Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Erkek Sahabiler
[tab] [content title="A"]
[/content] [content title="B"]
[/content] [content title="C"]
[/content] [content title="D"]
[/content] [content title="E"]
[/content] [content title="F"]
[/content] [content title="H"]
[/content] [content title="İ"]
[/content] [content title="K"]
[/content] [content title="M"]
[/content] [content title="N"]
[/content] [content title="O"]
[/content] [content title="R"]
[/content] [content title="S"]
[/content] [content title="Ş"]
[/content] [content title="T"]
[/content] [content title="U"]
[/content] [content title="Ü"]
[/content] [content title="V"]
[/content] [content title="Z"]
[/content] [/tab]


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Peygamberimizin (a.s.m.), “Her peygamberin bir havarisi [yardımcısı] vardır, benim de havarim Zübeyr’dir”[1]buyurarak methettiği Hz. Zübeyr, İslam’a gönül veren ilk bahtiyarlardandır. Peygamberimizin en yakın dava arkadaşıdır. Ayrı­ca halası Hz. Sa­fiyye’nin oğludur. Babası Avvam, Hz. Hatice validemizin kar­deşidir. Nesebi, Peygamberimizin nurlu silsilesiyle, dedelerinden Kusay’da bir­leşir.
Hz. Zübeyr küçük yaşta yetim kaldığından annesi tarafından yetiştirildi. Hz. Safiy­ye, oğlunun terbiyesinde çok titiz davranıyordu. Onu hayata hazırlamak için bazen dövdüğü de olurdu! Bunu görenlerin, “Çocuğun kalbini çok kırıyor­sun, onu helak edeceksin!” demelerine karşı Hz. Safiyye şu cevabı veriyordu:
“Benim Zübeyr’i dövmem, onu sevmediğimden değildir. Ben onu akıllanma­sı, adam olması ve ilerde orduları bozguna uğratarak ganimetle dönecek bir kahraman olması için terbiye ediyorum.”[2]
Gerçekten de Hz. Zübeyr’in annesinden aldığı çekirdek mahiyetindeki terbi­ye, haya­tına aksetmiştir. Zübeyr cesareti ve kahramanlığı ile tanınmış, Müslüman olduktan sonra da, canını feda eder derecede ileri atılmıştır. Amcası ona iş­kenceler ederek dininden dönmesi için zorlarken, Hz. Zübeyr ise, “Amca, artık ebediyen küfre girmem.” diye sebat ediyordu.[3]
Mekke’de müşriklerin Müslümanlara göz açtırmadıkları devrede bir ara Peygamberimizin öldürüldüğünü duydu. 15 yaşında Müslüman olan Hz. Zübeyr, o sıralar henüz çok gençti. Hadisenin mahiyetini anlamadan kılıcını sıyırarak, müşriklere bir ders vermek üzere yola çıktı. Yolda kendisini gören Pey­gamberimiz (a.s.m.):
“Ne oldu Zübeyr, nereye gidiyorsun böyle?” diye sor­du.
Birdenbire şaşıran Hz. Zübeyr, meselenin aslını öğrendi ve Peygamberimize, “Anam babam sana feda olsun yâ Re­sû­lal­lah! Senin katledildiğini duydum; müşriklere had­dini bildirmeye gidiyordum!” dedi. Peygamberimiz onu teskin etti ve duada bulundu.[4]
Böylece, İslam tarihinde küffara karşı ilk kılıç çeken, Hz. Zübeyr oldu.
Mukaddes davaya bütün varlığıyla bağlanan Hz. Zübeyr, müşriklerin çeşitli işkence ve zulmüne maruz kaldı; fakat bütün bu taarruzlar ona bir teşvik kamçı­sı oldu, mücadele azmini artırdı.
Habeşistan’a hicret eden kafileye Hz. Zübeyr de katıldı. Daha sonra oradan Medine-i Münevvereye hicret etti.
Medine’de Re­sû­lul­lah’a (a.s.m.) kavuştuktan sonra onun emrinden hiç ayrıl­madı; hüzünlü ve sevinçli günlerinde hep onunla birlikte bulundu. Bütün muharebelerde Peygamberimizin yanında yer aldı, ona gelebilecek tehlikelere göğ­sünü gerdi, kendisini feda etti. Bu hususta Hz. Zübeyr şöyle der:
“Re­sû­lul­lah ile beraber katıldığım savaşlarda yara almayan hiçbir yerim yok­tur.”
Hattâ bu yaralanmaların edep yerine kadar vardığı da kaydedilmekte­dir.[5]
Bedir Savaşı’nda karşısına çıkan hasımlarını bir darbede yere serdi, harbin en şiddet­li anlarında müşrikleri perişan etti. Fakat kendisi de ağır şekilde yaralan­dı. Oğlu Ur­ve, babasının aldığı yaranın derinliğini anlatırken, “Parmağım içine girebiliyordu!” de­mektedir.
Hz. Zübeyr, Bedir’de başına sarı bir sarık sarmıştı. Zübeyr’in düşman karşı­sında şah­lanışını gören Allah’ın Resûl’ü, onun şecaat ve kahramanlığını şöyle övmekteydi:
“Meleklerin, sarı başlıklarla Zübeyr’in suretinde indiklerini görüyordum.”[6]
Bu savaşta düşmana fırsat vermeyen iki süvariden birisi de Hz. Zübeyr’di. Zaten Bedir Savaşı’nda sadece iki at vardı.
Uhud Savaşı’nda da Re­sû­lul­lah’ın yanıbaşında çarpışan birkaç fedaiden birisi Hz. Zübeyr’di. Savaştan önce Peygamberimizle “ölüm” üzerine biat etmişti. İlk bozgundan sonra Peygamberimizin çevresinde kendisini kalkan yaparak bahadırlık gösteren, hayatlarını Re­sû­lul­lah’ın hayatına feda eden gözüpek sahabiler arasındaydı.
Hendek Savaşı’nda müşriklerin hücumlarını püskürten ve üstün gayret göste­ren Hz. Ali’nin yanında Hz. Zübeyr de bulunuyordu.
Kurayza Yahudilerinin Peygamberimizle yapılan anlaşmayı bozmalarından sonra Pey­gamberimiz, onların üzerine gidecek bir kumandan arıyordu. “Kim gidecek?” sualine hep Zübeyr cevap verdi. Peygamberimiz, Hz. Zübeyr’in gönüllü hizmete talip olmasından çok memnun oldu ve “Anam babam sana feda olsun, ey Zübeyr!” diyerek iltifatta bulunmuştu.
Sevgili Peygamberimiz (a.s.m.), dünyada iken cennet saadetiyle müjdeledi­ği saha­bi­ler arasında Zübeyr’i de zikretmiştir.[7]
Cihat meydanlarında hep ön saflarda yer alan ve her seferinde bileğinin gücünü, kılıcının hakkını veren Hz. Zübeyr, Hayber’de karşısına çıkan, Yahudile­rin en gözde yiğitlerinden Yâsir’le mücadele ediyordu. Şiddetli bir çarpışma başladı. Annesi Safiyye de cephe gerisinde bulunuyordu. Sabırsızlanıyor, evlat şefkatiyle yerinde duramıyordu. Dayanamayarak Peygamberimize yak­laştı:
“Yâ Re­sû­lal­lah, oğlum şehit mi oldu, yoksa?!” diye sordu. Peygamberimiz:
“Hayır, inşaallah oğlun onu öldürecek!” cevabını verdi.
Bu cevaptan kısa bir zaman sonra da Hz. Zübeyr, hasmını yere serdi.[8]
Mekke’nin Fethi’nde Hz. Zübeyr, Peygamberimizin sancaktarı idi. Mekke halkının bir kısmı toplanmış, İslam mücahitlerine tazimde bulunuyorlardı. Bu sırada Hz. Zübeyr ile Mikdad bin Esved, at üzerinde geldiler. Sevgili Peygam­berimiz elbisesinin ucuyla yüzlerindeki tozu sildi, onlara dönerek şöyle buyur­du:
“Ben ganimetten at için iki pay, süvari için de bir pay veriyorum. Bu miktarı kim azaltırsa, Allah da onu noksan kılsın!”[9]
Huneyn Savaşı’nda Peygamberimizin etrafında kalan, onu yalnız bırakma­yan fedailer içinde Hz. Zübeyr de vardı. Boylu poslu, güçlü kuvvetli bir insan olan Hz. Zübeyr, müşrikleri birer birer savuşturuyordu. Düşman sürüsünü Pey­gamberimize yaklaştırma­mak için canını dişine almıştı.
Tâif Muhasarası’nda ve Tebük Seferi’nde de hazır bulunan Hz. Zübeyr, Veda Haccı’nda yine Peygamberimizin yanındaydı.
Hz. Zübeyr, Hz. Ömer devrinde fetih ordusuna tekrar katıldı. Yermük Sava­şı’nda İslam mücahitlerinin önünde çarpışan Hz. Zübeyr’in, zaferin elde edilme­sinde büyük hissesi vardı.
Mısır’ın fethiyle vazifelendirilen Hz. Amr bin Âs, Fustat Muhasarası sırasın­da Halife Hz. Ömer’den yardım istedi. Hz. Ömer de 4000 asker gönderdi. As­kerin başında Hz. Zübeyr’le birlikte üç sahabi daha vardı. Hz. Amr muhasara işini Hz. Zübeyr’e havale etti.
Hz. Zübeyr burada da askerî tecrübesini ve dehasını kullanarak kaleyi muha­sara etti. Atlıları ve piyadeleri uygun yerlere yerleştirdikten sonra mancınıklar kurarak kaleyi tehdit etti. Muhasara uzayınca başka bir taktik kullanarak kale­nin duvarlarına ipten merdivenler astı. Kale duvarlarına tırmanan mücahitler içeri girdi, kapı açıldı. Böylece kale içten fethedilmiş oldu.[10]
Suriye ve Mısır topraklarının İslam beldesi hâline gelmesinde Hz. Zübeyr gi­bi müm­taz sahabilerin büyük payı vardır. Cihatla fethedilen bu ülkeler sonun­da birer İslam beldesi oldu.
Hz. Zübeyr celadet, şehamet ve cesareti, savaş meydanlarında gösterdiği üs­tün kahramanlığı ile beraber, son derece takva sahibi, merhametli, hakperest, ince ruhlu ve temiz huylu, seçkin bir şahsiyetti.
İnancı uğruna bütün varlığını feda edecek derecede fedakâr, azimli, kararla­rında hak­kı takip eden, mert bir zattı. Geçimini ticaretle sağlayan Hz. Zübeyr zengin sahabi­ler­­dendi. Bununla birlikte, son derece cömert ve eli açık, kerem sahibiydi. Birçok fakir Müs­lüman’ın geçimini üzerine almıştı. Onların her türlü ihtiyacını görürdü. Borç isteyenlere yardım eder, mücahitleri cihada hazırlar, teçhiz ederdi.
O kadar bol serveti ve malı olmasına rağmen son derece sade yaşar, mütevazi giyinirdi. Külfetsiz bir hayat geçirdi. Zaten bütün davranış ve yaşayışında Pey­gamberimizi örnek almıştı.
Müslümanlar arasında emanete riayetiyle meşhurdu. Sahabiler en kıymetli şeylerini Hz. Zübeyr’e emanet ederlerdi. Bu vasfından dolayı Hz. Ömer onu “dinin bir rüknü” ifadesiyle methediyordu.
Hz. Osman devrinde devlet işlerine karışmayıp sükûnet içinde yaşayan Hz. Zübeyr, Hz. Ali’nin halife olmasından sonra, Hz. Talha ile birlikte müracaat ederek, Hz. Osman’ın katillerinin cezalandırılmasını istedi. Daha sonra meyda­na gelen Cemel Vakası’nda Hz. Âişe tarafında yer aldılar.
Her iki kuvvet bir çarpışma kastı olmadan birbirlerine yaklaşmışlardı. Bazı müfsit ve fitnecilerin karıştırmasıyla kılıçlar kalktı, Müslüman kanı dökül­dü.
Ertesi gün Hz. Ali ile Hz. Zübeyr yüz yüze geldiler. Hz. Ali niçin karşı çıktığı­nı sordu ve Peygamberimizin bir hadisini hatırlattı:
“Hatırlar mısın, bir gün Resûl-i Ekrem’le (a.s.m.) birlikte gidiyorduk. Sana rastladık. Resûl-i Ekrem sana, ‘Sen bir gün Ali’yle haksız yere savaşacaksın.’ de­mişti.”
Bu ikazı duyan Hz. Zübeyr hakperestlik gösterdi. Ve şöyle dedi:
“Evet, hatırladım. Bunu daha önce hatırlamış olsaydım, yerimden kımıldamazdım. Ye­­min ederim ki, ben seninle savaşmam!” diyerek oradan ayrıldı. Da­ha sonra Hz. Âişe’nin yanına gitti, savaştan vazgeçtiğini söyledi.[11]
Hz. Zübeyr oradan ayrılırken peşine “Amr bin Cürmüz” adında bir adam düştü. Yanına yaklaştı. Bir-iki soru sormak istedi. Adam silahlıydı. Hz. Zübeyr bir ara namaza durdu. Bunu fırsat bilen Amr bin Cürmüz, Hz. Zübeyr tam secdeye va­rınca kılıcını çıkardı. Büyük sahabiyi şehit etti.
Hz. Zübeyr’in atını, kılıcını ve yüzüğünü alarak Hz. Ali’nin yanına gitti. Hz. Ali duru­mu öğrenince:
“Safiyye’nin oğlunu öldürene cehennemi müjdele!” de­di.
Hicret’in 36. senesinde şehit olan Hz. Zübeyr, 64 yaşında bulunuyordu.
Zübeyr bin Avvam Hazretleri, ahiretteki mükâfatını daha dünyadayken öğ­renmişti. Sevgili Peygamberimiz, “Talha ile Zübeyr, cennette benim komşularımdır.” müjdesiyle onu bahtiyarlar safına katmıştı.[12]

_____________________________
[1]Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe: 48.
[2]Tabâkât, 3: 101.
[3]Hilyetü’l-Evliyâ, 1: 89.
[4]Üsdü’l-Gàbe, 2: 197.
[5]Tirmizî, Menâkıb: 25.
[6]Tabakât, 3: 103.
[7]Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe: 49.
[8]Sîre, 3: 348.
[9]Tabakât, 3: 104.
[10]Asr-ı Saadet (Ashâb-ı Kirâm), 1: 344.
[11]Üsdü’l-Gàbe, 2: 199.
[12]Tirmizî, Menâkıb: 22.

H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Kahramanlığı ve eşsiz faziletleriyle Allah ve Resûl’ünün sayısız iltifatlarına mazhar olan, bilhassa Uhud Savaşı’ndaki kahramanlığıyla asırlar boyu hayran­lıkla yâd edilen Hz. Talha bin Ubeydullah, Re­sû­lul­lah’ın en yakın Ashâbından, Dört Halife devrinin ön­de gelen şahsiyetlerinden, bu devir şûra meclislerinin mümtaz ve değişmeyen âzaların­dan biridir. Bütün hayatını Allah ve Resûl’ü uğ­runda vakfeden mümtaz bir sa­ha­bidir. Peygamberimiz (a.s.m.) onu bu fâni âlemde ebedî saadetle müjdelemiş, böylece “Aşere-i Mübeşşere” olarak bilinen bahtiyarların arasına katılmıştır.
Hz. Talha’nın Müslüman oluşu bir seyahat sonrasına rastlar. Ticaret için git­tiği Basra’da bir rahipten “Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberlik ilan ettiği” haberini aldı. Mekke’ye döner dönmez de bu haberi araştırdı. İlk Müslüman Hz. Ebû Bekir’le görüştü. Onun vasıtasıyla Re­sû­lul­lah’ın huzuruna çıktı. Ve ilk görüşmede hidayet nuru kalbine doluverdi. Müslümanların safına katıldı.[1]
Bu andan itibaren müşriklerin eza ve baskıları başladı. Hattâ müşrik kardeşi, ona baskı yapanların başında geliyordu. Günlerce aç ve susuz bırakıldı. Elleri boynuna bağlı olarak dolaştırıldı. Çeşitli hakaretlere maruz kaldı… Fakat imanından aldığı güçle bütün bu sıkıntıları sabırla göğüsledi, inancından taviz ver­medi.
Hz. Talha (r.a.), Medine’ye hicret ettikten sonra Peygamberimiz onunla Ubey bin Kâb (r.a.) arasında kardeşlik tesis etti.
Hz. Talha, Bedir Savaşı’na katılmadı. Sebebi de Peygamberimizin Sâid bin Zeyd (r.a.) ile onu, Ebû Süfyân kumandasındaki müşrik kervanı hakkında bilgi toplamak üzere gönderilmiş olmasıydı. Vazifesi sebebiyle bu harbe katılamamakla beraber, Peygamberimiz (a.s.m.), Bedir ganimetinden ona da hisse ver­di.
Hz. Talha’nın Uhud Savaşı’ndaki kahramanlığı dillere destandı. Müşriklerin Allah Resûlü’nü öldürmek için bütün kuvvetleriyle hücuma geçtikleri bir sıra­da, Peygamberimizin etrafında etten ve kemikten bir set meydana getirerek, in­sanüstü gayret gösterenlerin birisi de oydu. Ölmek, fakat Re­sû­lul­lah’ın yanın­dan ayrılmamak üzere biat etmişti. Bir ara müşrikler iyice yüklenmişlerdi. Re­sû­lul­lah (a.s.m.):
“Bunlara kim karşı koyar?” buyurdu. Hz. Talha:
“Ben!” dedi.
Fakat Peygamberimiz ona müsaade etmedi. Ensar’dan biri çıktı, çarpışa çar­pışa şehit oldu. Bir grup daha çıktı. Re­sû­lul­lah aynı soruyu yine sordu. Hz. Talha:
“Ben, yâ Re­sû­lal­lah!” dedi.
Peygamberimiz yine müsaade etmedi. Ensar’dan biri daha çıktı ve çarpışa çarpışa o da şehit oldu. Üçüncüsünde Peygamberimiz, kendisine müsaade et­ti. Hz. Talha kahramanca çarpıştı ve müşrik güruhunu dağıttı.
Harbin en dehşetli ânında Peygamberimiz, Hz. Talha’ya:
“Bana kendini feda eder, vücudunu siper yapar mısın?” buyurdu. Hz. Talha:
“Yâ Re­sû­lal­lah, vücudum yolunuza feda olsun!” cevabını verdi ve bu sözünde sada­katle durdu.
Keskin nişancı Mâlik bin Züheyr’in attığı bir okun Peygamberimize isabet edeceğini anlayınca hiç tereddüt etmeden hemen elini karşı koydu. Ok parmağını delip geçti. Ama vücudunu Re­sû­lul­lah’a feda eden bir kahraman için bunun ne ehemmiyeti vardı?!
Hz. Talha birçok yerinden yaralandığı hâlde bir an olsun Re­sû­lul­lah’ı yalnız bırakmadı. Fakat aşırı kan kaybından bir ara bayılmıştı. Peygamberimiz, Hz. Ebû Bekir’e, onunla ilgilenmesini söyledi. Hz. Ebû Bekir yüzüne su serpince ayıldı. Peygamber âşığının ilk sorusu:
“Re­sû­lul­lah ne yapıyor?” oldu. Hz. Ebû Bekir;
“Allah’a bin şükür, çok iyidir. Beni sana o gönderdi.” deyince, Ebû Talha (r.a.) büyük bir teslimiyet içerisinde:
“Allah’a şükürler olsun. Peygamber’im sağ olduktan sonra, bütün musibetler hafif gelir bana!” dedi. Sonra Re­sû­lul­lah’ın yanına geldi. Peygamberimiz:
“Allah’ım, ona şifa ve kuvvet ver!” diye dua etti. Hz. Talha bu duanın bereketiyle hiçbir şey olmamış gibi çarpışmaya devam etti. Hz. Talha, daha sonra, Peygamberimizi omuzuna alarak yüksekçe bir yere çıkardı.
Talha (r.a.), Uhud’da 75 yerinden yaralanmıştı. Onun gösterdiği fedakârlık ve kahra­manlık sebebiyle Peygamberimiz ona, “Talhatü’l-Hayr [Hayırlı Talha]” lakabını taktı. Ayrıca, “Cennet, Talha’ya vacip oldu. Talha, cennete girecek bir iş yaptı.” buyurdu.[2]
Hz. Talha, kendisini son derece mutlu eden bir hadiseyi şöyle anlatır:
“Sahabilerden bir zat, bir gün Re­sû­lul­lah’a ‘Müminler içerisinde öyleleri var­dır ki, Allah’a vermiş oldukları ahde sadakat gösterirler. Onlardan kimi canları­nı feda etti, ki­mi de bu şerefi beklemekteler.’ âyet-i kerimesindeki ‘şehit olmayı bekleyenler’in kimler olduğunu sorar.
“Fakat Peygamberimiz cevap vermez. Sahabi sualini üç defa tekrarlar, fakat yine ce­vap vermez. O sırada ben, üzerimde yeşil bir elbise olduğu hâlde mesci­de girdim. Re­­­sû­lul­lah beni görünce, ‘Sual soran nerede?’ diye buyurdu. Sahabi, ‘Buradayım, yâ Re­­sû­lal­lah!’ deyince, beni göstererek, ‘İşte bu, şehit olmayı bek­leyenlerdendir.’ buyurdu.”[3]
Ebû Talha (r.a.), Hendek Savaşı’na, Mekke’nin Fethi’ne, Huneyn ve Tebük Savaşlarına ve Peygamberimizin katıldığı bütün seferlere katıldı.
Hz. Talha varlıklı bir insandı. Ticaretle meşgul olurdu, ama Hicret’ten sonra ziraatle de uğraştı. Bununla beraber yiyip içmesi, giyinip kuşanması son derece sade ve mütevaziydi. Kılıcıyla olduğu kadar, malıyla da cihat ederdi. Tebük Se­feri öncesinde, hazırlanan orduyu teçhiz kampanyasına diğer müminler gibi, büyük bir şevkle sarıldı. Servetinin büyük bir kısmını, cihat ordusuna sarf etmesi için Re­sû­lul­lah’a getirdi ve:
“Bunlar size Talha’nın küçük bir hediyesidir.” de­di.
Peygamberimiz onun bu cömertliği karşısında çok sevindi:
“Ey Talha, sen çok feyizli ve cömertsin.” diyerek ona iltifat etti.
Bir defasında da Hz. Talha, cihada çıkan müminlerin susuz kalmamaları için bir kuyuyu satın alarak onlara vakfetti. Huneyn Savaşı’nda gösterdiği kahra­manlık ve cömertlik sebebiyle Re­sû­lul­lah (a.s.m.) “Talhatü’l-Cûd [Cömert Tal­ha]” lakabını verdi.
Hz. Talha misafirper bir insandı. Bir gün yeni Müslüman olmuş iki kişi, misa­firi oldu. İçlerinden birisi diğerine nispeten daha gayretliydi. Bu zat bir müddet sonra bir savaşta şehit oldu. Diğeri ise bir yıl sonra vefat etti. Bir müddet sonra Hz. Talha bu zatları rüyasında gördü. İkisi de cennete girmek için kapıda izin bekliyorlardı. Öncelik, sonra vefat edene verildi.
Sabah olunca Hz. Talha geldi, rüyasını Peygamberimize anlattı. Mecliste ha­zır olan sahabiler hayret ettiler. Resûl-i Ekrem’den bu işin hikmetini sordular. Peygamberimiz, onların sorusuna bir soruyla cevap vererek sözlerine başladı:
“Sonradan vefat eden, öncekinden bir sene daha fazla yaşamadı mı?” Sahabiler:
“Evet, yâ Re­sû­lal­lah.” dediler.
Sohbet daha sonra şöyle cereyan etti:
“Bu zat, Ramazan ayını idrak ederek orucunu tutmadı mı?”
“Evet.”
“Bu adam, bir sene daha fazla ibadet etmedi mi?”
“Evet.”
Peygamberimiz, diğer amellerini de sorup sahabilerden “evet” cevabını alınca şöyle buyurdu:
“O hâlde ikisinin arasındaki fark, yerle gök arasındaki mesafe gibidir.” buyur­du.[4]
Hz. Talha güler yüzlü bir insandı. Güleryüzlülüğünü evinde daha da hissetti­rirdi. Kendisinden bir şey isteyeni boş çevirmez, istenileni imkânı nispetinde verirdi. En küçük bir iyiliği dahi küçük görmez, her seferinde teşekkür eder­di.
Veda Haccı’na da katılan Hz. Talha, Peygamberimizin irtihâline çok üzüldü. O kadar üzülmüştü ki, diğer sahabiler Re­sû­lul­lah’tan sonra halifenin kim olaca­ğını müzakere ederken o bir köşeye çekilmiş, hazin hazin ağlıyordu...
Hz. Ebû Bekir’e biat ederek halifeliğini kabul eden Hz. Talha, onun vefatına kadar müşavere heyetinde vazife yaptı. Müslümanlar birçok meselede kendisi­ne müracaat ediyordu.
Aradan iki sene geçmişti. Hz. Ebû Bekir hastalandı, “ken­disinden sonra yerine halife olarak kimin geçeceği” hususunda sahabilerin ileri gelenlerinin fikrini almaya başladı. Meseleyi Hz. Talha’ya açınca, Hz. Talha, halifeliğe Hz. Ömer’i layık gördüğünü söyleyerek fikrini şöyle açıkladı:
“Bu makama asıl layık olan, Ömer’dir. Cenâb-ı Hak sana Müslümanların işi­ni kime emanet ettiğini sorduğu zaman vicdan rahatlığı içinde ‘Hz. Ömer’e bı­raktım.’ diyebilirsin.”
Hz. Ömer’in hilafeti zamanında da şûra heyetindeki vazifesine devam etti. Meşverete getirilen meseleler hakkında isabetli fikirler serdederek görüş be­yan etti.
Mesela fethedilen arazinin mücahitler arasında taksimi meselesi görüşüldüğü zaman, Hz. Ömer taksime muhalefet etti. Çünkü arazi yalnız onu fetheden mücahitlere ait de­ğildi, gelecek nesillerin de mülküydü. Hz. Talha bu meselede Hz. Ömer’in fikrini destekledi ve heyette bu fikir kabul edildi.
Hz. Ömer’in, vefatından önce gösterdiği halife adayları arasında Hz. Talha da vardı. Ama o, adaylıktan feragat ederek Hz. Osman’a rey verdi. Münafıkların yürüttüğü ifsat faaliyetleri karşısında hep Hz. Osman’a destek oldu. Ama hadi­seler öyle gelişiyordu ki, artık gelişmelere engel olacak bir imkân kalmamıştı. Nitekim kaderin sırlarıyla iç içe ce­reyan eden hadiseler, Hz. Talha’nın hayatının son devrelerini bütünüyle doldurdu. Vefatı da münafıkların eliyle oldu. Hicre­t’in 34. senesinde şehadet mertebesine erip Rabb’ine kavuştuğu sırada, 64 yıllık şeref ve haysiyet dolu bir ömrün sahibi idi.
Hz. Ali bu bahtiyar sahabinin öldürülmesine çok üzüldü. Naaşının yanına gel­di ve şöyle konuştu:
“Ey Talha! Yıldız dolu bu semanın altında seni toprağa serili görmek bana çok ağır geldi. Keşke ben 20 yıl evvel ölseydim de bu günü gör­meseydim!” dedi.
Allah onlardan razı olsun!

___________________________
[1]Üsdü’l-Gàbe, 3: 59.
[2]Tabakât, 3: 217-220; Müstedrek, 3: 374; Tirmizî, Menâkıb: 22.
[3]Hilye, 1: 87; İbni Ebî Şeybe, Musannaf, 12: 90.
[4]Müsned, 1: 163.

H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget