Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Âdem aleyhisselâmın oğullarından ikisi. Peş peşe birer kız kardeşle ikiz olarak doğmuşlardı. Beraber yaşayıp beraber büyüdüler. Âdem aleyhisselâmın ilk çocuğu Kâbil ve ikincisi onun ikiz kız kardeşi Aklimâ idi. Bunlardan sonra Hâbil ve ikizi olan Lebudâ doğdu. Büyüdükleri zaman, Allahü teâlâ Âdem'e (aleyhisselâm) Kâbil'i, Hâbil'in, Hâbil'i de Kâbil'in kızkardeşi ile evlendirmesini emretti. Âdem (aleyhisselâm) zamanında, insanların çoğalması lâzımdı. Bunun için, bir erkeğin kendi kız kardeşi ile evlenmesi helâl idi, câiz idi. İnsanlar çoğalınca, buna lüzum kalmadı. Haram oldu. Kâbil'in kızkardeşi, Hâbil'inkinden daha güzel idi. Bu sebeple Kâbil, Hâbil'in kendi kız kardeşi ile evlendirilmesine râzı olmadı. Hattâ, ben, kardeşim ile evlenmeğe daha layığım deyince, Âdem (aleyhisselâm) Kâbil'e, “Kızkardeşin sana helâl değildir” dedi. Fakat, Kâbil babası Âdem'in (aleyhisselâm) sözünü kabûl etmedi ve düşüncesinde ısrâr etti. Kâbil, Allahü teâlânın, babasına böyle bir evlendirmeyi emrettiğine inanmadı. Âdem (aleyhisselâmAllahü teâlânın emrinin böyle olduğunu, buna uymak gerektiğini Kâbil'e îzâh etti. Fakat ne kadar îzâh edip, iknâ etmeye çalıştıysa da Kâbil bir türlü iknâ olmadı. Bu ihtilaf büyüdü ve önemli bir mes’ele oldu. Bu durum karşısında Âdem aleyhisselâm, Kâbil ile Hâbil arasındaki ihtilâfı hâlletmek için; “Allahü teâlâ her şeyi bilendir. Bu işi halletmek için birer kurban adayınız” dedi. Âdem aleyhisselâmın bu sözü üzerine aralarındaki ihtilâfı halletmek için birer kurban getirdiler. Hâbil çobanlık, Kâbil de rençberlik yapardı. Hâbil koyunları arasından en güzel bir koç seçip getirdi. Kâbil ise buğdayları arasından en kötü kısımları toplayarak bir bağ buğday getirdi. Bu husûsta da çok hasis davranmıştı. Hattâ buğday demetini getirirken arasında çok güzel bir başak görmüş, onu bile alıp yediği de rivâyet edilmiştir.
Hâbil ve Kâbil, Âdem aleyhisselâmın tavsiyesi üzerine kurbanlarını getirip, bir dağ üzerine koydular. Hâbil'in kurbanı üzerine gökten beyaz bir ateş inip, yaktı. Böylece Hâbil'in kurbanının kabûl edildiği ve Kâbil'in haksız olduğu anlaşıldı. O zaman ilâhi bir hikmetle Allahü teâlâ kabûl buyurduğu kurban üzerine bir ateş gönderir, ateş onu yakıp yok ederdi. Kabûl olunmayan kurban ise olduğu gibi kalırdı. Kabûl olunmayan kurban sâhibinin yüzü insanlar arasında kara olurdu. Bu durum İsrâiloğulları zamanına kadar böyle devam etti. Bundan sonra Allahü teâlâ kimin kurbanını kabûl edip etmediğini kıyâmete kadar gizledi.
Bu husûs Kur’an-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmiştir: “Ey Resûlüm, ehl-i kitâba Âdem'in iki oğlunun haberini hakkıyla oku. Onlar, Allah rızâsını kazanmak için kurban sunmuşlardı da birinden kabûl edilmiş, diğerinden kabûl olunmamıştı. Kurbanı kabûl olunmayan (Kâbil) diğerine, “Seni muhakkak öldüreceğim” demişti. Kardeşi ona şöyle cevap vermişti, “Allah ancak takvâ sâhiplerinin kurbanını kabûl eder.” (Mâide sûresi: 27)
Kâbil kendi kurbanının kabûl edilmediğini ve haksız olduğunu anladığı hâlde, ilâhî hükme karşı gelip, haksızlığa dalıyor, nefsine zulmediyordu. Kardeşi Hâbil'e karşı, duyduğu derin bir kıskançlık ve nefret ile düşmanlık besliyordu. Hattâ ona; “Yemîn ederim ki, seni öldüreceğim” diyordu. Hâbil ise gâyet yumuşak davranıyor, karşılık vermiyor ve Kâbil'e nasîhat ederek, “Eğer sen beni öldürmek için bana el uzatırsan, ben seni öldürmek için el kaldırmam. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım” diyordu. Fakat Kâbil doğru sözü dinleyip, anlayacak ve kabûl edecek hâlden uzak olduğu için, Hâbil'e karşı olan tutumunu değiştirmedi. Onu öldürmeye kararlı idi. Âdem aleyhisselâmın hacca gittiği bir sırada, Kâbil ıssız bir yerde elinde bir taşla Hâbil'in yanına gitti. Hâbil o sırada sürülerinin başında bulunuyordu. Hâbil'e, “Seni mutlakâ öldüreceğim” dedi. Hâbil, “Niçin?” diye sebebini sordu. Cevabında, “Allahü teâlâ senin kurbanını kabûl etti. Benimkini ise kabûl etmedi. Sen, benim güzel kız kardeşimle evleniyorsun, ben ise senin güzel olmayan kardeşin ile evleniyorum. Hem ebeveynim, senin benden daha iyi olduğunu konuşuyorlar. Senin çocukların benim çocuklarıma karşı övünürler” dedi. Bunun üzerine Hâbil, “Benim bunda hiç bir günahım yok. Allahü teâlâ ancak, müttekîlerin kurbanını kabûl eder. Beni öldürürsen kendi günahının yanında benimkini de yüklenirsin. Eğer böyle bir şey yaparsan bütün suç ve günah senin olur. Yerin de Cehennem’dir ve zâlimlerin cezâsı budur.” dedi.
Bu husûslar Kur’an-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmiştir. (Kâbil) Hâbil'i öldürmek üzere hücûm edince, Hâbil şöyle demişti: “Yemîn ederim ki, eğer beni öldürmek için elini bana uzatırsan, ben seni öldürmek için sana el uzatacak değilim. Çünkü ben, âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım. Ben şüphesiz isterim ki, sen kendi günahınla benim günahımı da (seni öldürmeye kastettiğim takdirde bana gelecek olan günahı) yüklenesin. Böylece Cehennemliklerden olasın. İşte zâlimlerin cezâsı budur.” (Mâide sûresi: 28-29) Bu âyet-i kerîmeleri Necmeddîn Gazzi “Hüsn-üt-tenebbüh” adlı eserinde şöyle açıklamıştır: “Hâbil, böyle söylemekle kardeşine nasîhat etti, onu uyandırmak, kardeşini öldürme işini yapmaktan sakındırmak istedi. Böylece, hem kendisi öldürülmekten ve hem de kardeşi böyle bir günahı işleyip, günahkâr olmaktan kurtulacaktı. Bu sebeple, âyet-i kerîmenin zâhirînden anlaşıldığı gibi, Hâbil, bu sözü ile kardeşi Kâbil'den böyle bir günahın meydana gelmesini istemiş değildi.”
Kâbil, Hâbil'in sözlerini ve nasîhatlerini dinlemedi. Şeytanın vesvesesine uyarak Hâbil'i öldürmek için kararlı ve ısrârlı davranıyordu. Nihâyet onu öldürmek için harekete geçti.
Kâbil, ıssız bir yerde Kardeşi Hâbil'i öldürmeye teşebbüs ettiğinde nasıl öldüreceğini bilemiyordu. Bu sırada şeytan insan kılığına girerek karşısına çıktı. Bir kuş tutup, kuşun başını taş üzerine koydu. Başka bir taş daha alıp kuşun başına vurarak başını ezmek sûretiyle öldürdü. Böylece Kâbil'e kardeşi Hâbil'i nasıl öldüreceğini gösterdi. Kâbil bu hâli görüp, kardeşini aynı şekilde öldürmek üzere harekete geçti. Hâbil'i tutup, başını bir taş üzerine koydu. Başka bir taş ile de vurarak şehîd etti. Yeryüzünde dökülen ilk kan budur. İlk şehîd Hâbil, ilk katil de Kâbil oldu. İmâm-ı Ahmed'in bildirdiği bir hadîs-i şerîfte Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Zulüm ile öldürülen her insanın kanından (günahından) Âdem'in birinci oğlu Kâbil'e bir pay ayrılır. Çünkü cinâyeti âdet edenlerin önderi odur.
Kâbil kardeşi Hâbil'i öldürünce, cesedini ne yapacağını bilemedi. Önce onu bir sahraya bıraktı. Yırtıcı kuşlar Hâbil'in cesedi üzerine hücûm etti. Bunun üzerine Kâbil, Hâbil'in cesedini bir torbaya koyup sırtına aldı ve taşımaya başladı. Ceset sırtında, ne yapacağını bilmez bir hâlde iken, yırtıcı kuşlar da cesedi yere bırakmasını bekleyerek üzerinde dolaşıyordu. Kâbil böyle şaşkın bir hâlde iken Allahü teâlâ iki karga gönderdi. Bu iki karga birbirine hücûm edip, dövüştüler ve netîcede karganın biri diğerini öldürdü. Sonra da öldüren karga ayakları ve gagasıyla yeri kazıp, öldürdüğü kargayı yere gömdü. Kâbil, bu hâdiseyi görerek Hâbil'in cesedini ne yapacağını öğrendi. Kâbil kendi kendine; “Bana yazıklar olsun. Karga kadar olmaktan âciz kaldım” dedi. Hâbil'in cesedini yere gömdü.
Bu husûsta Kur’an-ı kerîmde şöyle buyruldu: “Nihâyet Kâbil nefsine uyarak kardeşini (Hâbil'i) öldürmeğe kalkışmış ve sonra onu öldürmüştü. Böylece ziyâna uğrayanlardan olmuştu. Sonra Allahü teâlâ, bir karga gönderdi. Kâbil'e kardeşinin ölü cesedini nasıl örteceğini göstermek için o karga yeri eşeliyordu. Kâbil, bana yazıklar olsun kardeşimin cesedini örtemedim, dedi. Artık o pişmanlığa düşenlerden olmuştu.” (Mâide sûresi: 30, 31) Hâbil'in öldürüldüğü yerin neresi olduğu hakkında muhtelif rivâyetler vardır.
Ebü'l-Hasen Ali bin Muhammed Reb’î, Fedail-üş Şam ismindeki kitabında Ka'b'dan, o da, Abdullah bin Ebû Muhâcir'den bu öldürme işinin Dımeşk'da Kasiyun dağında olduğunu söylemektedir.
İbn-i Asakir'in Hazret-i Ali'den rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Dımeşk'da (Şam'da) Kasiyun denilen dağda, Âdem'in (aleyhisselâm) oğlu, kardeşini öldürdü.”
Âdem aleyhisselâm bu hâdiseye pek ziyâde üzüldü. Bunun üzerine Cebrâil aleyhisselâm, onu teselli için geldi ve; “Allahü teâlâ yakında sana bir evlât verecek ve âhır zaman peygamberi Muhammed aleyhisselâm onun neslinden gelecek” müjdesini getirdi. Bu Şît (Şîs) aleyhisselâm idi. Bu sebeple ismi Şît (Allahü teâlânın ihsânı, hediyesi) mânâsınadır. Âdem aleyhisselâmın bütün çocukları ikiz doğduğu hâlde Şît aleyhisselâm tek doğdu.
Kâbil kardeşi Hâbil'i öldürdükten sonra perişân, uykusu ve huzûru kaçmış bir hâlde idi. Büyük bir günah işlediğinden ve çok kötü bir iş yapmış olduğundan dolayı çok bedbaht idi. Babasına karşı mahcuptu. Cezâdan korkuyordu. Evlenmek istediği ve bu sebeple kâtil olduğu kız kardeşini de alıp Aden'e kaçtı. Yıllarca âvâre ve başı boş dolaştı. Rivâyet edildiğine göre şeytan, Kâbil'in karşısına çıkıp, kardeşin Hâbil ile kurban takdim ettiğinizde Hâbil'in kurbanına ateş isâbet edip yakması ve onun kurbanının kabûl olunması Hâbil'in ateşe tapması sebebiyledir. Sen de kendin için ve senden sonra gelecek neslin için bir ateş yak, ona tap diyerek Kâbil'i aldattı. Kâbil de bir yer yapıp, orada ateş yakarak tapmağa başladı ve böylece ateşperestlik ortaya çıktı.
İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anh) şöyle nakledilmiştir: “Kâbil kardeşi Hâbil'i öldürdükten sonra kız kardeşinin elinden tutup kaçmak üzere yola çıkmıştı. Nûd dağından aşağı inince babası Âdem aleyhisselâm ona; (Buradan çekip git! Ömür boyunca ürkek kalacaksın, korku içinde olacaksın. Gördüğün hiç kimseden de emin olmayacaksın” dedi.
Kâbil'in çocukları ve nesli azgın bir cemiyet hâlini alıp, Nûh aleyhisselâm zamanında tûfanda helâk edildiler.
Begavî hazretleri şöyle rivâyet etmiştir; “Alimler buyurdu ki: Kâbil'in çocukları kendilerine, çeşitli çalgı aletleri yaptılar. Oyun, eğlenceye daldılar, içki içtiler, ateşe taptılar, fuhuş ve zinâ yaptılar. Nihâyet Allahü teâlâ onları Nûh aleyhisselâm zamanında tûfanda suda boğup helâk etti.”
Abd bin Humeyd, Hazret-i Hasan'dan şöyle rivâyet etmiştir: Hazret-i Hasan buyurdu ki: “Bana ulaşan bir haberde Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): “Ey insanlar! Âdem'in iki oğlu sizin için numunedir. Siz, o ikisinden hayırlı, iyi olanına benzeyiniz, şerli, kötü olanına (Kâbil'e) benzemeyiniz” buyurdu.”
İslâm âlimlerinden Necmeddîn Gazzî, “Hüsnü't-tenebbüh” adlı eserinde Hâbil, Kâbil kıssasından ibret alınacak şu netîceleri çıkarmıştır:
1- Kâbil, Allahü teâlânın taksimine râzı olmadı, kadere rızâ göstermedi. İmâm-ı Ahmed'in, Tirmizî'nin ve Hâkim'in, Sa'd bin Ebî Vakkâs'dan bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: Allahü teâlâdan hayır istemeleri, âdemoğlunun saâdetindendir. Allahü teâlânın kazâsına rızâ göstermek, âdemoğlunun saâdetindendir. Allahü teâlâdan hayır istemeyi terketmeleri, âdemoğlunun şekâvetindendir. Allahü teâlânın kazâsına râzı olmamaları, âdemoğlunun şekâvetindendir.”
Taberânî Kebîr’inde ve İbn-i Hibbân Duâfa’sında Ebû Hind ed-Darî'den (radıyallahü anh) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte ise Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: Allahü teâlâ; “Ben, Allah'ım. Benden başka ilâh yoktur. Kim benim kazama râzı olmaz ve benden gelen belâya sabretmezse, kendisine benden başka Rab arasın!” buyurdu.”
Yine Ebû Nuaym'ın rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Kim rızkına râzı olmaz, şikâyetini herkese yayar, ona sabretmez, Allahü teâlâya arz etmezse, Allahü teâlâya kavuştuğu zaman O'nu gadablı olarak bulur.”
2- Kâbil, ebeveynine karşı geldi, onlara itâat etmedi ve üzdü. Bu, büyük günahlardandır. Tirmizî ve Hâkim'in Abdullah bin Amr'dan (radıyallahü anh) rivâyet ettikleri hadîs-i şerîfte Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: Allahü teâlânın rızâsı, babanın rızâsında, Allahü teâlânın gazâbı, babanın kızmasındadır.” Taberânînin rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte; Allahü teâlânın rızâsı, ebeveynin rızâsında, gazâbı ise, onların kızmasındadır” buyruldu.
Ebû Nuaym'ın Hazret-i Âişe'den rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte ise; “Ebeveynine karşı gelen kimseye, istediğini yap. Çünkü ben seni af ve mağfiret etmeyeceğim denir.” buyruldu.
3- Kâbil, hem bir peygambere, hem de hocası durumunda olan babasına muhâlefet etti. Ebeveyne itâat etmek vâcibdir. Fakat, ebeveyn, günah ve içinde zarar olan bir şeyi emrederse, o zaman itâat edilmez.
 İsfehânî “Et-Tergib” adındaki kitabında Hibbân bin Mûsâ'dan şöyle nakletti. Hibbân bin Mûsâ dedi ki, İbn-i Mübârek'e: “Baba ve anne bir şeyi emrettiklerinde ne yapacağız” diye sordum. İbn-i Mübârek “Baba itâate, anne ise, iyilik yapmaya daha lâyıktır” dedi.
4- Kâbil, hem bir peygamber, hem hocası ve hem de sâlih bir zât olan babası hakkında sû-i zanda bulundu. Halbuki Allahü teâlâ Kur’an-ı kerîmde meâlen; “Ey îmân edenler, zannın bir çoğundan sakının. Çünkü zannın bâzısı günahtır.” buyurdu. (Hucurât sûresi: 12)
İbn-i Adiy ve Hatîb'in, Enes'den (radıyallahü anh) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Kişinin güzel zannı, (hüsnü zan sâhibi olması) kulluğunun güzelliğindendir.” Hakkında sû-i zan edilen ve töhmete uğrayan bir kimsenin hâlini, herhangi bir şekilde iyi bir şeyle tevil etmeye çalışmalıdır.
5- Kâbil, insanların sözlerine kıymet verdi. Onlar arasında aşağı duruma düşmekten korktu. Böyle bir düşünce kişiyi dîne ve akla muhalif iş yapmaya götürür. Nitekim Kâbil'in kardeşine, herkes senin benden üstün olduğunu konuşuyor demesi ve netîcede kıskançlığından onu öldürmesi böyle olmuştur.
6- Kâbil kendisi için olmayan şeyi dâvâ etti, bâtıl bir dâvâda bulundu. Mâverdî (rahmetullahi aleyh) şöyle dedi; “Rivâyet edildi ki, yeryüzünde vâki olan ilk bâtıl (boş) dâvâ, Kâbil'in kardeşi Hâbil'e karşı kendi kızkardeşi ile evlenmeye ondan daha lâyık olduğu dâvâsı ve iddiasıdır.” İbn-i Mace'nin Ebû Zer'den rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem“Kendisi için olmayan şeyi dâvâ eden bizden değildir. Böyle bir kimse, Cehennem’deki yerine hazırlansın.” buyurdu.
7- Nefsi tezkiye (temize çıkarmak), ona kıymet vermek ve onu üstün görmek. Allahü teâlâ Kur’an-ı kerîmde, “Nefsinizi tezkiye etmeyiniz. Allah takvâ sâhibini en iyi bilendir.” buyurulmaktadır. Eğer Kâbil, nefsini tezkiye edip, kendisini kardeşinden üstün görmeseydi, kendisini nîmete kardeşinden daha lâyık görmezdi. İşte, nefsini tezkiye eden, üstün gören, Kâbil'e benzemiş olur. Ahmed bin Hanbel “Müsned”inde ve Buharî “Edeb-ül-müfred” kitabında, Taberânî de “Kebîr”inde: İbn-i Ömer'den (radıyallahü anh) şu hadîs-i şerîfi rivâyet etmektedir: “Kim kendini büyük görür, böbürlenerek yürürse, Allahü teâlâya kavuştuğunda Allahü teâlâyı gazâplı olarak bulur.”
8- Akrabâ ile alakayı kesmek. Bu büyük günahlardandır. Kâbil, kardeşine ilk sırt çevirendir; akrabâlar arasında ilk taşkınlık yapan da odur.
9- Malın en kıymetsizini, kötüsünü tasadduk etmek, mekruhtur. Halbuki Allahü teâlâ Kur’an-ı kerîmde: “Sevdiğiniz şeyden infak (ve sadaka vermedikçe) pek çok hayra (iyiliğe veya Cennet’e) kavuşamazsınız.” (Âl-i İmrân sûresi: 92) buyurdu.
10- Kendi günahı sebebiyle dûçar olunan belâ ve musîbetten dolayı başkasını kınamak ve ondan intikâm almayı istemek. Kâbil, kurbanı kabûl edilmeyince, kardeşine kızdı, seni öldüreceğim dedi. Eğer, dikkatli hareket etseydi, nefsine kızar ve onu düşman bilirdi. Çünkü, takdim ettiği kurbanın kabûl edilmemesine işlediği günahlar sebep olmuştu. Yâni kendisi sebep olmuştu. Şâyet, nefsini kınasa, onu haksız bulsa ve tevbe etse idi, onun için hayırlı olurdu. Halbuki, kardeşi Hâbil, Kâbil'e, Allahü teâlâ, ancak müttekîlerin kurbanını kabûl eder.” demişti. Fakat, Kâbil bu nasîhat ile uyanıp tâat ve ibâdete dönmedi. Başına musîbet gelen herkes, bunun daha önce işlemiş olduğu günahlar sebebiyle olduğunu bilmelidir. Nitekim Allahü teâlâ Kur’an-ı kerîmde meâlen; “Sana ne isâbet ederse, o nefsindendir.” (Nisâ sûresi: 79) buyurmaktadır.
11- Kâbil, kardeşi Hâbil'i öldürmekle şeytana uydu. Şeytana ilk benzeyen Kâbil oldu. Çünkü o da şeytan gibi Allahü teâlâya âsî oldu.
Allahü teâlânın, öldürmeyi haram kıldığı bir nefsi haksız olarak öldürmek de Kâbil'in kötü hâllerindendir. Bu ise şirkten sonra en büyük günahlardandır. Bir parça söz ile de olsa, bir müslümanın öldürülmesine yardım eden kimsenin, alnında “Allahü teâlânın rahmetinden ümidini kesen kimse” diye yazılı olarak Allahü teâlânın huzûruna çıkacağı hadîs-i şerîfde bildirilmiştir.
12- Haksız yere haset, kin ve buğz besledi. İbn-i Mes’ûd'un rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Hasetten sakınınız. Çünkü Âdem'in iki oğlundan birisi, diğerini hasetten dolayı öldürdü. Haset, her hatânın aslıdır.”
Beyhekî “Şu'ab-ul-Îman” adındaki eserinde Ahnef bin Kays'ın, “Hasetçi kimse için rahat yoktur” sözünü nakletmiştir.
13- Nefsin arzû ve isteklerine göre hareket etmek. Kâbil gibi olmaktan sakınmak lâzım geldiği gibi, Hâbil gibi olmaya da çalışmak lâzımdır. Hasan'ın (radıyallahü anh) rivâyet ettiği şu hadîs-i şerîfte buna işâret vardır: “Âdem'in iki oğlu sizin için numûnedir. O ikisinden iyisine benzeyiniz. Kötü olanına benzemeyiniz.”
14- Kâbil babası Âdem (aleyhisselâm), annesi Hazret-i Havvâ, kardeşleri ve yakınları hakkında şeytanı sevindirdi. Çünkü kardeşi Hâbil'i öldürdü. Bir kimsenin babası, sâlih bir zât olur da o kimse babasının ahlâkına, güzel hâllerine uymayan bir iş yaparsa, babasının düşmanını sevindirmiş olur. Böyle yapan kimse Kâbil'e benzer, şeytana dost olur. Hâlbuki kerîm olan, sâlih olan kimsenin oğluna da kerîm olmak yakışır.
Hâbil'in, kardeşi Kâbil'e karşı muâmelesi ise birtakım güzel hasletler ihtivâ etmektedir.
1- Allah için kurban yaptı. İslâmiyette, sadaka vermek, kurban kesmek, doğru yolda bulunmak, kısaca, Allahü teâlâya yaklaşmaya vesîle olan her şey kurban demektir. Tevhid îtikâdından sonra insanın Allahü teâlâya yakın olmasına vesîle olan en büyük ibâdet, namazdır. Çünkü Kur’an-ı kerîmde meâlen; “Secdene (namazına) devam et de (Rabbinin rahmetine) yaklaş; (ey Resûlüm) buyrulmaktadır. (Alak sûresi: 19)
Yine hadîs-i şerîfte; “Kulun Rabbi'ne en yakın olduğu an, secde ettiği vakittir.” buyrulmaktadır.
Muhammed bin Selâme Kudâî, Hazret-i Ali'den rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Namaz her müttekî mü’minin kurbanıdır.” (Onun Allahü teâlâya yakın olmasına vesîledir.)
2- Yanında bulunan şeyin en güzelini kurban yapmak. Bu ise, takvâdandır. Takvâ, Allahü teâlâ için yapılan kurbanın kabûlüne sebeptir. Hâbil, Allahü teâlâ ancak müttekîlerinkini kabûl eder.” demekle buna işâret etmiştir. Her mü’minin bu haslete sâhip olması gerekir. İşte Hâbil’de bu güzel haslet olduğu için Allahü teâlâ kurbanını kabûl etti.
3- Kendisinde bulunan nîmeti izhâr için o nîmeti zikretmek, söylemek de Hâbil'in ahlâkından idi. Nitekim Hâbil, Allahü teâlâ ancak müttekîlerinkini kabûl eder. Ben, Allah'tan korkarım.” demekle, kendisinde, Allahü teâlânın ihsân ettiği takvâ ve Allah korkusu nîmetinin bulunduğunu ifâde etmiştir. Bunlar en büyük nîmetlerdendir. Bu nîmetlerin şükrü yerine getirilirse, başkalarının bu husûslarda kendisine uymaları sağlanır. Diğer ibâdet ve tâatlar yerine getirilirse o zaman bu nîmetler pek kıymetlidir. Hâbil'in Kâbil'e, bu nîmetlerle övünmesi, Kâbil'in aklını başına toplayıp, Hakk’a tevbeye yönelmesi içindi. Nitekim Allahü teâlâ Kur’an-ı kerîm'de meâlen, “Rabbinin nîmetini zikret.” (Duhâ sûresi: 11) buyurdu. İbn-i Ebî Hâtem, Hasan'dan (radıyallahü anh) bu âyet-i kerîmenin tefsîri husûsunda, “Eğer bir hayra isâbet edersen, onu arkadaşlarına, dostlarına söyle” mânâsını nakletmiştir.
İbn-i Cerîr de, Ebû Nedre'den şunları nakletti: Müslümanlar, kendilerinde bulunan nîmetten bahsetmeyi o nîmetin şükründen sayarlardı.
Bir kimsenin kendisine verilen nîmetten bahsetmesinin şükür olması, o nîmetten bahsederken kendisinde ucub, riyâ ve nefsi üstün görmek gibi kalb hastalıklarından bir şey bulunmadığı zamandır. Şâyet böyle bir şey karışırsa, bu şükür değil, nîmete karşı nankörlük olur.
4- Hâbil kardeşi Kâbil'e takvâyı tavsiye etmişti. Çünkü o, Kâbil'e, Allahü teâlâ, ancak müttekîlerinkini kabûl eder” derken, “Eğer sen müttekîlerden olsaydın, Allahü teâlâ senin kurbanını red etmezdi” demek istemişti. Hâbil'in bu sözü Kâbil'i takvâya irşâd ve onu gaflet ve mâsiyetten (günahlardan) uyarmak için idi.
Süfyân-ı Sevrî buyurdu ki: “Kalplerde takvâ bulununca amellerdeki illetler (eksikler) ona zarar vermez.”
Fudale bin Ubeyd buyurdu ki: “Allahü teâlânın benden hardal tanesi kadar bir şeyi kabûl etmesi, benim için dünyâ ve içindekilerden daha kıymetlidir. Çünkü Kur’an-ı kerîmde Allahü teâlâ meâlen; Allahü teâlâ ancak müttekîlerinkini kabûl eder” (Mâide sûresi: 27) buyurmaktadır.
5- Hilm, ezâ ve cefâya tahammül, istenmeyen hâllere sabretmek, intikâm hissini terketmek, kötülüğe mukâbele etmemek de Hâbil'in ahlâkından idi.
6- Hâbil, her hâlinde Allahü teâlâ ile beraber ve ona yönelmiş vaziyette idi. Çünkü o, Allah için kurban etti ve sonra, “Allah ancak müttekîlerden kabûl eder, ben Allah'tan korkarım” dedi. Allahü teâlâya çok tevbe eden mü’minler de böyledir. Onlar da Hâbil gibi Allahü teâlâya güvenip, dayanırlar. Yine Hâbil, “Ben âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâdan korkarım” sözü ile her ne kadar kardeşine nasîhati murat etmiş ise de, kendi nefsine de nasîhat etmektedir. Çünkü, ârif olan zât, başkasına bir şeyi hatırlatınca, aynı zamanda kendi nefsine de hatırlatır. Yoksa, ârif ve hikmet ehli olamaz.
Şâyet bir kimse, Allahü teâlâdan korktuğunu söyler de, Allahü teâlâdan korkanların yaptıklarını yapmazsa, o kimse yalancıdır. Selef-i sâlihinden bâzısı şöyle demiştir: “Ne zaman, kendimi Kitap ve sünnete arzettiysem, yalancı olmaktan korkmuşumdur.”
7- Hâbil'in güzel hasletlerinden birisi de, kardeşinden gelen ezâya katlandığı hâlde, ona eziyetten uzak durması, sakınmasıdır. Çünkü o, kardeşine, kendisini öldürmek için elini uzatsa da, kendisinin ona elini uzatmayacağını söylemişti.
8- O, Allahü teâlânın kazâsına teslim olmuştu.


ÂDEM ALEYHİSSELÂM


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Âdem aleyhisselâmdan ve bütün zürriyetinden ahd alınmasına denir. Lügatte, söz verme, sözleşme ve antlaşma demektir. Dindeki mânâsı ise, Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmı yaratınca, kıyâmete kadar bütün zürriyetini zerreler hâlinde onun belinden çıkarıp, mükellef tutması, onlara; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye hitap buyurması, onların da; “Evet, sen Rabbimizsin” diye cevap vermeleridir. Ancak kâfirler, dünyâya gelince verdikleri bu ahdi (sözleşmeyi) bozmaları sebebiyle îmânsız oldular. Müslümanlar ise, dünyâya gelince bu ahdlerine sadâkat gösterip, İslâm fıtratı (dîni, yaratılışı) üzere kaldılar. Ahd ve mîsak, halk arasında Kâlubelâ diye bilinir.
Ahd-ü mîsak husûsunda itikat edilmesi, inanılması gereken husûs şudur: Allahü teâlâ kullarından ahd almıştır. Onlar Allahü teâlânın rububiyetini (Rab olduğunu) tasdik ve îtirâf etmişlerdir. Bu ahdin yerini, zamanını ve nasıl olduğunu tam olarak bilmek îtikâdî bir mes’ele değildir.
Ancak Allahü teâlâ Âdem'i aleyhisselâmı yaratınca belini mesh buyurdu. Onun sulbünden kıyâmete kadar gelecek olan zürriyetini, Cennet’te veya Mekke-i mükerreme ile Tâif arasında veya başka bir yerde belinin sağ ve sol taraflarından çıkardı. Her insanın zerresini birbirinden ayırdı. Âdem aleyhisselâm onlara baktı ki, onların zerreler hâlinde olduğunu gördü. El-Vâkıa sûresinin 8 ve 9. âyet-i kerîmelerinin meâl-i şerîfi: “İşte bu sağdakiler, Cennet ehlinin amelini yapacaklarından, Cennetlik olanlardır. Bana bunların amellerinden bir fayda ve zarar yoktur. Bu soldakiler, Cehennem ehlinin amelini yapacaklarından Cehennemlik olanlardır. Bana bunlardan da ne bir fayda, ne bir zarar yoktur.”
Âdem (aleyhisselâmAllahü teâlâya; “Yâ Rabbî! Cehennem ameli nedir?” diye sordu. Allahü teâlâ da; “Bana şirk koşmak ve gönderdiğim peygamberlere inanmamak ve ilâhî kitaplarımda (peygamberlere verilen kitaplar) olan emir ve nehyimi tutmayıp, bana isyân etmektir.” buyurdu.
Bunun üzerine Âdem (aleyhisselâmAllahü teâlâya duâ ederek; “Yâ Rabbî! Bunları kendilerine şâhid kıl, umulur ki Cehennem ehlinin amelini işlemezler” dedi. Allahü teâlâ onlara hayat, akıl ve konuşma kâbiliyeti verdi. Kendilerini şâhid yapıp; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” buyurdu. Hepsi; “Rabbimizsin. Biz şehâdet eyledik” dediler. Allahü teâlâ melekleri ve Âdem'i de (aleyhisselâm) şâhid tuttu ki onlar, Allahü teâlânın rubûbiyetini ikrâr ettiler.
Ahdin alınmasından sonra tekrar zerreler hâlinde Âdem aleyhisselâmın beline iâde edildiler. Ahid sırasında geçici olarak verilen rûhlar tekrar onlardan alınıp arşın hazînelerine gönderildi. Âdem aleyhisselâmın bütün zürriyetinden ahd alındığı için, onların hepsi dünyâya gelmedikçe kıyâmet kopmaz. Onların hayatları yalnız rûhanî bir hayat idi. Cismanî bir hayat değildi.
Ahd ve mîsak, Kur’an-ı kerîm ve hadîs-i şerîf ile sabittir. Nitekim A’râf sûresi 172. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyrulmaktadır: “Hani, Rabbin âdemoğullarından, onların sulblerinden zürriyetlerini çıkarıp kendilerini nefslerine şâhid tutmuş; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (buyurmuştu). Onlar da; “Evet, (Rabbimizsin), şâhid olduk” demişlerdi. (İşte bu şâhid tutma) kıyâmet günü; “Bizim bundan haberimiz yoktu” dememeniz içindi. Yâhud; “Daha evvel atalarımız (Allah'a) şirk koşmuştu. Biz de onlardan sonra gelen bir nesiliz. Şimdi o bâtıl yolda olanların işlediği (günahlar) yüzünden bizi helâk mı edeceksin?” dememeniz içindi...”
Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Ahmed bin Hanbel; Ömer bin Hattâb'dan (radıyallahü anh) şöyle rivâyet ettiler: “Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem) bu âyet-i kerîme hakkında sorulduğunda şöyle buyurdu: “Allahü teâlâ Âdem'i yaratınca, beline kudretiyle mesh buyurdu. Ondan zürriyetini çıkardı ve şöyle buyurdu: “Bunları Cennet için yarattım. Cennet ehlinin amelini yapacaklar.” Sonra Allahü teâlâ yine Âdem'in belini mesh buyurdu. Ondan zürriyetini çıkarıp ve, “Bunları Cehennem için yarattım. Onlar, Cehennem ehlinin amelini işleyecekler” buyurdu. Orada bulunan Eshâb-ı kirâmdan birisi; “Ey Allah'ın Resûlü! “Mâdem ki her şey ezelde takdir edilmiş” öyleyse niçin amel yapıyoruz?” diye sordu. Bunun üzerine Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Allahü teâlâ bir kulu Cennet için yaratmışsa ona Cennet ehlinin amelini yaptırır. Hattâ, Cennet ehlinin amellerinden bir ameli yaparak vefât eder ve Allahü teâlâ onu Cennet’e koyar. Allahü teâlâ bir kimseyi Cehennem için yaratmışsa, ona Cehennem ehlinin işlerini yaptırır. Sonunda Cehennem ehlinin işlerinden birini yaparak vefât eder de Allahü teâlâ onu Cehennem’e koyar.” Buharî'nin ve Müslim'in bildirdiği diğer rivâyette ise; “İbadet yapınız! Herkese ezelde takdir edilmiş olan şeyi yapmak kolay olur.” buyruldu. Yâni, ezelde saîd denilene, saîdlerin işleri yaptırılır. Bundan anlaşılıyor ki, ezelde saîd denilenlerin ibâdet yapmaları ve şakî denilenlerin isyân etmeleri, sağlam yaşamaları ezelde takdir edilmiş olanların gıda ve ilaç almalarına ve hastalanmaları, ölmeleri takdir edilmiş olanların da, gıda ve ilaç almamalarına benzemektedir. Açlıktan, hastalıktan ölmesi ezelde takdir edilmiş olana, gıda ve ilaç almak nasip olmaz. Zengin olması ezelde takdir edilmiş olana, kazanç yolları açılır.
Abdullah bin İmâm Ahmed, babasının Müsned’inde bu âyet-i kerîme ile alakalı olarak Ubey bin Ka'b'dan, (radıyallahü anh) şöyle nakletmiştir: Allahü teâlâ Âdem'in (aleyhisselâm) zürriyetini topladı. Onlara sûret ve konuşma kâbiliyeti verdi. Onlara; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye suâl etti. Onlar da; “Evet” diye cevap verdiler. Böylece Allahü teâlâ, onları kendilerine şâhid kıldı. Onlardan ahd-ü mîsak aldı. Sonra Allahü teâlâ, “Bunu bilmiyorduk dememeniz için yedi kat göğü, yeri ve babanız Âdem'i size şâhid tutuyorum” buyurdu. “Biliniz ki, benden başka ilâh ve Rab yoktur. Bana hiç bir şeyi ortak koşmayın. Şüphesiz, ben size ahdimi ve mîsakımı bildirecek, hatırlatacak peygamberler göndereceğim. Size kitaplarımı indireceğim.” buyurmuştu. O zaman Âdem'in (aleyhisselâm) zürriyeti; “Biz şehâdet ederiz ki, sen bizim Rabbimizsin ilâhımızsın. Senden başka Rab, senden başka ilâh yoktur” dediler. Ve Allahü teâlâya itâat ettiklerini îtirâf ettiler. Âdem (aleyhisselâm), zürriyetinden ahd ve mîsak alındığı bu sırada peygamberleri de kandiller gibi parlak ve nûrlu bir hâlde gördü. Peygamberlerden de risâlet ve nübüvvet (peygamberlik) ahdi alındı. Bu husûs Kur’an-ı kerîmde Ahzâb sûresi 7. âyet-i kerîmede meâlen şöyle bildirildi: “Hani biz peygamberlerden söz almıştık...”
Allahü teâlâ, kullarının ne düşündüklerini ve ne cevap vereceklerini bildiği hâlde; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye suâl buyurmasında hikmetler vardır. Çünkü, dünyâ hayatı bir imtihân hayatıdır. Burada insanların işleri, sözleri tespit edilecek, âhırette bunlara göre muâmele olunacaktır. İlâhî adâlet tecelli edecek ve hiç kimse; “Yâ Rabbî! Ben bilmiyordum. Bana bir şey söylenmedi, hiç bir şey için söz vermemiştim. Eğer ben imtihân yeri olan dünyâya gelseydim emirlerine muhâlefet etmezdim” gibi bir mâzerette bulunamayacak. Bu husûsta hiçbir hüccet ve delilleri olmayacaktır. Burada daha başka hikmetler de vardır.
İnsanlar bugün dünyâda, ezelde kendilerinden alınan bu ahdi hatırlamıyorlar. Fakat bu ahdin alındığını peygamberler (aleyhimüsselâm) ve ilâhî kitaplar, haber vermektedir. Bununla berâber bu ilk ahdi hatırlayanlar da olmuştur. Nitekim hazret-i Ali; “Ben Rabbime verdiğim sözü hatırlıyorum” buyurmuştur. Bu konuda, İslâm âlimlerinin birçok yazıları mevcûttur. Abdülvehhab-ı Şa’râni, “El-Kavâid-ül-keşfiyye fis-sıfât-il-ilâhiyye” adlı eserinde, ahd-ü mîsak konusunu uzun açıklamıştır.
Her doğan İslâm fıtratı üzere doğar. Nitekim Rum sûresi 30. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyurulmaktadır: “Öyleyse sen, yüzünü hanîf (muvahhid olarak) dîne, Allah'ın fıtratına çevir ki, Allah insanları bu fıtrat üzerine yaratmıştır.” Her doğan bu ahd üzere dünyâya gelir demek; Allahü teâlânın insanı İslâm fıtratı üzere yaratmasıdır. Allahü teâlânın yarattığı fıtrat üzere doğması da denilmiştir. Allahü teâlâ insanları bu yaratılışla yaratmıştır. İnsanların hepsi Allahü teâlânın; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” suâline karşılık; “Evet sen bizim Rabbimizsin” diye cevap vermişlerdir. Bu sebeple insan o zaman yaratanını ikrâr ve îtirâf etmeğe, tanımaya söz vermiştir. Buradaki yaratılıştan murat, her ferde mahsus olan ayrı fıtratlar değil, bütün insanlarda müşterek olan umûmi fıtrattır. İnsanın insan olma bakımından asıl fıtratı (yaratılışı), yaratanına boyun eğmek, O'na kulluk etmektir. Nitekim Zâriyât sûresi 56. âyet-i kerîmede meâlen; “Ben cinleri de, insanları da ancak bana kulluk etmeleri için yarattım.” buyrulmaktadır. Bu sebeple dinsizlik fıtrata muhalif olduğu gibi, Allahü teâlâdan başkasına kulluk etmek de insanın fıtratına uygun düşmez.
Enes bin Mâlik'ten (radıyallahü anh) rivâyet edilen hadîs-i şerîfte; “Fıtratullah, Allah'ın dînidir” buyrulmuştur. Buna göre, bütün insanlar, ezelde kabûl ettikleri tevhid îtikâdı üzere yaratılmışlardır. Bu sebeple, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), “Her doğan, İslâm fıtratı üzere doğar. Sonra ebeveyni onu yahudi, hıristiyan ve dinsiz yapar.” buyurmuştur. Bu da, bütün çocuklar müslümanlığa uygun ve elverişli olarak dünyâya gelir. Bundan sonra anaları, babaları hıristiyan, yahudi ve dinsiz yapar demektir.
Hadîs-i şerîfte, müslümanlığın yerleştirilmesinde ve yok edilmesinde en mühim işin gençlikte olduğu da bildirilmiştir. Evlât, ana baba elinde bir emânettir. Çocukların temiz kalpleri kıymetli bir cevher gibidir. Mum gibi, her şekli alabilir. Küçük iken, hiç bir şekle girmeyip temiz bir toprak gibidir. Böyle toprağa hangi tohum ekilirse, onun meyvesi hâsıl olur. Çocuklara îmân, Kur’an-ı kerîm ve Allahü teâlânın emirleri öğretilir ve yapmağa alıştırılırsa, din ve dünyâ saâdetine ererler. Bu saâdete anaları, babaları ve hocaları da ortak olur. Eğer bunlar öğretilmez ve alıştırılmazsa, bedbaht olurlar, yapacakları her fenâlığın günahı, ana, baba ve hocalarına da verilir. Allahü teâlâ, Tahrîm sûresi 6. âyetinde meâlen; “Kendinizi, evlerinizde ve emirlerinizde olanları ateşten koruyunuz!” buyuruyor. Bir babanın, evlâdını Cehennem ateşinden koruması, dünyâ ateşinden korumasından daha mühimdir. Cehennem ateşinden korumak da, îmânı, farzları, haramları öğretmek ve ibâdete alıştırmakla, dinsiz ahlâksız arkadaşlardan korumakla olur. Bütün dinsizliklerin ve fenâlıkların başı, fenâ arkadaştır. İnsan, bu fıtrata muhâlefet etmediği müddetçe, Allahü teâlânın Rabbi olduğunu îtirâftan ayrılmaz. İslâm fıtratı üzere olmak, ilâhî ahd-ü mîsakın bir alâmetidir. İnsanlar, bu fıtratı muhâfaza edip, ona muhâlefet etmekten sakınmak ile mükelleftir. İslâm fıtratına (yaratılışına) uygun olarak yaşayanlar, ezelde vermiş oldukları söze sadâkat göstermiş, bağlı kalmış olurlar. Bu fıtrata muhâlefet edenler ise verdikleri sözde durmamış ve îmânlarından dönmüş olurlar.


ÂDEM ALEYHİSSELÂM


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Âdem aleyhisselâmın Kâbe'yi inşâ etmesini, Ebu'l-Velîd Muhammed el-Ezrâkî, Ahbâr-ı Mekke adlı meşhûr eserinde şöyle anlatmıştır: Kâbe'nin ilk defâ kimin tarafından yapıldığı husûsunda çeşitli rivâyetler vardır. Bir rivâyete göre, Allahü teâlâ yeryüzünde bir beyt (Kâbe) yapılmasını isteyince, meleklerden bir kısmını yeryüzüne gönderdi. “Yeryüzünde benim için bir beyt binâ ediniz. Semâda Beyt-i Ma’mûr tavâf olundukça, yapacağınız bu beyt de yeryüzünde bulunanlar tarafından ziyâret ve tavâf edilsin” buyurdu. Bunun üzerine melekler yeryüzüne inip, Kâbe-i muazzamayı yaptılar. Başka bir rivâyete göre, Âdem aleyhisselâm yeryüzüne indirilmesi sebebiyle ziyâde üzülüyor ve günlerini ağlamakla geçiriyordu. Onun üzüntüsüne melekler de ortak oluyorlardı. Bir defâsında Âdem aleyhisselâm secdede iken; “Yâ Rabbî! Bana ne oldu ki, artık meleklerin seslerini, senin zâtını tesbîh ve takdis etmelerini duyamıyorum. Onları bir daha göremiyorum” diye arzedince, cenâb-ı Hak buyurdu ki: “Ey Âdem! Senden sâdır olan zelle, meleklerin tesbîhini işitmene mânidir. Ancak benim yeryüzünde bir beytim vardır. Sen onun temelini bulup üzerine bir beyt binâ et. Beni takdis ve beytin etrâfını tavâf et. Ey Âdem! O beyti Mekke'de kıldım. Kim benim beytime gelip, sâdece benim rızâmı isterse, bizzât beni ziyâret eden misâfirim gibidir. Bunları şânıma lâyık bir şekilde ağırlarım ve bütün ihtiyaçlarını gideririm.
Ey Âdem! Sen sağ oldukça Beytullah'ı tâmir et. Senden sonra gelecek peygamberler ve ümmetler de zaman zaman onu tâmir edecekler ve en son peygambere kadar bu böyle sürüp gidecektir. Son peygamber olan Muhammed aleyhisselâmı Beytullah'ın tâmircilerinden, koruyanlarından yapacağım, bütün hayatı boyunca da onun üzerinde emînim olacak. Bana döndüğü zaman, beni, Cennet’te kendisi için en üstün mevkileri hazırlamış olarak bulacak. Son peygamberden önce Beytullah'ın şerefini, ismini, zikrini, medh-ü senâsını lâyıkıyla yapacak olan bir peygamber göndereceğim. Bu, O'nun dedelerinden İbrâhim'dir. Kâbe'nin temellerini o yükseltecek, inşâ ve tâmirini onun elinde tamamlayacağım. Ona, Harem'i ve Hil'i (Harem'in dışında kalan yerleri) göstereceğim. Onu kendime itâatli, emirlerimi tutan ve benim yoluma dâvet eden bir peygamber yapacağım gibi, insanlar arasından seçip, ona doğru yolu göstereceğim. İmtihâna çekeceğim, sabredecek. Afiyet vereceğim, şükredecek. Çocukları ve kendinden sonra gelecek olan nesli için duâda bulunacak, duâsını kabûl edeceğim. Onu, onlar hakkında şefâatçi yapacağım. Benim için adayacak, benim için yapacak, benim için vâdedecek ve vâdini yerine getirecek. Neslini beytimin halkı yapmak sûretiyle, bozulup bid’atlere sapmalarına kadar Kâbe'nin hizmetçileri, mütevellileri, perdedarları ve bekçileri yapacağım. Ben Allah'ım, onlar saptıkları zaman dilediğimi, istediğim şekle çevirmeye gücüm yeter. İbrâhim'i (aleyhisselâm) bu beytin halkının ve bu din ehlinin rehberi yapacağım. Buralarda bulunan insanlar ve cinlerin hepsi onun izinde gidecekler. Onun yoluna uyup, orada onun gibi kurban kesecekler. Onlardan kim bunu yaparsa adağını îfâ etmiş, hac ibâdetini yerine getirmiş olur. Yapmayanlar da haclarını zayi etmiş, nasiplerini kaybetmişlerdir. Bu yerlerde, o zaman beni kim ararsa, ben, toz toprak içinde kalarak adaklarını yerine getiren, hac ibâdetini tamamlayıp, yalvaranlarla beraberim. Ben, insanların gizli ve açık her şeylerini bilirim.
Ey Âdem! Ne bu insanlar ne de sana bahsettiğim bu durum, mülküme, âzametime, saltanatıma ve benim katımda bulunanlardan hiç birine bir katkıda bulunmaz. Eğer halkı (insanları) yaratmasaydım mülkümden, âzametimden ve hazînemden hiç bir şey eksilmezdi.”
Âdem aleyhisselâmAllahü teâlânın bu emri ile Serendip adasından Mekke'ye doğru yürümeye başladı. Bir melek kendisine yol gösteriyordu. Mekke-i mükerremenin bulunduğu yere gelince, Allahü teâlâ ona yardımcı melekler gönderdi. Melekler, Beyt-i Ma’mûr'un tam hizâsına gelecek şekilde yedi kat yere kadar varan bir temel kazdılar. Kazılan bu temele toprak seviyesine kadar otuz kişinin ancak kaldırabileceği büyüklükte taşlar yerleştirdiler. Sonra Allahü teâlâ melekler vâsıtasıyla bu temelin üzerine bir beyt indirdi. Bu beyt, Cennet yâkutlarından bir yâkut olup, parıl parıl parlıyordu. İndirilen bu beytin biri şark (doğu), diğeri garb (batı) olmak üzere iki kapısı vardı. Beytullah'ın içinde ayrıca nûrdan kandiller de yakılmıştı. Kandillerin çanakları Cennet’in külçe altınlarındandı ve etrâfında yıldız gibi parlayan beyaz yâkutlar diziliydi. Hacer-ül-esved de bunlardan biriydi. Hacer-ül-esved’in daha sonra günahkâr kimselerin el sürmesiyle karardığı rivâyet edilmiştir. Böylece Beyt-ül Ma’mûrun tam altına gelecek şekilde yeryüzünde de Beytullah, yâni Kâbe-i muazzama inşâ edilmiş oldu.
Âdem aleyhisselâm, Beytullah'ı (Kâbe'yi) inşâ ettikten sonra Allahü teâlâya; “Ey Rabbim! Şüphesiz ki, her çalışanın bir mükâfâtı vardır. Acabâ benim mükâfâtım nedir?” diyerek suâl eyledi. Cenâb-ı Hak; “Ey Âdem! Benden ne istersen iste” buyurunca, Âdem aleyhisselâm, “Yâ Rabbî! Beni tekrar Cennet’e gönder.” diye yalvardı. Allahü teâlâ da; “Bu senin için hakîkat olacaktır” buyurdu. Bunun üzerine Âdem aleyhisselâm; “Ey günahları bağışlayan Rabbim! Kendi günahlarımı îtirâf ettiğim gibi zürriyetimden de günahlarını ikrâr edip sana yalvararak bu beytin çevresinde tavâf yapanları affetmen için yalvarırım” dedi. Allahü teâlâ; “Ey Âdem! Ben seni affettim. Senin zürriyetinden bu beyti ziyâret edip de günahlarından tevbe edenleri de affettim.” buyurdu.
Âdem aleyhisselâm ilk tavâfını yaptıktan sonra melekler kendisine; “Ey Âdem! Haccın mübârek olsun. Biz senden ikibin sene evvel bu beyti tavâf ettik” dediler. Âdem aleyhisselâm onlara; “Siz Beytullah'ı tavâf esnâsında neler söylüyordunuz?” diye sordu. Melekler; “Sübhânallahi velhamdülillahi velâ ilâhe illallahü vallahü ekber” diyorduk cevâbını verdiler. Âdem aleyhisselâm onlara; “Vela havle velâ kuvvete illâ billah” cümlesini de buna ilave ediniz” buyurdu. Âdem aleyhisselâm tavâftan sonra kapı önünde iki rekat namaz kıldı ve Mültezem'e gelip şu duâyı yaptı: “Ey Allah'ım! Gizli ve açık her şeyimi biliyorsun, mâzeretimi kabûl et. Kalbimde olanı da bilirsin, günahımı ört. İhtiyacımı biliyorsun, dilediğimi bana ihsân et. Yâ Rabbî! Senden kalbime nüfûz edecek şüphesiz ve dosdoğru bir îmân ve benim hakkımda senin hükmettiklerine râzı olma kudreti vermen için yalvarıyorum. Tâ ki senin yazdıklarından başkasının bana isâbet etmeyeceğini bileyim.” Allahü teâlâ şöyle buyurdu: “Ey Âdem! Benden bâzı dileklerde bulundun. Ben bu dileklerini senin için kabûl ettim. Senin zürriyetinden bu şekilde duâda bulunanların da duâlarını kabûl edip düşünce ve sıkıntılarını yok edeceğim. Kederlerini dağıtıp mallarını koruyacağım...” Âdem aleyhisselâmın yaptığı bu duâyı okumak o zamandan bu güne kadar devam etmiş, tavâfın bir sünneti hâline gelmiştir.
Bâzı rivâyetlere göre Cennet’ten gelen bu Beytullah (Kâbe-i muazzama) Âdem aleyhisselâmın vefâtından sonra tekrar göklere kaldırıldı. Âdem aleyhisselâmın evlâtları önceki temellerin üzerine taştan ve çamurdan bir binâ yaptılar. Bu binâ, Nûh aleyhisselâm zamanındaki tûfana kadar zaman zaman tâmir edildi ve tûfanda yıkıldı.
Bâzı rivâyetlere göre de Cennet’ten gelen Beytullah, tûfanda iki atlas kumaş içine alınarak gökyüzüne kaldırıldı. Kıyâmete kadar da bu iki atlasın arasında kalacaktır. Allahü teâlâ tûfandan önce, Hacer-ül-esved’i Ebû Kubeys dağına koydu.
Kâbe'nin tûfandan sonra İbrâhim aleyhisselâma kadar yeri belirsiz olup yalnız bulunduğu saha bilinmekteydi. Bu bölge kırmızı topraklı ve sel sularının yükselemeyeceği kadar tümsek bir tepe durumunda idi. Yeri kesin olarak bilinmemekle beraber insanlar, Kâbe'nin o bölgede olduğunu biliyorlardı. Yeryüzünün çeşitli memleketlerinden zulme uğramış, kederli, sıkıntılı, dertli ve Allahü teâlâya sığınmak isteyen kimseler bu bölgeye gelip duâ ederler, maksatlarının hâsıl olduğunu görünce geri dönerlerdi. İbrâhim aleyhisselâmın Beytullah'ı yeniden yapmasına kadar bu bölgeye olan hürmet ve saygı devam etti... (Bkz. İbrâhim aleyhisselâm)


ÂDEM ALEYHİSSELÂM


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget