Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

1- Yırtıcı hayvanlar ile konuşurdu. Bu mûcizesinin sebebi şöyledir: Âdem aleyhisselâm, evlâdından bir kabîleye uğrayıp, onlarla görüşmüştü. Bu kabîle, kendilerine dağda yaşayan vahşî hayvanların musallat olduğunu bildirip şikâyet etmişlerdi. Âdem aleyhisselâm o civarda bulunan yırtıcı hayvanları çağırdı. Hepsi toplandı. Bu vahşî hayvanları, “Evlâdıma niçin ezâ ediyorsunuz” diyerek azarladı. Toplanan vahşî hayvanlar dile gelip, konuşmaya başlayıp dediler ki: “Bunlar arasında gıybet, nemime, koğuculuk, söz taşımak gibi kötü huylar yayıldığı için biz onlara ezâ ediyoruz, sıkıntı veriyoruz.” Âdem aleyhisselâm onlara iyi geçinmelerini, birbirleriyle çekişmemelerini emretti. O kabîle de gıybet, dedikodu gibi kötü huyları terkedip iyi geçindiler. Bundan sonra hayvanlar onlara zarar vermedi.
2- Âdem aleyhisselâm uzak bir yere gitmek isteyince mesâfeler kısalır ve oraya kısa zamanda ulaşırdı. Âdem aleyhisselâm Hazret-i Havvâ ile Cennet’ten yeryüzüne indirildiğinde kendisi Hindistan'da Seylan (Serendip) adasına, Hazret-i Havvâ da Cidde'ye indirilmişti. Aralarındaki mesâfeler çok uzaktı.
Âdem aleyhisselâm yasak edilen ağaçtan yemesi sebebiyle Cennet’ten çıkarıldığı için, hem de Hazret-i Havvâ'dan ayrı kalmanın acısıyla tevbe edip ikiyüz sene ağladı. Allahü teâlâdan af diledi. Hazret-i Havvâ ise daha çok ağlıyordu. Âdem aleyhisselâm, tevbe edip tevbesi kabûl olduktan sonra, Hazret-i Havvâ ile buluşmak için Allahü teâlâya duâ etti. Allahü teâlâ duâsını kabûl edip, ona uzun mesâfeleri kısa zamanda alma mûcizesini verdi. Böylece uzaklıklar yakın kılındı. Kısa zamanda Hindistan'dan Mekke'ye vardı ve Arafat ovasında Hazret-i Havvâ ile buluştu. Kavuştukları bu ovaya orada buluşmalarından dolayı Arafat denilmiştir.
3- Âdem aleyhisselâm, dağ ve taşlara elini vurunca hâlis su çıkardı. Bu mûcizenin zuhûr etmesinin sebebi şöyle idi. Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâma Kâbe'yi yapmayı emretti. Âdem aleyhisselâm Kâbe-i muazzamayı yaptıktan sonra, Hindistan'a gidip orada dünyâ işlerinden zirâat, ticâret yapıp, evlâtlarını yetiştirmekle meşgûl oldu. Peygamber olduğu bildirilince Allahü teâlânın emirlerini insanlara tebliğ etti. Bu sıralarda evlâdı ve torunları bin kişiye ulaştı. Bunlar birbirleriyle gâyet iyi geçiniyorlar ve Mes’ûd bir hayat yaşıyorlardı. Âdem aleyhisselâmın evlâdından Kâbil, Hâbil'i şehîd edince, aralarında bir karışıklık çıktı. Kâbil oradan kaçıp gitti. Aradan kırk sene geçmişti. Kâbil'in evlâtları haramlara dalıp, kötü işlerle meşgûl oluyordu. Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâma Kâbil'in evlâtlarını dîne dâvet etmesini emretti. Âdem aleyhisselâm onları dîne dâvet edince mûcize istediler. Bunun üzerine Âdem aleyhisselâm mübârek elini büyük bir kayaya dokundurdu. Dokunur dokunmaz, kayadan birden bire hâlis bir su fışkırmaya başladı. Bu mûcize üzerine çoğu îmân etti. Sonra o suyun çevresinde zirâat ve san’atla meşgûl oldular.
4- Âdem aleyhisselâm her ne vakit arzu ederse ağaçları bir işâret ile yerlerinden kaldırır ve bir işâretle de yerlerine getirirdi. Bu mûcizesi şöyle vukû bulmuştur: Âdem aleyhisselâm Kâbil evlâdından ateşe tapan bir kabîleye uğradı. Bu kabîleye ateşe tapmaktan vazgeçip Allahü teâlâya îmân etmelerini söyledi. Bu dâveti üzerine bir ağaç göstererek; “Şu ağaç yerinden kalkıp başka bir yere yerleşsin” dediler. Âdem aleyhisselâm böyle bir mûcizenin hâsıl olması için Allahü teâlâya duâ etti. Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâmın duâsını kabûl buyurdu. Allahü teâlâ kendi isimlerini (esmâsını) söylemesini ve ağaca işâret etmesini emir buyurdu. Âdem aleyhisselâm eliyle gösterilen ağaca işâret etti. Ağaç yerinden kalkıp başka bir yere yerleşti.
5- Âdem aleyhisselâm kendisinden mûcize istenildiği bir vakitte avucuna taşları aldı. Bu taşların Allahü teâlânın ismini zikir ve tesbîh ettikleri işitildi. Bu mûcizeyi görenlerden pek çok kimse îmân etti.
6- Âdem aleyhisselâm tohum yetiştirmeye müsâit olmayan ham tarlaya tohum ektiğinde mûcizesiyle tohum bir gün içinde yeşerip olgunlaşırdı.
7- Âdem aleyhisselâm bir gün çocuklarını yemeğe dâvet etmişti. Hazret-i Havvâ yemek hazırlamakla meşgûl iken Âdem aleyhisselâm, evlâtlarının yanında mübârek elini ateşe sokup uzun müddet ateşin içinde tuttu. Mûcize olarak ateş elini yakmadı.
8- Âdem aleyhisselâmın evlâtlarından Kâbil, Hâbil'i öldürüp kaçtığında Âdem aleyhisselâm onu aramaya çıktığında, bir mûcize olarak bâzı taşlar da Âdem aleyhisselâm ile birlikte hareket ederdi.

Allahü teâlâ, kullarına çok acımakta, onların dünyâda rahat ve huzûr içinde yaşamalarını, âhırette de sonsuz saâdete kavuşmalarını istemektedir. Bunun için, insanlar arasından seçtiği en üstün, en iyi kimseleri peygamber yapmış, bunlara kitaplar göndererek huzûr, saâdet yolunu göstermiştir. İlk peygamber de Âdem aleyhisselâmdır. Âdem aleyhisselâm “Ulû’l-azm” olan altı büyük peygamberden biridir. Diğer Ulû’l-azm peygamberler ise, Nûh (aleyhisselâm), İbrâhim (aleyhisselâm), Mûsâ (aleyhisselâm), İsâ (aleyhisselâm) ve Muhammed (aleyhisselâm) dır. Ulû’l-azm; Allahü teâlânın emirlerini, dînini insanlara bildirme husûsunda her türlü zorluğa katlanan azîm ve sebât gösteren demektir.
Peygamber efendimiz bir hadîs-i şerîfde buyurdu ki; “Resûllerin ilki Âdem'dir...” Bir başka hadîs-i şerîfte de; “… Âdem, Allahü teâlâ ile kelâm eden (konuşan) bir peygamberdir” buyurdu.
Kur’an-ı kerîmde şöyle buyruldu: “Gerçekten Allahü teâlâ, Âdem'i, Nûh'u, İbrâhim hânedanını ve İmrân âilesini âlemler üzerine seçkin kıldı (soylarını peygamber yaptı)”. (Âl-i İmrân sûresi: 33) tefsîr âlimleri, bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde Âdem aleyhisselâmın ve Nûh aleyhisselâmın enbiyâdan olduğunu bildirmişlerdir. Kâdı Beydâvî hazretleri, Kur’an-ı kerîmde, (Ey Habîbim) Rabbin meleklere, ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım demişti...” (Bakara sûresi: 30) buyrulan âyet-i kerîmeyi tefsîr ederken; “Buradaki halîfeden murad, Âdem aleyhisselâmdır. Çünkü o, yeryüzünde Allahü teâlânın halîfesi (hükümlerini yerine getiren) idi. Diğer peygamberler de böyledir.” buyurdu.
 Tefsîr-i Mazharî'de de şöyle buyrulmuştur: “Bu âyet-i kerîmedeki halîfeden murad, Âdem aleyhisselâmdır. Çünkü o, yeryüzünde Allahü teâlânın halîfesidir. Yâni Allahü teâlânın kullarına Allahü teâlânın râzı olduğu yolu gösteren ve onları Allahü teâlânın rızâsına kavuşturan peygamberdir. Âdem aleyhisselâmdan sonraki bütün peygamberler de böyledir. Onlar da yeryüzünde Allahü teâlânın halîfesidir.”
Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâma on suhuf vahyetti. Âdem aleyhisselâma ilk gelen “Besmele-i şerîfe”dir. Suhuf’un kelime mânâsı sahifeler demektir. Fakat peygamberlere gönderilen sahîfeler bir yaprak kâğıdın bir yüzü demek olmayıp, forma hâlinde küçük kitap, risâle demektir. Allahü teâlânın Âdem aleyhisselâma gönderdiği on suhufta, îmân edilecek şeyler, çeşitli dillerde lügatler, her gün bir vakit namaz kılmak, gusül abdesti almak, oruç tutmak, leş, kan, domuz eti yememek bildirildi. Ayrıca çeşitli san’atlar, tıp bilgileri, ilaçlar, hesap, hendese yâni geometri gibi şeyler de bildirilmişti. Cebrâil aleyhisselâm Âdem aleyhisselâma oniki kere gelmiştir. Âdem aleyhisselâm, Süryanî, İbranî ve Arabî diller ile kerpiç üstüne çok kitap yazdı. İlk yaratılan insan ve ilk peygamber idi. Hem Cennet, hem dünyâ hayatı yaşadı. İlk yanılan (zelleye düşen), ilk tevbe eden, ilk örtünen, evlât acısını ilk duyan, ilk selâmlaşan ve toprağı ilk işleyen O'dur. Âdem aleyhisselâm Allahü teâlânın kendisine vahyettiği şeyleri evlâtlarına ve torunlarına bildirip onlara doğru olan hak yolu gösterdi.


ÂDEM ALEYHİSSELÂM


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Âdem aleyhisselâm, Hazret-i Havvâ ile Cennet’ten yeryüzüne indirilip uzun müddet ayrı kaldıktan sonra Arafat ovasında buluşarak Hindistan'a gittiler. Bazen da Arabistan'da kaldılar. Daha sonra Şam'a yerleştiler. Allahü teâlâya duâ edip sâlih evlât istediler. Her sene biri erkek biri kız olmak üzere ikiz çocukları oldu. Hazret-i Havvâ yirmi defâ doğum yaptı ve yalnız oğullarından Şît aleyhisselâm tek doğdu ve peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın nûru ona intikâl etti. Nesli gittikçe çoğaldı ve yeryüzüne yayıldı. Allahü teâlâ Kur’an-ı kerîmde meâlen şöyle buyurdu:
“Ey insanlar, sizleri bir tek şahıstan (Âdem'den) yaratan, o şahıstan da zevcesini vücûda getiren, ikisinden birçok erkeklerle kadınlar meydana getiren Rabbinizden korkun ve günah yapmaktan sakının.” (Nisâ sûresi: 1)
“Ey insanlar! Hakikat biz sizi bir erkekle bir dişiden (Âdem ile Havvâ'dan) yarattık. Sizi, birbirinizle tanışmanız için büyük cemiyetlere, küçük küçük kabîlelere ayırdık. Şüphesiz ki, sizin Allahü teâlâ nezdinde en şerefliniz takvâca en ileri olanınızdır. (Zirâ rûhlar ancak takvâ ile olgunlaşır, insanlar onunla yükselir.) Şüphesiz Allahü teâlâ her şeyi bilendir, her şeyden haberdârdır.” (Hucurât sûresi: 12)
“Biz gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (Tîn sûresi: 4)
 Âdem aleyhisselâmın evlâdı çoğalınca, Allahü teâlânın emri üzerine ikiz evlâtlarından, önce doğan ikizleri sonra doğan ikizler ile evlendirdi. Aynı gün doğan ikizler birbirleriyle evlendirilmezdi. Zamânla insanlar çoğalınca Allahü teâlâ bu şekilde evlenmeyi haram kıldı. Âdem aleyhisselâm zamanında insanların çoğalması için bir erkeğin kendi kız kardeşi ile evlenmesi helâl ve câizdi. İnsanlar çoğalınca buna lüzum kalmadı ve kardeşler arasındaki evlilik ilk olarak Nûh aleyhisselâmın dîninde haram kılındı. Nûh aleyhisselâmdan îtibâren yasak olan bu evlenme şekli, bütün ilâhî dinlerde devam etti. Âdem aleyhisselâmın, soyundan kırkbin kişiyi gördüğü rivâyet edilmiştir.
Allahü teâlâ, ilk insan olan Âdem aleyhisselâmı topraktan halk edip, ondan da Hazret-i Havvâ'yı yarattığını ve bunlardan da insanların çoğaldığını Kur’an-ı kerîmde bildirdi. Allahü teâlâya îmân etmeyen, İslâm dînine inanmayan bâzı târihçiler ve ilim perdesi arkasına gizlenen maksatlı ve inkârcı kimseler, bu husûsta kasten, yanlış ve yalan söylemişler, asılsız ve ilmî olmayan şeyler yazmışlardır. Hakîkî fen ve ilim adamları ise hiçbir zaman böyle yanlış ve yalan şeyler söyleyip yazmamışlar, insanın yaratılışı ve çoğalıp, yeryüzüne yayılması husûsunda gerçek ve doğru bilgi veren İslâmiyetin büyüklüğünü gün geçtikçe daha yakından görmüş ve anlamışlardır. Hakîkî ilim sâhibi olmayanlar ise, dîniî ve dünyâyı anlamayarak maddî ve mânevî kıymetlere saldırıp, felâkete sürüklenmişlerdir. Buna karşılık hakîkî fen adamları her zaman İslâm dînine âşık olmuşlar ve insanlığın kurtuluşu için çalışmışlardır.
Dünyânın en büyük tabiî ilimler bilginlerinden biri olan Max Planck bir eserinde bu husûsu gâyet açık olarak dile getirmiştir. (Max Planck 1858 yılında Almanya'da Kiel şehrinde doğdu. İlk profesörlüğünü Kiel'de yaptı ve ondan sonra 1889'da Berlin Üniversitesi’nde çalışmağa başladı. Berlin'deki faâliyeti 30 sene kadar sürdü. 1947 de vefât etti.)
Max Planck, özellikle “Işıldama” ile meşgûl oldu. En büyük buluşu, atomlardan çıkan enerji ışınlarının paketler (kvant) hâlinde yayıldığını meydana çıkarmasıdır.
Bu bilgin, “Der Strom von der Auflarung bis zur Gegenwart” adlı kitabında diyor ki: “Gerek din ve gerek tabiî ilimler, üzerimizde kendisine erişilmeyen çok muazzam bir kudret bulunduğunu, bu kudretin dünyâyı kurduğunu ve ona hükmettiğini ortaya koymaktadır.” Ancak onların bu kudreti îzâh husûsunda kullandıkları dil birbirinden farklıdır. Fakat her iki îzâh tarzı, ayrı bile görünseler, hakîkatte birbirinin aynıdır. Bu iki îzâh birbirine zıt olmayıp aksine birbirini tamamlar.
Gerek din, gerek tabiî ilimler, bu âlemi ancak mahiyetini hiçbir zaman anlayamayacağımız, insanların hiçbir zaman erişemeyecekleri bir kudretin yaratabileceğini kabûl ederler. Bu muazzam kudretin bütün âzametini biz bilemiyoruz ve hiç bir zaman bilemeyeceğiz. O'nun kudretinin ancak en küçük bir parçasını dolaylı olarak öğrenebiliriz.
Din, bu kudreti ve yaratıcıyı tanımak ve insanları O'na yaklaştırmak için kendine mahsus akla hitâbeden semboller kullanır. Tabiî ilimler ise, bu kudretin tanınması için ölçü ve formüllerden faydalanır. Hâlbuki bu iki yolu birleştirecek olursak, asıl o zaman bu yaratıcının ne büyük bir kudret sâhibi olduğu meydana çıkar ve dînin Allah'ı ile tabiî ilimlerin bu kudretin ancak küçücük bir kısmında yaptığı araştırma, ölçme ve formüller, O'nun zâtını ve büyüklüğünü meydana koyar.
Din ile tabiî ilimleri karşılaştıracak olursak, hiç bir yerinde bunların birbirinden zıt bir bilgi vermediğini görürüz. Gerek din, gerek tabiî ilimler, bir muazzam yaratıcı olmadan bu dünyânın kurulamayacağını kabûl ederler. Tabiî ilimlerin bulduğu bütün yenilikler, bu muazzam yaratıcının varlığı ve büyüklüğü hakkında birer vesîkadır. Din ile tabiî ilimler arasında hiç bir fark yoktur. Bâzılarının sandığı gibi, tabiî ilimlerin tuttuğu yol ayrı değildir. Bugün ne yazık ki, bâzı insanlar, tabiî ilimlerin artık din ile hiçbir ilgisi kalmadığını sanırlar. Hâlbuki bu, çok yanlıştır. Yukarıda îzâh edildiği gibi, tabiî ilimler bilakis dîni inanç ve düşünceleri takviye ederler.
Târihe bakılacak olursa, dünyâya gelmiş olan büyük tabiî ilim bilginlerinin dîne çok bağlı oldukları görülür. Leibniz, Newton, Kepler çok dindar insanlardı. Esâsen o zamanlar tabiî ilim araştırmaları, ancak kiliselerde, karanlık dünyâların izbelerinde, râhiplerin evlerinde yapılırdı. Ancak yavaş yavaş laboratuvarlar, çalışma enstitüleri, üniversite ilim merkezleri kurulduktan sonra, din adamları ile tabiî ilimler bilginleri birbirlerinden ayrıldılar ve ayrı çalışma usûlleri tatbîke başladılar. Zamânla bunların çalışma metotları birbirinden çok ayrılmış gibi göründü ve bunlardan beklenenler birbirinden farklı sanıldı. Hâlbuki bu iki yol ayrı ayrı istikâmetlere doğru birbirinden ayrılan, başka başka yerlere sapan iki yol değildir. Bilakis birbirine tamamıyla paraleldir. Aynı gâyeye doğru giderler ve nasıl ki, paralel hatlar sonsuzda birbirleriyle birleşecekler ise, din ile tabiî ilimler de, esas gâye sonsuzunda birbiriyle buluşacaklardır.
Meşhûr Amerikan fen adamı Edison bir çok keşifler yapmıştır. İlk elektrik ampulünü yaparak dünyâyı nûra boğan bu büyük Amerikan kâşifi hakkında çıkan bir eserde, onun en yakın mesâi arkadaşı olan Martin Andre Rosonoff şu hâtırayı anlatıyor:
“Bir gün laboratuvara girince, Edison'un kendinden geçmiş çok dalgın bir hâlde hiç kımıldamadan elinde tuttuğu bir kaba baktığını gördüm. Yüzünde büyük bir hayret, hürmet, takdir ve ta’zim ifâdesi vardı. Yanına tam yaklaşıncaya kadar, geldiğimin farkına varmadı. Sonra beni yanında görünce, elindeki kabı bana gösterdi. Kap, civa ile doluydu. Bana; “Şuna bak!” dedi. “Bu ne muazzam bir eserdir! Sen civanın hârikulade bir şey olduğuna inanır mısın?” Ben, “Civa, hakîkaten hayrete değer bir maddedir” diye cevap verdim. Edison konuşurken sesi titriyordu. Bana; “Ben civaya bakınca bunu yaratanın büyüklüğüne hayran oluyorum. Buna ne türlü hassalar vermiş? Bunları düşündükçe, aklım başımdan gidiyor” diye mırıldandı. Sonra tekrar bana döndü; “Dünyâdaki bütün insanlar bana hayrandır. Benim yaptığım bir çok keşifleri, bir çok yeni buluşları birer hârika, birer başarı sanıyorlar. Beni insanüstü bir varlık gibi görmek istiyorlar. Hâlbuki ne büyük yanlış! Ben, beş para bile etmeyen bir bulucuyum. Benim buluşlarım esâsen dünyâda bulunan, fakat, o zamana kadar insanların göremedikleri büyük hârikaların ancak ufacık bir kısmını meydana çıkarmaktan ibârettir. “Bunu ben yaptım!” diyen bir insan, ancak en büyük yalancı, en büyük budaladır. İnsan, elinden hiç bir şey gelmeyen âciz bir yaratıktır. Ancak bir parça konuşabilen, biraz düşünebilen bir mahlûktur. İyi düşünse, kibre kapılmaz, aksine, ne kadar boş olduğunun farkına varır. İşte ben de bunları düşündükçe, ne kadar kudretsiz, ne kadar âciz, ne kadar zayıf bir yaratık olduğumu anlıyorum. Ben mûcidim ha! Asıl mûcit, asıl yaratıcı işte O'dur. Allah'tır!” dedi.” Daha pek çok fen âlimi böyle söylemiş ve yazmıştır.
Hiç bir dîne inanmayanlardan bir kısmı da, fen adamı görünerek bozuk düşüncelerini, fen perdesi altında, etrâfa saçıyor. Meselâ; “Bütün canlıların yapı taşı olan hücre, milyonlarca sene evvel, denizlerde, tesâdüfen kendi kendine meydana gelip, zamanla küçük deniz nebâtları ve hayvanları ve sonra karadakiler meydana gelmiş, en son insan hâline dönmüştür.” gibi şeyler söylüyorlar. Böylece Âdem aleyhisselâmın topraktan yaratılmadığını, Kur’an-ı kerîmin hâşâ, hikâye olduğunu, ilk canlı maddeyi vücûda getiren büyük bir kudretin varlığına inanmanın fenne uymayacağını anlatıyorlar.
Hakîkî fen âlimi olmayan bu fen taklitçileri çok yanılıyorlar. Bunlar ilmen de hiç değeri olmayan şeyler söylemişlerdir. Evet, fizyolojist Haldene; “Bundan milyonlarca sene evvel, sıcak denizlerde, güneşten gelen ultra viole şualar tesiri ile, inorganik gazlardan, uzvî bileşikler meydana gelmiş ve ekviproduktif hassası olan ilk molekülün, yâni aldığı gıdâ maddelerini, kendi gibi canlı şekle çeviren hücre molekülünün de, bu arada, bir tesâdüf eseri teşekkül etmiş olmak ihtimâlini” söylemiştir. Fakat, bu bir hipotez (faraziye) olup, bir tecrübe ve hattâ bir teori (nazariye) bile değildir. Ekviproduktif özelliği olan bir molekülün nasıl meydana geldiğini gösteren bir bilgi, hattâ bir nazariye bu gün mevcût değildir. Fen bilgileri, gözetleme ve tetkik ilimleridir. Fen olayları, önce his uzuvları ile veya bunları takviye eden aletlerle gözlenir ve olayın sebepleri tahmin olunur. Sonra, bu olay, tecrübe ve tekrar edilerek, bu sebeplerin tesirleri, rolleri tespit edilir. Bir hâdisenin sebebi ve oluş tarzı biliniyorsa, buna inanırız. Fakat tecrübe edildiği hâlde sebepleri anlaşılamayan hâdiseler de vardır. Bunlara sebep olarak, birçok fikirler ileri sürülür. Bu fikirler mutlak değildir. Bir hâdiseyi, muhtelif kimselerin başka başka tefsîr ettikleri de olmuştur.
Aynı sebeplerle îzâh edilen çeşitli hâdiselerin hepsini birden îzâh edebilecek umûmi bir fikre, faraziye (hipotez) denir. Bir veya birkaç hipotez ile, birçok hâdiseleri îzâh etmek ve bunlardan yeni hâdiselere varmak ve bu hâdiseleri tecrübe ile araştırmak netîcesinde hipotezlerin doğru görülenlerine nazariye (teori) denir. Bir teori, az hipoteze dayanır ve ne kadar çok hâdise îzâh ederse, o derece mükemmeldir. Haldene'nin sözü, nihâyet bir hipotezdir, teori olmaktan bile uzaktır. İnsanlar, bugünkü derecede kalmayıp, ilk canlıların ne sûretle yaratıldığı hakkında doğru bilgi edinirlerse İslâmiyete zararlı değil, faydalı olur. Çünkü canlı ve cansız, her şey yok idi. Hepsi, sonradan yaratıldı. Allahü teâlâ, Kur’an-ı kerîmde; “Her şeyi nasıl yarattığımı arayın, işlerimdeki intizâmı, incelikleri görün! Böylece varlığıma, kudretimin, bilgimin sonsuzluğuna inanın.” buyurmuştur. Evet, inançsız kimseler, ilk canlı, kendi kendine meydana gelmiş dedikleri gibi, güneş sisteminin, yıldızların, çeşitli fizik, kimya ve biyoloji hâdiselerinin de, hep kendiliklerinden olduğunu söylüyorlar. İslâm âlimleri, yazdıkları pek çok kitapta, bunlara gerekli cevapları verip, hepsini susturmuşlar ve aldandıklarını vesîkalarla isbât etmişlerdir. Dinimiz, Âdem aleyhisselâmın balçıktan yaratıldığını bildiriyor. Diğer hayvanların ve nebâtların ne sûretle yaratıldığını bildirmiyor ki, Haldene faraziyesinin, dîne zararı dokunsun. İster o söylesin, isterse Darwin veya İbn-i Sina söylesin, her şeyi hareket ettiren, yapan, yaratan Allahü teâlâdır. Bütün enerji şekilleri, hep O'nun kudretinin tezâhürüdür.
Îmânı gideren şey; herhangi bir hâdisenin kendi kendine olduğuna inanmak ve hayvanların, tek hücrelilerden, yüksek yapılılara doğru, birbirlerine ve nihâyet insana döndüğünü söylemektir. Fen bunu göstermiyor ve fen adamları da böyle söylemiyor.
İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi aleyh) “Tehâfüt-ül-felâsife” adlı kitabında buyuruyor ki: “Fen adamlarının sözleri üç kısımdır: Birinci kısımdaki sözleri, fennin, tecrübenin meydana çıkardığı hakîkatleri bildiriyor. Bu sözleri, İslâmiyete uyuyor ise de, yanlış kelimeler kullanıyorlar. Meselâ bir şey kendiliğinden hareket edemez. Her cismi harekete getiren bir kuvvet vardır. Bu kuvvetler, tabîat kuvvetleridir. Her şeyi tabîat kuvvetleri yapıyor diyorlar. İslâmiyette, hiçbir şey kendiliğinden hareket edemez. Her cismi harekete getiren bir kuvvet vardır. Bu kuvvetler, Allahü teâlânın kudretidir. Her şeyi Allahü teâlâ yapıyor, diyor. Görülüyor ki, İslâmiyet ve fen, aynı şeyi söylemekte olup, arada yalnız, isim farkı vardır. Fen adamlarının ikinci kısım sözleri ise, İslâmiyetin haber vermeyip, arayıp bulunuz dediği şeyler husûsundaki sözleridir. Meselâ, ay ve güneş tutulması gibi husûslarda söyledikleri sözler gibi. Böyle doğru olan sözleri kabûl edilir.
Üçüncü kısımdan olan sözleri, İslâmiyette açıkça bildirilmiş olanlara uymayan sözlerdir. Bunların hepsi faraziye, yâni zan ile veya fen perdesi altında, koyu bir taassup ve fen yobazlığı ile söyledikleridir. Her şeyin yoktan yaratılmış olduğu, Âdem aleyhisselâmın çamurdan yapılan bedeninin, et ve kemiğe dönüp, canlanması, Allahü teâlânın var olduğu ve sıfatları ve kıyâmette olacak şeyler, tekrar dirilmek, îmânın esaslarındandır. Bunlara uymayan, bunlara olan îmânı bozacak sözlere inanılmaz. Fen adamı, bunlara uymayan söz söylemez. Çünkü bunlar, fenne uymayan şeyler değildir. Herkesi bunlara inandırmak ve aksini söyleyenleri ret etmek lâzımdır.”
Âdem aleyhisselâmın evlâdı çoğalarak Arabistan, Mısır, Anadolu ve Hindistan'a yayılmıştı. Nûh (aleyhisselâm) zamanındaki tûfanda, hepsi boğularak, yalnız gemidekiler kurtuldu. İnsanlar bunlardan türeyip, zamanla çoğalarak, Asya, Afrika, Avrupa, Amerika ve Okyanusya’ya, yâni bütün yeryüzüne yayıldılar. Bu yayılma, hem karadan, hem de büyük gemilerle, denizden olmuştu. O zamanlarda Asya'dan Amerika'ya ve Okyanus adalarına, belki kara yolları vardı.
Fen ilerledikçe, Müslümanların, görmeden, akıl ermeden, inandıkları birçok şeyler, birer ikişer, fen yolu ile anlaşılmaktadır. Meselâ, bugün Avrupa ve Amerika'da mekteplerde, şöyle okutuluyor: “Eski jeolojik devrelerde, güney kıtaları arasında kara yollarının bulunduğu kabûl edilmiştir. Meşhûr meteoroloji âlimi Alfred Wegner, Kontinentverschiebung (karaların kayması) nazariyesini kurmuş ve beş (bugün için altı) kıtanın evvelce birbirine bağlı olup, sonra yavaş yavaş ayrıldıklarını söylemiştir. Başka bir profesör, kıtalar arasında köprü gibi kara parçaları olduğunu, zeocoğrafik tecrübelere dayanarak, iddia etmiştir. Wegner'e göre, Paleozoikum ve Mezozoikum devrelerinde, kıtalar birbirlerine yapışık idi. Paleozoikum sonuna kadar, hayvanlar, Cenûbî Amerika ile Afrika, Asya (doğruca Hindistan'dan) ve Avustralya arasında kara yolculuğu yapmışlar, Eosen'den îtibâren Afrika'da yaşayan hayvanlar, karadan, Cenûbî (güney) Amerika'ya geçmişlerdir) teorileri öğretilmektedir.
Görülüyor ki, Âdem aleyhisselâmın topraktan yaratıldığı ve insanların, yeryüzüne, Suriye, Irak ve Orta Asya'dan yayıldıkları, fen bilgileri ile de, anlaşılmaktadır.
İlk insanlar, bâzı târihçilerin zannettiği ve İslâm dînine inanmayanların uydurduğu, filmlerde görüldüğü gibi, ilimsiz, fensiz, görgüsüz, çıplak, vahşî kimseler değildi. Bugün, Asya, Afrika çöllerinde ve Amerika ormanlarında tunç devrindekilere benzeyen vahşîler yaşadığı gibi, ilk insanlarda da bilgisiz, basit yaşayanlar vardı. Fakat, bundan dolayı, ne bugünkü, ne de ilk insanların hepsi için, vahşîdir denilemez. Âdem aleyhisselâm ve ona îmân edenler şehirlerde yaşardı. Okumak, yazmak bilirdi. Demircilik, iplik yapmak, kumaş dokumak, çiftçilik, ekmek yapmak gibi san’atları vardı. Allahü teâlâ, kendisine on sahîfe gönderdi. Cebrâil “aleyhisselâm”, oniki kere gelmişti. Bu kitaplarda, îmân edilecek şeyler, çeşitli dillerde lügatler, her gün bir vakit namaz kılmak, (bunun sabah namazı olduğu İbn-i Âbidin'de yazılıdır), gusül abdesti almak, oruç tutmak, leş, kan, domuz yememek, birçok san’atlar, tıp, ilaçlar, hesap, hendese (yani geometri) gibi şeyler bildirilmişti. Altın ve gümüş üzerine para dahî basılmış, mâden ocakları işletilip aletler yapılmıştı. Nûh aleyhisselâmın gemisinin, ateşle, kazanı kaynayarak hareket ettiğini, Kur’an-ı kerîm açıkça bildirmektedir.


ÂDEM ALEYHİSSELÂM


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget