammed'e teslim etmiş olursunuz. Şâyet, rehin verirseniz, bizi bırakıp gitmezsiniz!..." dediler. Bu haber, Kureyş kumandanına ulaştığı zaman; "Nu'aym bin Mes’ûd'un sözü doğru imiş!" dedi ve yahudilere tekrar haber gönderip; "Biz size, bir tek adamımızı bile rehin olarak vermeyiz. Eğer, yarın gelip bizimle beraber harb ederseniz ne âla, yoksa biz yurdumuza gideriz. Siz de Muhammed ve Eshâbı ile başbaşa kalırsınız!.." dediler. Bunu işiten Kureyzâ yahudileri, Nu’aym'ın sözünün doğru çıktığını düşünüp; "Bu durumda, biz de sizinle birlik olup müslümanlara karşı savaşmayız..." dediler. Böylece her iki tarafın da kalblerine korku düştü.
Peygamber efendimize, Cebrâil aleyhisselâm gelip; Allahü teâlânın, müşrikleri kasırga ile perişân edeceğini müjdeledi. Bunun üzerine Âlemlerin efendisi, mübârek dizleri üzerine gelip, mübârek ellerini uzatarak; “Allah'ım! Bana ve Eshâbıma acıdığından dolayı sana şükrederim" diyerek, Allahü teâlâya şükranlarını arzettiler. Sonra kahraman Eshâbına müjdeyi bildirdiler.
O gece Cumartesi gecesi idi. Ortalığı müthiş bir karanlık kaplamış, göz gözü görmüyordu. Derken şiddetli bir ayaz ve arkasından çok kuvvetli bir rüzgâr esmeye başladı. Bu geceyi, Huzeyfe tübnü Yemân hazretleri şöyle anlattı: "Öyle bir gecede bulunuyorduk ki, o zamana kadar ondan daha karanlık bir gece görmemiştik. Bu şiddetli karanlıkla birlikte, gök gürültüsünü andıran bir gürültüyle korkunç bir rüzgâr da esmeye başlamıştı. Bu sırada, müşrik ordusunun telâşa ve korkuya kapılıp, kendi aralarında anlaşmazlığa düştüklerini Peygamber efendimiz bize haber verdi. Biz, şiddetli soğuktan, açlıktan ve gecenin dehşetinden ayağa kalkamıyor, olduğumuz yerde üzerimize bir şeyler örterek bekliyorduk.
Resûlullah namaza durdu ve gecenin bir kısmını namaz kılarak geçirdikten sonra, bize doğru dönerek şöyle buyurdu: “İçinizden, müşrik ordusunun yanına gidip, durumlarını inceleyerek, bana haber getirecek olan var mıdır? Bu haberi getirenin, Cennet’te bana arkadaş olmasını Allahü teâlâdan dileyeyim." Orada bulunanlar şiddetli açlık ve soğuktan ayağa kalkamadı. Sonra Resûlullah efendimiz, benim yanıma geldi. Soğuktan ve açlıktan iki dizim üzerine çöküp büzülerek oturuyordum. Resûlullah efendimiz bana dokunarak; “Sen kimsin?" buyurdu. "Ben Huzeyfe'yim yâ Resûlallah" dedim. Resûlullah efendimiz“Git şu kavim ne yapıyor bir bak! Yanıma dönüp gelinceye kadar onlara, ok ve taş atma, mızrak ve kılıç vurma. Sen benim, yanıma dönüp gelinceye kadar, ne soğuktan, ne sıcaktan zarar görmeyeceksin, esir edilip, işkenceye de uğramayacaksın" buyurdu. Kılıcımı ve yayımı aldım, gitmek üzere hazırlandım. Resûlullah efendimiz, benim için; “Allah'ım, onu önünden-ardından, sağından-solundan, üstünden-altından koru" diyerek duâ buyurdu.
Müşriklere doğru yürümeye başladım. Sanki hamamda yürüyor gibiydim. Vallahi içimde ne bir korku, ne bir üşüme, ne de bir ürperti vardı. Nihâyet müşriklerin ordugâhına vardım. Kumandanları ve ileri gelenleri bir siperde ateş yakmışlar, ısınıyorlardı. Ebû Süfyân; "Buradan çekip gitmeli" diyordu. Hemen aklıma, onu orada öldürmek geldi. Ok çantamdan bir ok çıkarıp, yayıma yerleştirdim. Ateşin ışığından faydalanarak onu vurmak istedim. Tam atacağım sırada, Resûlullah'ın; “Benim yanıma dönüp gelinceye kadar, bir hâdise çıkartmayacaksın" buyurduğunu hatırladım ve öldürmekten vazgeçtim. Bundan sonra, kendimde kuvvetli bir cesâret buldum. Müşriklerin yanına sokulup ateşin başına oturdum. Görülmemiş derecedeki şiddetli rüzgâr ve Allahü teâlânın görülmeyen ordusu (melekler), onlara yapacağını yapıyordu. Rüzgârda, kapkacakları devriliyor, ateşleri ve ışıkları sönüyor, çadırları başlarına yıkılıyordu. Bir ara, müşrik ordusunun kumandanı Ebû Süfyân ayağa kalkıp; "İçinizde gözcüler ve câsuslar bulunabilir, dikkat ediniz, herkes yanındakinin kim olduğuna baksın! Herkes yanında oturanın elini tutsun" dedi. Ebû Süfyân, aralarına bir yabancının girdiğini sezer gibi olmuştu. Hemen ellerimi uzatıp, sağımda ve solumda bulunan iki kişinin ellerinden tutup, onlardan önce isimlerini sordum. Böylece tanınmamı engelledim. Nihâyet Ebû Süfyân, ordusuna şöyle hitâb etti: "Ey Kureyşliler! Siz durulacak bir yerde değilsiniz. Atlar, develer kırılmağa başladı. Kıtlık her tarafı sardı. Rüzgârdan başımıza gelenleri görüyorsunuz. Hemen göç edip gidiniz! İşte ben gidiyorum!" diyerek devesine bindi. Müşrik ordusu perişân bir hâlde toplanıp, Mekke'ye doğru hareket etti. Üzerlerine kum ve çakıl yağıyordu.
Müşrik ordusu çekip gidince, ben de Resûlullah efendimizin yanına doğru yürüdüm. Yolun yarısına geldiğimde karşıma yirmi kadar beyaz sarıklı süvâri (melekler) çıktı. Bana; "Resûlullah'a haber ver. Allahü teâlâ düşmanı perişân etti..." dediler. Resûlullah efendimizin yanına döndüğümde, bir kilim üzerinde namaz kılıyordu. Fakat ben döner dönmez, gitmeden önceki üşüme ve titreme hâlim tekrar başlamıştı. Resûlullah efendimiz, namazdan sonra, ne haber getirdiğimi sordu. Ben de, müşriklerin içine düştükleri perişân hâli ve çekip gittiklerini haber verdim. Resûlullah bu habere çok sevindiler ve gülümsediler. Günlerdir uykusuzduk. Peygamberimiz, beni de yanına alıp, üzerindeki kilimin bir ucunu üzerime örttü. O gece bu şekilde sabahladık. Seher vaktinde Resûlullah beni uyandırdı. Sabah olunca, müşrik ordusundan eser kalmamıştı. Onlar, Mekke'ye yaklaşıncaya kadar peşlerinden şiddetli bir rüzgâr esti ve arkalarından da hep tekbir sesleri işittiler.
Kureyş müşrikleri, karargâhlarını terkedip kaçınca, onlara uyup gelen diğer müşrik kabîleler de Medîne'yi terkettiler. Unutamayacakları çok büyük bir mağlûbiyetin keder ve üzüntüsüne boğuldular. Onlar bu hezîmete uğrarken, Kâinatın efendisi sallallahü aleyhi ve sellem ve şanlı Eshâbı radıyallahü anhüm, Allahü teâlâya şükür secdesine kapanıyorlar, hamd edip, şükranlarını arzediyorlardı. Mücâhidler; "Allahü ekber! Allahü ekber!." sadâları arasında, nûrlu Medîne'nin yolunu tuttular. Medîne sokakları, bir anda çocukların istilasına uğramış, Kâinatın sultânını ve mübârek babalarını, amcalarını, dayılarını, ağabeylerini karşılamaya çıkmışlardı. Peygamber efendimiz de, tebessüm buyurarak onlara karşılık veriyordu...
Hendek gazâsında altı şehîd verilmişti... Bu gazâ hakkında Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki: Allahü teâlâ (Hendek savaşındaki) o kâfirleri, hiç bir hayra, zafere kavuşamadıkları hâlde, öfkeleriyle geri çevirdi. Böylece Allahü teâlâ(melekler ve rüzgâr ile) muhârebede (muvaffak olmaları için), mü’minlere kâfi oldu. Allahü teâlânın her şeye gücü yeter. O, her şeye gâliptir." (Ahzâb sûresi: 25) “Ey îmân edenler! Allahü teâlânın üzerinizdeki nîmetlerini hatırlayınız. Hani size (Hendek savaşında) ordular saldırmıştı da, biz onların üzerine bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz (meleklerden) ordular göndermiştik..." (Ahzâb sûresi: 9) Bu savaştan sonra sevgili Peygamberimiz“Artık nöbet sizindir. Bundan sonra Kureyş sizin üzerinize gelemez" buyurdular.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget